Nehir Tuna, Yurt, 2023

Türkiye Gerçekliğinde Bir Büyüme Hikâyesi

Yönetmen Nehir Tuna’yla İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale’yi alan Yurt filmi üzerine konuştuk.

//

Genç sinemacı Nehir Tuna’nın babasına ithaf ettiği ve hayatından otobiyografik izler taşıyan ilk uzun metraj filmi Yurt (Dormitory), dindar ve seküler kesim arasındaki siyasi kutuplaşmaların arttığı 90’lı yılların Türkiye’sinde babasının zoruyla dini bir yurda yerleştirilen genç Ahmet’i ve burada yakın bir dostluk kurduğu Hakan’ı merkezine alıyor. Prömiyerini 80. Venedik Film Festivali’nde gerçekleştirdikten sonra dünya festivallerini dolaşıp övgüler toplayan ve son olarak İstanbul Film Festivali’nde büyük ödül Altın Lale’nin sahibi olan film, 17 Mayıs’ta Türkiye’de vizyona giriyor. Nehir Tuna ile ArtDog Istanbul için konuştuk.

İlk uzun metraj filminiz için dini bir yurtta kalan bir çocuğun hikâyesini anlatma fikri ilk ne zaman ve nasıl ortaya çıktı? Bu hikâyenin oluşum sürecinde kendi çocukluğunuzda deneyimlediğiniz olayların izlerini görmek mümkün mü?

Kendi çocukluğumdaki deneyimleri görmek tabii ki mümkün. Yaklaşık beş yıl gibi süre yurtta kalmış biri olarak filmi yarı-otobiyografik olarak görüyorum. Yurtta geçen günlerimi anlatacağım bir hikâye ya da böyle bir film yapmak aklımda hep vardı. Çünkü yurtta kaldığım o dönemler sinemaya aşık olduğum yıllara denk geliyor. Okuldan kaçıp yurda gitmeden bir seans film izlemek gibi alışkanlıklarım vardı. O izolasyon içinde ve yalnızlıkta benim için tek kaçış yeri sinemaydı. İzlediğim filmlere aşık olup bir şekilde hayata tutunmaya çalışıyordum ve bir gün bu yaşadıklarımı anlatabileceğime dair bir heyecan duyuyordum. Tabii ki ne kadar bir ilk film olarak planlamıştım, bilmiyorum. Öncesinde Ayakkabı (2018) adlı bir kısa film de çekmiştim. Yurt’un atmosferini deneyebileceğim bir fırsattı benim için. Bunun gibi kısa film projeleriyle kendi sesimi bulmaya çalıştım ve zamanla Yurt’a yoğunlaştım.

Nehir Tuna, Yurt, 2023

Bir ilk film olarak ele aldığımızda Yurt’un yüksek bir teknik yetkinliğe sahip olduğu çok açık. Hikâye anlatıcılığı ve mizansen yaratımı gibi noktalarda film çalışmaları alanında aldığınız yüksek lisans eğitimlerinizin de katkısı olduğunu düşünüyor musunuz?

Mutlaka bir etkisi vardır. Fakat akademik eğitim size bu görsel zevki veya estetik duygusunu çok da aşılayan bir yer değil. Belki de sizin tamamen kendinizi bulduğunuz, etkilendiğiniz, ifade alanı yarattığınız ve üzerine düşündüğünüz filmleri izlemek ve onlardan ilham almak konusunda yardımcı oluyor. Bir gün ben de böyle bir şey yapmak isterim, izlemek isterim gibi. Neye yakın hissediyorsanız o alanları keşfetmenizi sağlıyor. Formal eğitim de bu duyguyu besleyen, destekleyen ve ben bunu nasıl yapabilirim seviyesine getiren bir içsel bir deneyim aslında. Mesela ilk kısa filmlerimi herhangi bir eğitim almadan kendi kendime deneyerek yaptım ve o filmlerde de benzer bir estetik görebiliriz. Sadece bir kameram vardı ve bunlarla çekimler yapmayı seviyordum.

Filmin oldukça fazla kültürel kod içeren hikâyesini göz önüne aldığımızda global seyircide karşılık bulması zor olabilir mi? Venedik başta olmak üzere filmin dünya festivallerindeki gösterimlerinden sonra nasıl tepkiler aldınız?

Aslında hikâyenin Türkiye’de geçiyor olması veya İslamiyet üzerinden bir şeyler anlatması gibi birçok lokal denebilecek alanlarda yüzmesini bir dezavantaj gibi görmedim. Yani bunlar beni, ben yapan şeyler. Ben bu topraklarda büyüdüm, böyle bir eğitim aldım ve böyle bir aileden geliyorum. Evrensel boyutta da ne kadar sizden bir şeyler görürlerse o kadar kolay empati kurabiliyorlar ve sizi anlamaya yönelik hareket ediyorlar. Bir de tabii böyle konuların evrensel düzlemde de yer alması gerçeği var. Birçok ideoloji ve dini baskı her ülkenin veya bölgenin yaşadığı şeyler. Bu İslamiyet olmazsa başka bir din olabilir; laiklik olmazsa başka bir ideoloji var olabilir. Yurtdışındaki soru-cevap kısımlarında da, özellikle Fransa’da, daha çok Türkiye’yi anlama ve ikiye bölünmüşlüğü sorgulama üzerinden yorumlar ve sorular aldım. Fakat en nihayetinde yurtta yaşayan çocukların arkadaşlığı, yakınlığı ve bir sevgi arayışında olmaları filmin temelini oluşturuyor.

