Balık hafızalı bir toplumuz. Belki de en sık duyduğumuz, dert yandığımız sorunlardan biri bu. Türkiye, hafızasızlık sorununu sadece günlük yaşamda değil, kültür-sanat alanında da yaşıyor. Köksüzlük ve hafızasızlık Türkiye tiyatro tarihi için de bir sorun. Evet, bir tiyatro müzesine ihtiyacımız var. Hem Türkiye tiyatro tarihinin arşivini ve belleğini korumak hem de bugünün sahnelerini daha ileri taşımak için.
Ne yazık ki yakın geçmişte tiyatro belleğini ve arşivleri korumak için birkaç girişim olsa da bunların da nihayete ermediği görülüyor. Bu da temel bir soruyu beraberinde getiriyor: “Neden bir tiyatro müzemiz yok?”
Türkiye Tiyatro Vakfı’nın kurucusu Esen Çamurdan, tiyatro hafızası ve arşivinin korunmasındaki eksiklikten önce bu durumun her alanda geçerli olduğunu söyleyerek söze başlıyor: “Kalıcılığı önemsemiyoruz, geçmişi, deneyimleri gerçek anlamda tutmayı bilmiyoruz ya da istemiyoruz. Bu nedenle kurumsallaşamıyoruz, sistemi bir türlü oturtamıyoruz. Ben bunu göçebe geçmişimize bağlıyorum, derinine inemiyoruz hep yüzeysel yaşıyoruz, ‹mış gibi’ yapıyoruz; her şey genel-geçer değer taşıyor.”
Dikmen Gürün genel olarak hafıza konusunda zayıf bir toplum olduğumuz konusunda hemfikir. “Belleksiz bir toplumuz demek belki kesin bir yargı olsa da genelde öyleyiz” diyor ve konunun tiyatro boyutuna geliyor: “Dünü okuyabilecek, anlayabilecek, yorumlayabilecek, dünle bugün arasında köprüler kurabilecek oluşumlardır arşivler. Zengin arşivler, kitaplıklar, araştırmacılara ya da salt bilgi dağarcığını güçlendirmek isteyenlere daima alan açar. Çağımızın hızlı bilgi sistemlerinden farklı bir olay bu. Bu bağlamda belli başlı üniversite ve devlet kitaplıklarının sağlam temellere dayandığını düşünüyorum. Ama tabii ki söz konusu kitaplıkların, arşivlerin azami titizlikle korunmaları, beslenmeleri gerektiğini de vurgulamak gerekir.”
Kişisel Arşivleri Korumak Çok Zor
Bir arşiv ve müzeninin gerekliliğini konuşmak maalesef genellikle kayıpların ardından aklımıza geliyor. Yıldız Kenter, Münir Özkul, Gülriz Sururi, Toron Karacaoğlu, Engin Cezzar, Müşfik Kenter, Mücap Ofluoğlu, Metin And ve Hagop Ayvaz gibi Türkiye tiyatrosunun en önemli isimlerini ve değerlerini kaybettik. Bu isimlerle birlikte maalesef tiyatro belleğimiz de yitip gidiyor. Kişisel arşivler için de durum çok parlak değil. Muhafaza etmek, tasniflemek ve kolektif bir hale getirmek gibi zorlayıcı yönleri var. Kişisel arşivlerin korunmasının ne kadar zor olduğunu gösteren en güncel örnek 50 yıllık geniş bir tiyatro arşivi bulunan Ali Poyrazoğlu’nun arşivinin büyük bir kısmının yangında yok olmasıydı.
Gürün, Ali Poyrazoğlu arşivinin bir yangınla yok olmasının çok üzücü olduğunu söylüyor:
“Kuklaların yeniden yapılacak olması sorunu bir noktaya kadar çözer belki. Ama yılların yazılı malzemeleri, fotoğraflar vs kolay yerine konamaz diye düşünüyorum.”
Kayıpların yanı sıra Türkiye’de tiyatro sanatı sansür, ekonomik baskılar, fiziksel baskılarla da mücadele ediyor. Mevcut sorunlara üç yıl önceki pandemi ve sahnelere etkilerini de ekleyince ortaya çıkan tablo çok da çiçek bahçeleri vaat etmiyor. Tam da bu nedenle tiyatroya dair yapılan her şey, atılan her adım daha da kıymetli hale geliyor.
