Küratörün Gözünden “İntrospektif: Zamanda Rastlaşmalar” - ArtDog Istanbul
"İntrospektif: Zamanda Rastlaşmalar" sergisinden. Galeri Nev, İstanbul, 2023

Küratörün Gözünden “İntrospektif: Zamanda Rastlaşmalar”

/
Gallery Nev
Gallery Nev

Galeri Nev İstanbul’un’ yeni grup sergisi “İntrospektif: Zamanda Rastlaşmalar” geçtiğimiz günlerde açıldı. Murat Akagündüz, Erol Akyavaş, Nejad Devrim, Nermin Er, Tayfun Erdoğmuş, Ahmet Doğu İpek, Murat Morova, Füsun Onur, Alev Ebüzziya Siesbye ve Hale Tenger’in üretimlerini bir araya getiren sergi, aynı zamanda galerinin 35. yılına denk düşmesiyle de kendi içerisinde özel bir anlam barındırıyor.

Galerinin 35. yıldönümüne denk düşen sergi, bu yolculuğa farklı zamanlarda eşlik eden sanatçılardan bir kısmının hem yaklaşım hem de kavram ve formlar üzerinden ilişkilenen üretimleri dört bölümlük bir anlatıyla mekâna yayıyor.

“İntrospektif: Zamanda Rastlaşmalar” sergisinden.

Serginin küratörü Gizem Gedik ile “İntrospektif: Zamanda Rastlaşmalar”, Galeri Nev İstanbul ve sergideki işler üzerine konuştuk.

  • Galeri Nev İstanbul’da açılan “İntrospektif: Zamanda Rastlaşmalar” başlıklı grup sergisi, bir yandan galerinin tarihine ve tarihi boyunca birlikte çalıştığı sanatçılara ışık tutarken diğer yandan oldukça önemli isimleri bir araya getiriyor. Öncelikle “İntrospektif: Zamanda Rastlaşmalar” sergisi, galerinin tarihçesine dair bize neler söylüyor, ne tür zamansal rastlaşmalar içeriyor?

Bugün Türkiye’de çok sayıda genç ve aktif galeri görebilsek de yaşı 30’u aşan galerilerin bir elin parmaklarını geçmediğini fark ediyoruz. Ülkenin değişen şartları, sanatçı ve sanat eserlerinin farklı dil ve tekniklere evrilmesi, bununla beraber sanat piyasasının değişen ve gelişen aktörleri bu sabit mekânlı yapıların sürekliliğini ve dengesini etkiliyor. Tabii ki sanat galerileri devlet veya özel sektör destekli kurumlara ya da inisiyatif gibi yapılara göre ticari kaygının ön planda olduğu, artık farklı modellere yönelse de temelde sanatçı temsiliyeti üzerinden ilerleyen, yönetimleri ve kriterleri ise günümüzde çokça sorgulanan yapılar hâline geldi.

Mekâna Yayılan Dört Farklı Tema

Tüm soru ve sorunlara rağmen gerçek olan bir şey var ki o da bu temsiliyet sisteminin yıllar içinde sanatçıların kendi aralarında ve galeri mekânında buluşan eserler arasında kurulan diyalog ve dengeye dair önemli sözler söylemesi. Kurucularının vizyonuna ve zaman içinde sanatçıların birbiriyle olan temasına yönelik birçok ipucu yakalayabileceğimiz bu eserler, mekân sayesinde belli bir zaman çizgisinde buluşma şansını yakalıyor. Bu sergide de galerinin otuz beşinci yılının içinde olmamız dolayısıyla bugünden geçmişe bir pencere açmak, farklı sanatçıların görsel dili, kavramsal dünyası ve yaklaşımları üzerinden kurulan yakınlıklar üzerinden zaman ekseninde bir eşleşme yaparak bir kurgu oluşturmak amaçlandı diyebilirim. Uzun zamandır görmediğimiz bazı eserleri depodan çıkarmak, yeni üretimleri teşvik etmek ve aradaki zaman faktörünü şeffaflaştırmak çok önemli oldu.

“İntrospektif: Zamanda Rastlaşmalar” sergisinden.