İlginizi çekebilir:  Altın İstiridye Dea Kulumbegashvili'nin

Yurt, Venedik Film Festivali’nde Kuir Aslan ödülüne aday gösterilmişti. Sizce bu filmi kuir yapan özellikleri nelerdir? Ahmet’le Hakan arasındaki dostluğu kuir bir pencereden okuyabilir miyiz?

Tabii ki ilişkilerin boyutunu değiştirmek için çok farklı bir perspektiften bakmanız gerekiyor. Yani ben bir insanın başka bir insanı sevmesini sadece seksüel bir taraftan değil, bir bütün olarak ele alıyorum. Bunu bir dostluk, arkadaşlık, yanında olma hâli, bir şeyleri paylaşabilmek gibi duygular üzerinden ele alabiliriz. Dolayısıyla filmi yaparken çok da öyle bir hikâye yaratma noktasına odaklanmadım. Olabilir de olmayabilir de. Kuir bir ilişkilenmeyi tamamen yok saymıyorum ama esas anlatıdaki duygunun o olduğunu da düşünmüyorum. Ahmet karakterinin içinde aradığı dingin bir liman ihtiyacı var ve bunu nerede bulabiliyor? Bu huzur okula yeni gelen kız Sevinç mi, babası mı? Yoksa bir abi-kardeş ilişkisine evrilen Hakan mı onun dingin limanı? Dolayısıyla o arada kalmışlık, uyanan dürtüler ve kafa karmaşası gibi dinamikler Ahmet’in büyüme hikâyesini yansıtıyor.

Filmin kilit sahnelerinde çalan Vivaldi’nin Four Seasons – Winter parçasının seçilmesinde özel bir sebep var mı? Bu parçayı Ahmet’in yolculuğuyla nasıl ilişkilendirebiliriz?

Klasik müzik bana göre müziğin, mükemmelliğin en yüksek formu. Okuldaki Sevinç karakteri, Ahmet’in izlediği ve hayalini kurduğu pembe dizideki Manuela gibi mükemmel görünüyor, onun için neredeyse bir rüyanın gerçekleşmesi gibi. Bu mükemmel kız, bu mükemmel fikrin vücut bulmuş hali ve dolayısıyla sevdiği müzik de sofistike olmalıdır; arkadaşlarının dinlediği pop kültür müziği olamaz. Vivaldi, Batı klasik kültürünün temel taşıdır ve Ahmet’in ergenliğe uyanışında onun müziği baskın bir rol oynasın istedim. Ahmet’in büyüme yolculuğundaki pek çok duyguyu özetlercesine umut, heyecan ve korku içeriyor bu parça. Ahmet müzik aracılığıyla bu kızla bağlantı kurmanın bir yolunu buluyor ve aynı zamanda müzik ona bir vizyon açıyor, çıplak bir heykel (prayer boy statue) görüyor, yani bu duyguların ve müziğin onu götürdüğü yerin bir karışımı. Ayrıca batı dünyasını sembolize eden çok güçlü bir parça Winter. Sonlarda yaptığımız bazı tema müziklerinde daha ağıt ve ilahi tadında ezgileri de dâhil ederek iki tarafı da temsil eden bir yapı kurmak istedim. Mesela filmin finaline doğru çıkan yangında Vivaldi kasetinin bir taş gibi kullanılıp atılması da, Sevinç’in ve onun temsil ettiği dünyanın bir reddi olarak okunabilir.

Nehir Tuna

Kadıköy gösterimi sonrasındaki söyleşinizde büyüme hikâyelerini çok sevdiğinizi ve referans olarak kullandığınız birçok film olduğunu söylemiştiniz. Bu referanslar arasında hangi filmleri sayabilirsiniz?

2000’li yılların başında ucuz CD’lerin satıldığı bir sepetten bir film alıp izlemiştim. Billy Elliott (2000) beni çok sarsan bir filmdi. Ait olmadığı bir ortamda büyümek zorunda kalan ve bir şeylerin savaşını veren bir çocuk mücadelesine tanık olmak beni çok etkilemişti. Muhtemelen onlarca kez izlediğim ve her arkadaşıma da izlettiğim bir filmdir. Aynı şey Stand by Me (1986) için de geçerli. Sonrasında Truffaut’un The 400 Blows’u (1959) ve Maurice Pialat’ın Naked Childhood’uyla (1968) tanıştım. Bu filmlerdeki yetişkinlerin hüküm sürdüğü ve kirlettiği dünyalarda yer alan çocukların o meleksi ve masum hâlleriyle yavaş yavaş büyümeleri, ortama uyum sağlama çabaları ve belki de kirlenmeleri bana çok ilgi çekici ve etkileyici geliyor.

Nehir Tuna severleri gelecekte ne gibi projeler bekliyor?

Bir şeyler söylemek için henüz çok erken ama kendi filmlerimi yapmaya ve kendi hikâyelerimi anlatmaya devam etmek istiyorum.

Previous Story

Venedik Bienali’nin Öne Çıkanları

Next Story

Cannes’ın Tarihine Geçtiler

0 0,00
02_ArtDog_CD_Logo_RGB_Black

BÜLTEN

Türkiye ve dünyadan haftalık kültür-sanat haberleri, inceleme yazıları, sergiler ve etkinlikleri takip et.

Bülten aboneliğinde ArtDog Istanbul’un gizlilik sözleşmesini kabul etmiş olursunuz.