Olafur Eliasson’un Türkiye’deki ilk sergisi Senin beklenmedik karşılaşman, 7 Haziran’da İstanbul Modern’de açıldı. Sergi, sanatçının 30 yıllık kariyerinden kapsamlı bir seçkiye ev sahipliği yapıyor ve izleyicileri renk, ışık, geometri ve devinimin iç içe geçtiği bir keşif yolculuğuna çıkarıyor. Ayrıca, İstanbul Boğazı’nın dönüşen renklerini sergi alanına taşıyan Günbatımından şafağa, Boğaziçi ve Boğaz’daki hareketi ve manzarayı farklı bir gözle izleme imkânı veren Günbatımı kaleydoskobu gibi eserler üzerinden serginin mekânla ve müzenin konumlandığı yerle ilişkisini okumak da heyecan verici. Çok temel malzemelerin, yenilikçi sergileme yöntemleriyle bir araya geldiği ve geçmişe, bugüne, geleceğe dair zamansız birtakım temalarda birleşen eserler, dünyayı algılama biçimimize dair yeni düşünce kapıları aralama potansiyeli taşıyor… Sanatçı ile 5 Şubat 2025 tarihine kadar devam edecek olan Senin beklenmedik karşılaşman vesilesiyle, tüm bu temalar ve anlatı üzerine konuştuk…
Türkiye’deki ilk serginiz ile ilgili neler hissediyorsunuz?
Uzun yıllar sonra İstanbul’a dönmekten dolayı çok heyecanlıyım. 1997 yılında 5. İstanbul Bienali’nin parçası olarak burada bulunmamın üzerinden neredeyse 30 yıl geçti. Bienal yer aldığım ilk uluslararası etkinliklerden biriydi, dolayısıyla 30 yıllık kariyerimi gözden geçiren bir sergiyle dönmek çok özel hissettiriyor. Ayrıca, çevremizi birlikte yaratma ve etrafımızı algılama biçimlerimizi keşfetmek üzere yaptığım ilk işlerimden biri olan “Beauty” bienal kapsamında sergilenmişti ve o temalar bugün de pratiğimin merkezinde yer alıyor. Senin beklenmedik karşılaşman sergisindeki pek çok eserde de bunları görmek mümkün.
“Kimi Zaman Orada Olmak Gittikçe Zorlaşabiliyor”
Sergi metninde de belirtildiği gibi Senin beklenmedik karşılaşman seyir ve yön bulma gibi kavramlarla derinlik kazanıyor. Bugünün kaotik dünyasında, seyir ve yön bulma gittikçe zorlaşıyor gibi görünüyor. Sizce de öyle mi?
Nerede olduğumuzun bilincinde ve farkında olmak, yalnızca coğrafi olarak kendimizi nasıl konumladığımızla ilgili değil, aynı zamanda kim olduğumuzu anlamanın ilk adımı bana göre. Varoluşla ilgili daha büyük soruları da tetikleyebilir. Sergideki birçok eser bu temalar etrafında dönüyor ve umarım bu konuların ele alınması için de dayanak noktası olurlar. Kimi zaman bir anda ya da deneyimde mevcut hissetmek ve “orada olmak” gittikçe zorlaşabiliyor. Bizi uzağa iten veya aynı zamanda farklı yönlere çeken dikkat dağıtıcı şeylerle dolu bir dünyada yaşıyoruz. Dünyayla farklı şekilde bir karşılaşma imkânı sunan sergideki işlerden bir kısmının, gözlemleme anlayışımızı zorlayacağını umuyorum. Günbatımı kaleydoskobu, Senin beklenmedik seyahatin gibi eserler, mekânı yeniden müzakere ederek veya algıyı zorlayarak ziyaretçilere kim ve nerede olduklarına dair yeniden ilişkilenip, yönlerini bulmaları için bir yol sunuyor.
Müzenin deniz kenarında bulunduğu Boğaziçi’nden esinlendiğiniz yeni çalışmalarınız da ilk defa izleyiciyle buluşturuyor. Sergi ve mekânın ilişkisinden bahseder misiniz?
Sanat eserleri bana göre fiziksel ve kültürel sınırları aşan, evrensel bir dil işlevi görür ve kültür hiçbir sınırlama ve istisna olmaksızın, dünyanın her köşesine nüfuz eder. Müzenin amacının da dünyadan bir kaçış sunmaktan ziyade, onu anlamaya yardımcı olmak olduğunu düşünüyorum. Günbatımı kaleydoskobu gibi mekâna özel yerleştirmeler aracılığıyla, müzenin içi ile dışarısı arasındaki kesintisiz bağlantıyı göstermek istedim. Boğaziçi’ne doğru bakan bu eser, izleyicileri gözlem yoluyla kendilerini konumlandırmaya davet ediyor. Belki oradan, gelgitler, güneş ışığı, deniz trafiği gibi, doğal olan ve insan yapımı sistemlerin karşılıklı etkileşimi üzerine düşünebilirler.
Eserlerinizde bir süreç olduğunu gözlemliyoruz. Ve bazılarında bu sürece su damlacıkları, buz veya ışık gibi temel malzemeler eşlik ediyor. Bunun bir tür kayıt altına alma olduğunu söyleyebiliriz. Sanat eserlerinizi ortaya çıkarırken süreç odaklı yaklaşımınızda temel amacınız nedir?