Bir küratöryal tema üzerinden gitmek yerine kapsayıcı bir başlık altında aslında mekâna yayılan dört farklı tema oluşturduk. Sergiye bu temaların hepsinin içinde kendi eşleşmesi ve eserlerin tekil değil birbirini bütünleyici şekilde değerlendirildiği metinler de eşlik ediyor. Bu ilişki biçimlerini keşfetmeye yönelik çaba sayesinde bana göre önemli sonuçlardan biri, başka temalar altında bir arada göremeyeceğimizi düşündüğümüz bazı isimlerin aynı mekânda buluşmuş olması ve zamanlar arası bir okuma alanı yaratılmış olması. Bu vesileyle Galeri Nev İstanbul’un kurucusu Haldun Dostoğlu’na otuz beş yıllık vizyonu ve emekleri için ayrıca teşekkür etmek gerekir, tabii sergideki ve galeri tarihindeki tüm sanatçılara da.

  • “İntrospektif: Zamanda Rastlaşmalar”da sanatçılar Murat Akagündüz, Erol Akyavaş, Nejad Devrim, Nermin Er, Tayfun Erdoğmuş, Ahmet Doğu İpek, Murat Morova, Füsun Onur, Alev Ebüzziya Siesbye ve Hale Tenger’in işleri bir araya geliyor. Söz konusu bu isimler Galeri Nev İstanbul’un serüveninde nasıl bir yerde duruyor, nasıl bir değer temsil ediyor?

Galeri Nev İstanbul’un en önemli özelliklerinden biri, sanatçıların zaman içinde oluşturduğu jenerasyonlar arası diller ve bu dilleri oluşturan tavırlar arasında çok önemli bağlantıların bulunması. Otuz beş yıllık bir galeri olunca tabii ki 90’ların modern sanatçılarından bugünün değişen görsel ve kavramsal üretim biçimlerine pek çok eserle karşılaşma imkânı oluyor. Örneğin 1923 doğumlu Nejad Devrim’le 1970 doğumlu ve yakın zamanda temsil etmeye başladığımız Murat Akagündüz’ün mekânda adeta birbirinin uzantısı gibi bir ifade biçimi yakalayan eserleri ya da Ahmet Doğu İpek’in siyaha, karanlığa dair çağrışımları genişleten kavramlarıyla Alev Ebüzziya’nın yakın dönemde yöneldiği siyah çanakları; Hale Tenger’in adaletsizlikler ve ötekileştirmelere dair bir eser kurgusunu Füsun Onur’un sesini ve gözlerini kullanarak üretmesi ve bunu sergide mekâna göre yeniden düzenlemesi, Erol Akyavaş’ın İslam estetiği ve felsefesine dair çalışmalarının adeta bir sonraki nesilde yerini Murat Morova’nın benzer sembollerle ancak daha heterodoks bir ikonografiye yönelmesine bırakması gibi detayların bu yolda göz ardı edilmeden bütünsel olarak da ele alınması gerekiyor diye düşünüyorum.

Nejad Devrim, İsimsiz, 1954, Kağıt üzerine guaj, 41,5 x 50,5 cm.

Dolayısıyla bu isimler, galerinin serüveninde hem birbirleriyle kurdukları bağlantılar ve galerinin dilini oluşturmaya yönelik katkıları, hem de istikrarlı şekilde hep benzer fikir ve meselelere sadık kalarak kendi pratiklerini geliştiren bir noktada durmaları açısından çok önemli. Benzer dertler ve görsel dillerle yola çıkan, süreç içinde de birbirine aktarılan belli izler ve temalar var. Aynı zamanda bu, hayatta olan sanatçıların birbirleriyle kurduğu galeri içi ve galeri dışı diyaloglarda da hissiyat olarak bize yansıyor. Hepsi sanatçı olarak biricikliğini korurken, zamanla kümülatif bir okumanın yolunu da açmış oluyor böylelikle.

  • “İntrospective”, sizin de vurguladığınız gibi “kendini bilmek ve tanımak için kendine içeriden bakma, içgözlem” anlamına gelen oldukça özel bir kavram. Peki sergideki işler, nasıl bir “içgözlem”in ürünü olarak değerlendirilebilir? Serginin merkezinde yer alan bu kavramı nasıl yorumlarsınız?