Türkiye Tiyatro Vakfı’nın kurucusu Esen Çamurdan, Türk tiyatrosu arşivlerini toplama ve dijitalleştirme çalışmaları üzerinde bir yıldan fazla bir süredir çalıştıklarını belirtiyor. Çeşitli tiyatro profesyonellerinden katkılar aldıklarını ve bu materyalleri düzenlemek, korumak için çağdaş arşivleme tekniklerini kullandıklarını şöyle anlatıyor: “Çok değerli tiyatro kişilerimiz arşivlerini bize emanet ediyorlar. Bağışlanan her türlü malzemeyi tasnifliyoruz, ardından çağdaş arşivleme ölçütlerine uygun olarak kurguladığımız bir envanter programıyla dijitalleştirip kayıt altına alıyoruz. Kapsamlı koleksiyonları –yer darlığından- şu aşamada kabul etmememize karşın elimizde Kani Kıpçak, Mehmet Akan, Başar Sabuncu, Refik ve Hale Eren, Metin Deniz, Mücap Ofluoğlu arşivi gibi Türk tiyatrosu açısından oldukça değerli malzeme birikti. Toplam 30’a yakın farklı koleksiyondan binlerce basılı belge, dijital kayıt, yayın vb. var. Arşivimizin bir özelliği de çizim, eskiz, tasarım gibi kişisel çalışmaların ağırlıkta olması.”
Çamurdan ayrıca birkaç istisna dışında özel tiyatroların arşiv tutabildiklerini sanmadığını da söylüyor. Güncel durumu ise “Bildiğim kadarıyla İBB Şehir Tiyatroları’nın bir zamanlar Darülbedayi döneminden kalma çok zengin bir arşivi vardı ama ve de ne yazık ki bu zamanla çok eksildi ancak birkaç yıldır yeniden toparlama çalışmalarının yapıldığını duyuyorum. DT, Ankara merkezli arşiv tutuyor, internette ise dar kapsamlı da olsa yayınlıyorlar ama çok eksik ve yer yer yanlış bilgiler var” sözleriyle anlatıyor.
Sansürden devlet desteğine, mekan sıkıntısına kadar uzanan sorunların yanı sıra gitgide hafızasını yitiren bir toplumda tiyatro tarihinin bilinmesi, korunması ve bir tiyatro müzesiyle gelecek kuşaklara aktarılması tam da bu nedenle önemli aslında. Çamurdan, “Tiyatro müzesinin yokluğu o kadar çok şeye mal oluyor ki…” diyerek başladığı sözlerine şöyle devam ediyor: “Arşivi tutulmayan tiyatro kültürü belleksiz bırakılıyor demektir. Çünkü arşiv bellektir, bizimle iletişime geçer, bize bir şeyler anlatır arşiv, onu dinlemeliyiz, onun aracılığıyla kendimizi tanımalıyız. Arşivin evi de müzedir. Bir tiyatro müzesinin yokluğu oldukça zengin olan tiyatro kültür mirasımızın yadsınması anlamına gelir. Tiyatro kültürünün geçmişsiz yani belleksiz bırakılması da her şeyden önce tiyatro sanatımızı geçmişsiz/köksüz, dolayısıyla geleceksiz kılar.”
Çamurdan, sansür, devlet desteği veya mekan sorunlarının yıllardır tiyatro dünyasının canını yaktığını belirtirken her bir konuyu ‘gayya kuyusu’na benzetiyor. Bu sorunlara bir de bellek sorunu ekleniyor tabii…
Zamanın Bilincinde Olan Kentler…
Çamurdan’a göre, belleğini yitiren bir kent, içinde barındırdığı insanlık mirasının yok oluşuna zemin hazırlıyor. Bu da bir anlamda kentin kendini yoksullaştırmasına neden oluyor. Çamurdan şehir hafızası, kültürel kimlik ve bellek ilişkisini ise şöyle yorumluyor: “Geçmişi özümseyen kentler kültürlerini zenginleştirerek ayakta tutan kentlerdir. Bu yönleriyle bir ‘kültür arşivi’ işlevini görürler. ‘Zamanın bilincinde olan kentler’ de diyebiliriz bunlara. Bu bağlamda tiyatro müzesinin temel işlevlerinden biri, sıkça sözünü ettiğim, “kent/sanat/kültürel kimlik’ buluşmasını sağlamaktır. İstanbul, böyle bir buluşmayı her yönüyle yaşaması ve bizlere yaşatması gereken bir dünya kenti. Edward Bond, ‘Biz içgüdülerimizle değil, kültürümüzle varız’ der. İşte bu kültürün taşıyıcılarından biri de müzelerdir. Müzelerimiz var ama tiyatro müzemiz yok! Tiyatro müzesi olmayan, buna gereksinim duymayan bir düzende lafı fazla uzatmaya gerek var mı?”