Doğal efemera beni uzun zaman öncesinden beri büyülüyor. Gezegenimizin bir parçası olan bu tanımlanamaz ve bazen de geçici malzemeleri gözlemlemek, karşılığında bize çevremizi nasıl anladığımıza dair yeniden değerlendirme yapma imkânı sunuyor. Donna Haraway’in “doğakültür / natureculture” teorisinde işaret ettiği gibi, doğa ve kültür arasındaki ilişkiyi tanımanın, hem çevremizin kırılganlığını, hem de onun üzerindeki etkimizi anlamaya yönelik ilk adım olduğuna inanıyorum.
Renk ve ışık serginin temel odakları arasında. Sergide yer alan eserlerinizden birinde ise renklerin yalnızca gözlem altında var olduğu fikrinin altını çiziyorsunuz ve renkli yüzeylerde yansıyan ve beynimiz tarafından işlenen ışığın bireysel farkındalığı teşvik edebileceğini öne sürüyorsunuz. Renk ve ışığın bireysel farkındalık üzerindeki etkisini biraz daha açar mısınız?
Bunlar çevremizi nasıl algıladığımızı ve deneyimlediğimizi keşfetmeye yönelik temel malzemeler. Işık, görüşümüzün temelini oluşturuyor ve ışığın kalitesi dünyayla nasıl ilişki kurduğumuzu, onu nasıl anladığımızı etkiliyor. Dolayısıyla ışık, algının koşulluluğuna olan ilgimi yansıtıyor. Renk de keza çevreye dair algımızla ilgili temel bir unsur ve ışık ile birleştiğinde bu algı daha da güçlendirilebilir veya değiştirilebilir. Duyusal deneyimi değiştiren ortamlar yaratıldığında, insanların kendi deneyimlerinde daha bilinçli hale gelebileceklerine ve bunun sonucunda kendileriyle ve bulundukları ortamla ilgili daha fazla “orada” hissedeceklerine inanıyorum.
Benzersiz Bir Karşılaşma
Sergide, 2014 yılında kamusal alanda sergilenen Ice Watch isimli çalışmanızın bir modeli yer alıyor. Bu çalışma, doğrudan ve somut bir fiziksel deneyim sunarak küresel ısınma ve buzulların erimesine dair farkındalık yaratması açısından çarpıcı ve önemliydi. Sizce kamusal alan, sanat eserlerinin çeşitli konularda buna benzer dikkat çekici farkındalık yaratma konusunda nasıl bir potansiyele veya zorluğa sahip?
Kamusal alan doğası gereği erişilebilir ve demokratik olması sebebiyle, etki yaratacak sanat eserleri için muazzam bir potansiyele sahip. Kamusal sanat hayatın içindeki dikkat dağıtıcı unsurlarla sürekli rekabet ederken, diğer yandan da insanları spontane etkileşim ve katılıma davet edebiliyor. Ice Watch işinde, Greenland’den şehir merkezine getirilen koca buzul parçaları, insanlara iklim krizine dair doğrudan ve somut bir deneyim sunarken olduğu gibi. Bu yakınlık, fiziksel mevcudiyet ve bu karşılaşmanın doğasındaki spontane durum, insanların üzerinde hiçbir verinin sağlayamayacağı bir yankı uyandırabiliyor. Ve kamusal alan, galeri veya müzede mümkün olmayacak türde bir katılımı tetikleyerek, bunu benzersiz bir şekilde sunuyor.
Son olarak, serginin adıyla da birlikte, “izleyicinin yapıtlarla karşı karşıya geldiğinde tamamlandığı fikrinin altını çiziliyor ve bu anlayışla, yerleştirmeler ve mekâna özgü çalışmalar, sergiyi ziyaret edenleri dinamik bir keşif sürecine davet ediyor.” İzleyicilerin sergiden neyle ayrılmalarını hayal ediyorsunuz?
Ben sanatın işbirlikçi doğasına inanıyorum. İzleyicilerin algısı, hareketleri ve kişisel deneyimleri sanat eserlerini hayata geçiriyor ve her bir kişi için ayrı, benzersiz bir karşılaşmaya dönüştürüyor. Senin beklenmedik seyahatin’in ziyaretçilere kendi varlıkları ve bir mekândaki etkileri konusunda yüksek bir farkındalık deneyimleyecekleri bir alan sağlamasını dilerim. Belki de ziyaretçiler, ışık, renk ve biçimin kendi duygularıyla nasıl etkileşime girdiğine dair yeni bir anlayış keşfedecekler, sanat eseri ve müze tarafından duyulduklarına ve hatta eserlerin onlar tarafından henüz söylenmemiş bazı düşünceleri dile getirdiğine dair bir duyguyla ayrılacaklar.
“GÜNEŞ, DENİZ, KUM VE SANAT” Sayısı
ArtDog Istanbul basılı dergi satış noktalarını görmek için tıklayın.
Kapak Fotoğrafı: Sucuk & Bratwurst, Sand Ca(r)stle, fiberglas, 120x2x0.9 metre, 2024, Mercedes Benz ve PİLEVNELİ iş birliği