İçgözlem/içebakış anlamına gelen ve daha çok psikolojide kullanılan bu terim, kendimizi dış dünyadan biraz izole ettiğimiz ve içimize dönmemizin önemini keşfettiğimiz böyle bir zaman diliminde daha anlamlı bir hale geliyor tabii ki. Burada bu terimin galeri üzerinden kullanılması, galerinin sanki özneleşerek gözlerini kendine çevirmesini çağrıştırıyor. Bir sanat galerisinin sürekli olarak dışarıya yönelmesi, kendini devamlı yenilemesi, takvimini doldurması, dünyayla iletişimine en aktif biçimde devam etmesi beklenirken bir yandan da sakinliği, dingin bir zihni ve yaratıcılığı aktive etmesi gereken, fikir üretmek için kendine de dönmesi gereken bir yapıda olması bir çelişki yaratabilir elbette. Bu nedenle bugüne kadar yapılanlara bakmak, arşivi ve depoları karıştırmak, dengeleri analiz etmek, kendi etkisiyle yaratılan diyaloglara, dillere dair yeni okumalar yapmak oldukça önemli. İntrospektif de tam bu noktada, bu yapıya kendi temsiliyetinde olan ve zaman zaman galeri mekânında denk gelen sanatçılar üzerinden bakmak için güzel bir ifade biçimi oldu. Sergi, böylece tek bir kavramsal çerçeve etrafında uygun olan işleri bir araya getirmek yerine aslında tamamen eserlerin kendilerinden ve sanatçıların yaklaşımlarından doğan bir hikâyeyi dinlemeye aracılık ediyor diyebiliriz. Mevcut olanı ortaya yeniden koyarken, elbette dikkatli seçimler yapmak ve bu bağlantıları doğru şekilde vermek çok hassas bir konu. Burada küratöryel yaklaşım da bu nedenle sanatçıların kendi iç bağlantılarını analiz etme ve mekâna aktarırken yeni bir kurgu içinde ele almak yönünde oldu.

Füsun Onur, Gölge Oyunu, 1987, Kumaş perde yerleştirmesi, 205 x 135 cm.
  • Sergideki birçok iş, birbirleri ile diyalog kuracak biçimde, belirli paralellik, ortaklık ve dil bütünlüğü ile bir araya getiriliyor. Bu anlamda işin arka planındaki küratöryel çalışmaya ayrıca dikkat çekmek gerek. Sergi fikrini geliştirirken gerek sanatçılar gerekse eserler bakımından nasıl bir bütünlük düşüncesi ile hareket ettiniz? Sergideki işlerin birbirleri ile kurdukları diyalog/ilişki/temas üzerine neler söylersiniz?

Galerinin içinden, ekipten biri olarak dışarıdan bir küratörün farklı değerlendirebileceği bazı işler ve süreçlerle doğrudan temasım olması dolayısıyla zaman zaman üzerine düşündüğüm, elimin biraz daha altında sayılan işler ve konulardan hareket etmiş oldum. Genellikle bir serginin kıvılcımı bazen bir süredir kafa yorulan bir konudan, bir eserden, bir metin, bir ifade veya teorik bir kaynak gibi birçok yerden gelebilir. Buradan yola çıkarsınız ve bu yayılarak, sizin hassasiyetleriniz ve birikiminize göre bağlantılar kurarak ağlarını örmeye devam eder. Burada da benim kıvılcımım öncelikle iyi bildiğim, tanıdığım ve üretim süreçlerindeki bağlantıları bir süredir incelediğim sanatçıların tavırlarından ortaya çıktı; galeriye dönük bir değerlendirme yaparken de bunları inceleme arzusundaydım. Buna uygun eserler de tabii ki devamında kurguya yerleşti, sanatçıların fikirleri ve önerileri de çok etkili oldu.