Gürün de Türkiye’nin tiyatro belleğinin korunması için en azından başta İstanbul olmak üzere belli başlı kentlerde tiyatro müzelerinin kurulmasının teşvik edilmesi gerektiğine dikkat çekiyor. Ayrıca tiyatro ile ilgilenen herkesin bu eksiliği duyduğunu ancak yönetici kadrolarda benzer endişelerin olmadığını da söylüyor: “Aslında, bu durum yönetici kadroların sanata bakışlarıyla doğru orantılı. İktidarda olanlar bu eksikliği duymuyorsa da elini taşın altına koymaya hazır olan özel teşebbüsü destekleyecek. Desteklemeli, kösteklemek yerine… Bir örnek vermek gerekirse; 2000’lerin başlarında Zeliha Berksoy’un girişimleriyle Semiha Berksoy Müzesi için tahsis edilen küçük bir bina, sonradan sanatçının elinden alındı. Neden? Dönemin Beyoğlu Belediyesi, şu ya da bu nedenle, öyle uygun gördüğü için! Yakışmaz mıydı ilk opera sanatçılarımızdan biri, hatta birincisi olan Semiha Berksoy adını taşıyan bir müze bu şehre?”
Gürün, Esen Çamurdan’ın tamamen kendi olanaklarıyla kurduğu Türkiye Tiyatro Vakfı için de soruyor: “Devlet kurumlarının destek sağlaması gerekmez mi böyle bir girişime?”
Öte yandan Gürün, içindeki umudu kaybetmeyenlerden. Tiyatro hafızasının korunması ve bir müzenin hayata geçirilmesi için o kentte yaşayanların da önemli görevleri olduğuna inanıyor. “Her şeyden önce birey kişisel tarihiyle olduğu kadar kent tarihiyle de hesaplaşmak durumunda” diyen Gürün, sektör insanlarının bu gerçeğin bilincinde olduklarına inanıyor. Ayrıca bu bilinçlenmenin her geçen gün arttığını da düşünüyor. Bu inancını da bir örnekle açıklıyor: “Birkaç yıl önce, bir açık hava müzesi niteliğine sahip Rumeli Hisarı’ndaki tiyatro sahnesinin orta yerine mescit inşa ettirenler sanmam ki bugünlerde ve yarınlarda böyle bir şey yapabilsinler…”
Mehmet Birkiye ise bir müzenin gerekliliğini konuşmadan önce geçmişin bugünü yarattığına dair kabul görmüş düşüncesini sorguluyor: “Tüm toplumlar gibi bizim toplumumuz da, geçmişin bugünü yarattığına dair genel kabul görmüş bir düşünceyi paylaşıyorlar sanırım. Geçmiş bugünün yaratıcısıdır ya da sorumlusudur. İyi ve kötü günlerin nedenlerini anlamak için dönüp geçmişi bakmak, sorunun başlangıcını orada aramak gerekir diye düşünenimiz çoktur desem, büyük bir yanılgının içine düşmem her halde.”
Müze, Bugün Ne Olduğumuzu da Belirler
Birkiye’ye göre müze, geçmişin kaydını tutmanın yanı sıra bugünün de bir belirleyicisi. Ve tam da bu nedenle gerekli: “Diyelim ki; bugünü değerlendirmek için geçmiş en önemli kriterlerden biridir. Peki ama hangi geçmiş? Geçmişi kim belirleyecek? Zamanın sisleri içerisinde geriye dönüp kim olguları açığa çıkaracak? Ayrıca bu geçmişe bakış, manipülasyona açık değil mi? Bugünü dünya görüşüme uygun yorumlamak için kurgusal bir geçmiş yaratamaz mıyım? ‹Bizim oyuncularımız geçmişte de çok nitelikliydi’ diye bir önermede bulunsam; ‹geçmiş’ için hangi kanıtları sunacağım; herhalde bu oyuncuları izleyenlerin yorumlarından başka bir şey aktaramam. Genellikle nesnel değil beğeni üzerine bir eleştiri geleneği olan ülkemizde bu iyice güç olabilir. Oysa bir müze kurgusal olmayan -ya da en az kurgusal olan- geçmişi yaratabilir. Bir müze sadece geçmişte ne yaptığımızı değil, bugün ne olduğumuzu da belirler. Ülkemizde özellikle tiyatro alanında buna gereksinim olduğu kanısındayım. Yani ben nasıl bir tiyatrocuyum ya da bu topraklardaki tiyatronun neresinde duruyorum sorularına, bir nirengi noktası olarak cevap verebilir. Ki bence Türkiye tiyatrosunda en önemli sorunlardan biri tiyatroyla uğraşanların konumlarını belirleyememeleridir. Çünkü belirleyebilecekleri bir nirengi noktası yok. Tiyatro müzesi bunun yolunu açabilir. Ancak eğer toplumsal hafızamızı yitiriyorsak, demek ki çağımız bu yöne doğru değişiyordur. Belki müze bunun durduramaz ama hiç değilse yitirdiğimizi hatırlatabilir.”