Yetmiş Yıllık Bir Birikim

Öncelikle Hale Tenger-Füsun Onur ve Ahmet Doğu İpek-Alev Ebüzziya bağlantıları üzerine kafa yormuştum, Hale Tenger’le geçmiş tarihli bir eserini yeniden ele alma konusunda bir karara vardığımızda serginin devamını kurgulamaya başladım ve bu eşleşme fikri daha da somut hâle geldi. Galeri sanatçılarının geneline baktığımda kâğıt üzerine desen pratiğinin öne çıktığını fark ettim ve bu noktada da en eski sanatçılarımızdan biri olan Nejad Devrim’in desenini merkeze alan bir kompozisyonla üç sanatçıyı (Nermin Er, Tayfun Erdoğmuş ve Murat Akagündüz) aynı zemin üzerine dağıtarak bir kurgu yapma fikri ortaya çıktı. Bu eserlerin bazıları, galeri mekânında gerçekten de tahmin ettiğim gibi birbirinin izlerini taşırcasına veya birbirlerinin uzantılarıymışçasına konumlandı. Serginin Murat Morova ve Erol Akyavaş’ın tamamen evrenin döngüselliğine, tasavvuf kaynaklı manevi düşüncelere dayalı eserleriyle bitmesi, gerçekten de içeriden dışarıya / evden evrene yönelen bir okuma alanı oluşturdu. Bu, aslında dört gruba ayrılsa da eserler arasındaki bağlantıları bütünde de daha güçlendiren bir kurguya dönüştü.

Nermin Er, Gümbürtü I, 2022, Kağıt üzerine müdahale, rölyef, 72 x 52 cm.
  • Sergide kimi sanatçıların yeni, kimilerinin ise geçmiş üretimleri yer alıyor. Bu noktada mevcut ve yeni eserleri bir araya getirme sürecinde nasıl bir yol izlediniz? İsim ve eserlere nasıl karar verdiniz?

Bu konunun çok organik şekilde geliştiğini ve tamamen sanatçıların isteğine, tercihine göre şekillendiğini söyleyebilirim. Fikri tek tek sanatçılara danışarak geliştirdiğim için burada da en çok onlar yön vermiş oldu. Bazı sanatçıların eserleri en baştan belirlendi, ama örneğin Hale Tenger’in kamusal alan işini iç mekâna göre yeniden kurgulaması gerekiyordu ve dolayısıyla bu bittiğinde yeni bir iş olarak karşımıza çıktı. Füsun Onur’un elimizde olan iki eseri de bu işle kafamdaki kurguda doğrudan eşleşti. Ahmet Doğu İpek ve Alev Ebüzziya’nın eserleri arasındaki bağlantılar da birbirleriyle olan hassas diyalogları da zaten çok belirgin ve en başında o görüntüyü kafamda canlandırabilmiştim. Kâğıt üzerine olan eserlerden öncelikle Nejad Devrim’i merkeze koyma düşüncesiyle Murat Akagündüz ve Nermin Er’e bu eserleri göstermiştim, zaten onların üretimleri de büyük yakınlıklar içeriyordu ancak sergiye geçmiş çalışmalarından bazılarını dahil etmek yerine yeni işler yapmayı tercih ettiler. Tayfun Erdoğmuş’un kâğıt işleri ise birkaç senedir aklımı kurcalayan ve bir sergi için düşündüğüm, burada da temayla çok iyi bir bağ kurduğuna inandığım bir seri ve bu kurguda da çok iyi konumlandığına inanıyorum. Murat Morova ve Erol Akyavaş’ın ise mevcut eserlerinden birbiriyle çok güzel ilişkilenen iki tanesini seçtik. Akyavaş eserini Haldun Bey’in desteğiyle Ilona Akyavaş’tan ödünç aldık. En başında vurguladığım gibi, burada önemli olan sanatçılar arasındaki hassas bağlantıların vurgulanmasıydı ve eski-yeni birbirine karışarak, hatta bazı sanatçıların eserleri de mekânda birbirine karışarak bu etkiyi yarattı diye düşünüyorum. Eserlerin yapım tarihine baktığımızda, galeri mekânına dağılmış şekilde neredeyse yetmiş yıllık bir birikimi görebiliyoruz.

İlginizi çekebilir:  Mutlaka Görün: "Natura"
Hale Tenger, Yüz Yüze, 2001-2022, Tek kanallı renkli video ve ses yerleştirmesi, 7’52″. 5+1 Edisyon
  • Hale Tenger ile Füsun Onur’u buluşturan eserler, hem bu iki ismin birbirleri ile geliştirdikleri yakınlığı somutlaştırmaları, hem de sanatçıların üretimleri arasında diyalog kurmasıyla kendilerine özel bir alan açıyor. Özellikle Tenger’in Yüz Yüze’si (2001-2022), bu noktada benim dikkatimi çeken bir eser. Tenger, bu eserinde Füsun Onur ile nasıl bir birliktelik kurdu ve ona üretiminde nasıl bir rol/yer verdi?

Hale Tenger’in Yüz Yüze adlı eseri, esasında Hollanda’nın Tilburg kentinde “Shadows ‘n’ Silhouettes” adlı bir sergi için 2001 yılında yapılmış bir kamusal alan yerleştirmesi. Kentin binalarını uzun süre inceledikten sonra Tenger, kendine uygun bir bina bulmuş ve bu yapının süslemeli, ana caddeye bakan bakımlı ön yüzüyle bakımsız bir fabrikaya bakan yan yüzü arasındaki uçurum ve gerilim üzerine bir hikâye kurgulamış. Bu hikâyenin metnini de kendisi yazmış. Bu binayı canlandırmak ve bir kadın sesinden aktarmak için aklına hikâye anlatıcısı olarak en uygun ismin Füsun Onur olacağı gelmiş. Füsun Hanım’ın da bu daveti kabul etmesiyle birlikte yan cephesine iki göz yerleştirerek ve karşısına kurduğu küçük bir kabin içinden de kulaklıkla dinlenecek şekilde Onur’un anlattığı hikâyeye kendi gözlerine bakarak kulak verilmesini sağlamış. Tabii ben bu işi fiziksel olarak görmemiştim, ancak galeri arşivi sayesinde ara sıra dönüp bakıyordum kayıtlara. Yer yer fantastik ve ironik, yer yer tarihsel notlarla bu bezeli masalsı tondaki anlatı, sınıfsal, sosyal, kültürel hiyerarşileri ve adaletsizlikleri ele alırken günümüzde de aynı anlamı belki daha bile güçlü şekilde koruyor. Bu eserde, bir yandan Füsun Onur’un kendisinin Tenger’in anlatısının içine yerleşmesi ve onun aracısına dönüşmesi söz konusu, hem de iki sanatçının içerisi-dışarısı kavramlarına ve düşsel hikâye anlatıcılığına dair bir buluşma var. Metnin Türkçesini Füsun Hanım seslendirirken İngilizcesini de Hale Tenger’in seslendirmesi de ayrıca çok incelikli bir detay. Onur’un 1987 tarihli perde enstalasyonu Gölge Oyunu ve 1975 tarihli İsimsiz adlı küçük kırmızı kapılı işiyle birlikte bu üçlü kurgu, ev kavramı üzerinden iki sanatçı kadının sesinin içeriden dışarıya yayılarak kendi dönemlerinin sosyal ve politik izdüşümleri yansıtması açısından çok değerli.

Murat Akagündüz, “İz” Serisi, Yankı III, 2022, kağıt üzerine grafit kalem, 82 x 112 cm.

İz, Gölge ve Işığa Dair Farklı Okumalar

  • Murat Akagündüz, Nermin Er ve Tayfun Erdoğmuş’un kâğıt işleri, iz-ışık-gölge oyunları ve doğa soyutlamalarıyla ön plana çıkan eserler. Sizi bu üç sanatçıyı özellikle “iz-ışık-gölge” üzerinden ele almaya yönlendiren ne oldu? Akagündüz, Er ve Erdoğmuş’un işlerinde izleri ve ışığın görünümlerini bu kadar değerli kılan nedir?