Birkiye ayrıca bir tiyatro müzesine gereğinden fazla sorumluluk yüklemeyi ya da önem atfetmeyi çok anlamlı bulmadığını söylüyor ve nedenini açıklıyor: Toplumsal belleğin bir parçasıdır. Evet, ama nüfusunun %4’ünün yılda bir ve birden fazla tiyatro izlediği bir ülkede tiyatronun önemi ne kadarsa, tiyatro müzesinin önemi de o kadardır. İdari kararlar, kamu kaynaklarının kullanımı da buna göre olacaktır. Toplumlar iyi niyetli de olsalar zorlamaları kusuyorlar ne yazık ki. Bazı duyarlı kamu görevlileri ve seçilmişler biz tiyatrocuların olmasını istediği adımları atmaya, kurumları oluşturmaya çalıştılar ama toplumdan gelen güçlü bir arzu olmadığı için, yapılanlar bir süre sonra dağılmaya başlıyorlar ya da hepten yok oluyorlar.”
Birkiye ayrıca, bir zamanlar var olan ancak ne yazık ki dağılan Tiyatro Müzesi’nin, seyirci veya meslek erbabı olsun, tiyatroya ilgi duyan herkes için bugüne nasıl bakıldığını, nasıl bir kurgu içinde değerlendirdiğini, kendi zamanını nasıl algıladığını, sorunların nasıl çözüldüğünü anlamak iyi bir araç olabileceğini savunuyor. Bir tiyatrocu için de “Bilinç dışına düşmüş bir gerçeklikle yüzleşmek gibi yeni farkındalıklar yaratabilir” diyor.
Ancak, böyle bir müzede nelerin yer alacağını düşünmeden önce, siyasi ve idari değişimlerden etkilenmeyecek bir müze nasıl kurulabileceği konusunda düşünmemiz gerekiyor sorularına da dikkat çekiyor: “Bu da kabaca bağımsız bir yapı ve kamu kaynağının kullanımı demektir. Vakıf çok uygun bir model tabii ki. Ancak temel sorun şu; bu vakfı kim nasıl kuracak, kamu kaynaklarının kullanılması için nasıl bir yol izlenecek? Seçilmişler ve bürokrasi ile nasıl bir ilişki kurulacak? Kimler vâkıf olacak? Tabii asıl soru; bu kişiler tiyatro müzesinin bir gereklilik olduğunu bilen insanlar mı yoksa ikna mı edilecekler? Yani tiyatro müzesinin kerameti bizden mi menkul?”
Tüm bunlar neden bir tiyatro müzesine ihtiyacımız olduğunu bir kere daha hatırlatıyor. Evet, bir tiyatro müzesine ihtiyacımız var. Hem Türkiye tiyatro tarihinin arşivini ve belleğini korumak hem de bugünün sahnelerini daha ileri taşımak için. Peki, hayalini kurduğumuz bu müze nasıl olmalı? Müze denilince hemen hemen hepimizin zihninde benzer şekilde canlanan bir yapı mı? Ziyaretçileriyle arasında nasıl bir diyalog olmalı, tek amacı ‘sergilemek mi?’ olmalı, mimari yapısında nelere dikkat etmeli?
Son sözü, uzun süredir bir tiyatro müzesinin gerekliliğini anlatan ve çalışmalar yürüten Çamurdan’a bırakıyor ve ona hayalindeki tiyatro müzesini soruyoruz: “Türkiye tiyatrosunun arşivini bir arada tutan, onu zenginleştiren, paylaşıma açan; yalnızca koruyan değil, değerlendiren, araştıran, yayın yapan dünden bugüne kalanları araştırmak ve gün yüzüne çıkarmakla yetinmeyip bugünden yarına kalacakları da kayıt altına alan; tiyatromuzun öyküsünü günümüze dek getiren, onun çokkültürlü doğasını yansıtan; bilinenleri güçlü referanslarla sorgulatan ve yeniden düşündürten; gerek mimari yapısı gerekse sergileme biçimleriyle çocuk ve engelli ziyaretçilerini gözeten bir müze…”