Bahsettiğiniz üç sanatçı da genel pratiklerinde çoğunlukla kâğıdın ve kâğıdın üzerine iz bırakan malzemelerin peşinde, onun keşfi ve arayışıyla uğraşan sanatçılar. Burada Nermin Er, genellikle olduğu gibi çevresinde gördüklerinin, gündelik yaşantısının izlenimlerinin dışa yansıması olarak kâğıt üzerine mürekkebi tercih ediyor ve Gökyüzü Notları adını verdiği bir seri ortaya çıkarıyor. Murat Akagündüz’ün grafit kalemle kâğıt yüzeyine bıraktığı izler (İz-Yankı Serisi) ise temsilden tamamen uzaklaşan, ufuk çizgisini yere indirmek ve yüzeyde başlayan bir davranışın izini sürmekle, bu esnada bedenin hareketini takip etmek, fiziksel olanla zihinsel mekânların arasında kendi gerçekliğini aramakla ilgili bir tavrın yansıması gibi. Nermin Er’in Gümbürtü serisi ve Tayfun Erdoğmuş”un Su Resimleri’nde ise kâğıdın dokusuna ve hafızasına dair izler görüyoruz. Gümbürtü serisinde Er, bir iğne kullanarak düzenli hareketlerle kâğıdın yüzeyini, dokusunu değiştirerek farklı bir forma dönüştürürken ve farklı açılardan gelen ışığa göre değişken yüzeyler yaratırken, Tayfun Erdoğmuş’un işlerinde bu kez ışığı merkezde görüyoruz. Sanatçı, burada filigran (watermarking) tekniğini uygulayarak resmi kâğıdın içine, hafızasına kaydediyor, ışık yardımıyla gördüğümüz imgeler aslında kâğıdın yapım aşamasında içine nüfuz eden malzemenin kâğıdı inceltmesi sayesinde oluşuyor. Artık kâğıt, müdahale edilen bir araç olmaktan çıkarak oluşum sürecinden itibaren sanatçının izini taşıyan bir malzemeye dönüşüyor. Hepsinde iz, gölge ve ışığa dair farklı okumalar olduğunu fakat birbirleriyle de özellikle doğa soyutlamaları üzerinden gelişen bir bağlantı noktasında buluştuklarını söylemek mümkün.

Alev Ebüzziya Siesbye, İsimsiz, 2020, h:26,5 cm, ø:31 cm.
  • Ahmet Doğu İpek’in Axis Mundi adlı dairesel işi ve siyah sulu boyalarıyla Alev Ebüzziya Siesbye’nin kara çanakları, yan yana temsil ettiği değer kadar kendi aralarında geliştirdikleri dille de özel bir yerde duruyor. İpek ile Siesbye’nin işlerini nasıl bir diyalog içerisinde ele aldınız?

Öncelikle iki sanatçının zihninin eliyle ve elinin de malzemeyle olan ilişkisi arasında büyük yakınlıklar var, aynı zamanda suluboya, kömür, kil gibi malzemelerle olan değişken ilişkileri, kendilerini malzemenin doğasına bırakarak o kontrolü dengede tutma yönünde arayışları da çok paralel. Ayrıca biraz daha ritüelistik ve tekrara dayalı bir üretim biçimleri var. Malzeme dışında, ortaya koydukları formlar arasında ise yine kendi içinde detayları değişen tekrarlara, boşluk ve doluluğa, maddeye ve hiçliğe dair de çıkarımlar yapmak mümkün. İpek’in eserlerinde siyahın tonlarını, farklı yoğunluklarda/akışkanlıklarda, yüzeyle kurdukları çeşitli ilişki biçimlerinde görüyoruz. Bazen her şey sanatçının elinin kontrolünde oluyor, bazen de malzemenin kendi sürecini yaşamasına izin veriyor. Ebüzziya’nın üretiminde de benzer şekilde, toprağa boyun eğme ve onu biçimlendirirken onunla uzlaşmak zorunda olma durumu var. Ayrıca Ebüzziya’nın kavradığı boşluğun içinde duran ve çanakların ağzından havaya karışan o tanımsız karanlık sanki oradan çıkıp yükseklere, İpek’in kağıtlarına ve tuvallerine nüfuz ediyor, orada sabitleniyor veya yeni bir hayata başlıyor. Kimi zaman da çanağın kuşbakışı görüntüsündeki halka, İpek’in siyahlarının sınırları hâline geliyor. Farklı bakış noktalarının etkisiyle bu eserler neredeyse birbirinin içinden dışına taşarak veya içini dışına yansıtarak yeni bir kurguda buluşuyor. Sergide siyahın tonlarında birleşen sanatçıların eserleri, aynı zamanda İpek’in uzun süredir üzerinde durduğu siyahın toprak ve melankoliyle ilişkisi, karanlık maddeler ve yansıttığı gizil enerjiler gibi konuları da vurgulayarak bu iki sanatçının işlerini bir bütün hâlinde okumamızı sağlıyor.

Erol Akyavaş, İsimsiz, 1994, Tuvale marufle kağıt üzerine akrilik boya, 91 x 126 cm
  • Son olarak, Murat Morova ile Erol Akyavaş’ın sembollerle dolu görsel dili, İslam estetiği, mikro-makro evren anlayışı ve tasavvuf bağlamında birbirleri ile nasıl bir yakınlık geliştiriyor?

 Erol Akyavaş ve Murat Morova’nın, mimar kökenli olmalarından sanat üretimlerindeki paralelliklere ve dünyaya bakış açılarına kadar hem teknik hem de kavramsal açıdan çok büyük yakınlıkları var. İkisi de gözlerini Doğu’ya, İslam felsefesi ve estetiğine, mistik etkisi yüksek olan yoğun sembollerle bezeli kompozisyonlara çeviren sanatçılar. Bunun için okudukları kaynaklar, referans noktaları ve kendilerini de bu yaşam yolculuğunda konumlandırma biçimlerinde büyük bir ortaklık söz konusu. İkisinde de tasavvuf felsefesine sürekli olarak gönderme yapan ancak birbirinden kolaylıkla da ayırt edebileceğimiz biricik bir görsel dil oluşmuş durumda, hatta kendi görsel ikonografilerini yarattıklarını söylemek mümkün. Burada sadece bir noktaya değinmek gerekir: Erol Akyavaş’ın bakış açısı daha ana akım İslam üzerinden gelişerek soyut bir mistisizme yönelirken, Murat Morova heterodoks İslam’a yakın ve daha politik bir noktada duruyor, nesiller arası fark olarak bunun belirgin olduğunu söyleyebiliriz. Ancak elbette etkilenilen konular, metinler ve görsel dil benzer olunca, ikisini hem detaylarda ayırt edebileceğimiz hem de paralelliklerini keyifle yakalayabileceğimiz semboller oluşuyor.

Sergide bir araya gelen eserlerinin ise belki de yoğun sembollerden ve göstergelerden arınmış, en sadeleşmiş kompozisyonlarından olduğunu söyleyebiliriz. İkisinde de yaşama, ölüme ve döngüsel zamana referans veren bu iki iş, resim dillerinin farkına rağmen mistik sembol ve anlatılarla ilişkilerine dair ufak ipuçları veriyor. Bu yalın çalışmalarda Murat Morova’nın kozmik latte rengindeki evreni toprak rengiyle sarılıp görkemli bir şekilde dağılıyor gibi görünürken, Akyavaş’ın altın rengi evreni- hatta belki de güneşi- göz alıcı şekilde parlıyor. İki sanatçının bir his ortaklığı üzerinde buluşan iki eseri yan yana gelince elbette özellikle onların altyapısını ve eser bütünlüğünü bilenler için çok özel, yeni bir kompozisyona dönüşüyor. Elbette sergi, bütün bu okumaların ötesine geçen yeni eşleşmelere, farklı rastlaşmalara da açık şekilde izleyicisiyle yorumlanmayı bekliyor.

“İntrospektif: Zamanda Rastlaşmalar” sergisini 3 Şubat’a kadar Galeri Nev İstanbul’da görebilirsiniz.

“İntrospektif: Zamanda Rastlaşmalar”

Previous Story

İçimizi Isıtan An’lar

Next Story

Gizli Hikâyeler

0 0,00
02_ArtDog_CD_Logo_RGB_Black

BÜLTEN

Türkiye ve dünyadan haftalık kültür-sanat haberleri, inceleme yazıları, sergiler ve etkinlikleri takip et.

Bülten aboneliğinde ArtDog Istanbul’un gizlilik sözleşmesini kabul etmiş olursunuz.