Gündüz Vassaf’tan bir Haksızlık Abidesi olarak Caravaggio

Psikolog ve yazar Gündüz Vassaf’ın İtalyan ressam Caravaggio’dan ilhamla tam yedi yılda yazdığı ilk romanı Ressamın İsyanı, Everest Yayınları’ndan çıktı. Vassaf ile demlenerek okunmasını tavsiye ettiği son kitabı vesilesiyle sanat, siyaset, yapay zekâ ve daha birçok konu hakkında konuştuk.

//

Gündüz Vassaf’ın yedi yılda kaleme aldığı Ressamın İsyanı, İtalyan ressam Michelangelo Merisi da Caravaggio’nun Azize Lucia’nın Gömülüşü resmini gördükten sonra büyülenen isimsiz bir karakterin arayış ve aşk hikayesini anlatıyor. İsimsiz karakter, haksızlıklarla dolu bir hayat geçiren Caravaggio’nun hikayesi üzerinden kendini sorgulayan uzun bir maceraya çıkıyor. Yaşadığı dönemde Katolik doktrinini sorgulaması, dini temalı resimlerde suçluları, fahişeleri model olarak kullanması gibi o dönemde suç olarak kabul edilen eylemleri nedeniyle defalarca hapis yatan Caravaggio’nun nasıl öldüğü ve mezarının nerede olduğu bilinmiyor. Ressamın yaşadığı tüm bu haksızlıkları sorgulayan ve Caravaggio’nun devrimciliğinin görmezden gelinmesini eleştiren kitap, kurmaca, deneme, anı ve biyografi gibi türler arasında gidip gelerek Caravaggio hakkındaki yanlışları düzeltmeyi amaçlıyor. Vassaf, Ressamın İsyanı kitabını ArtDog İstanbul okurları için anlattı.

  • Ressamın İsyanı İtalyan ressam Michelangelo Merisi da Caravaggio’dan yola çıkan bir arayış ve aşk hikayesi olarak özetleniyor. Caravaggio sizin için ne ifade ediyor?

Haksızlığı; kendisine yaşarken de öldükten sonra da yapılan haksızlığı. Meçhul ve karanlık sonuyla ilgili haksızlığı. 400 yıl geçti, hâlâ kimsenin bununla uğraştığını, sorguladığını görmüyorum. Caravaggio yüzyıllar boyunca unutulmuş bir ressam, bu da sanatın, evrensel bir değer olmaktan çok moda ve siyasetin etkisi altında olduğunu gösteriyor. Tüm bu haksızlıklar bugün yaşadığımız haksızlıklara da kaçınılmaz olarak gönderme yapıyor. Caravvagio bugün tanıdığım kimi hapiste olan kimi takdir edilmeyen bir yığın kişiyi dolaylı olarak da temsil ediyor.

Koleksiyoner Paketi4.000,00ArtDog Istanbul Koleksiyoneri Ol!

ArtDog Istanbul’un yayımlanmış tüm sayıları ve 1 yıllık abonelik.

*ArtDog Istanbul’un ilk 5 sayısına ulaşmanın tek yolu.

Başarılı

  • Kitabın yazım sürecinden bahseder misiniz?

Bilmiyorum her kitap yazan o kitabı yazmış olmaktan şikâyet eder mi ama ben mesela Cehenneme Övgü’yü yazmaktan hiç şikâyet etmedim. 2-3 ay içinde bitiverdi. Ressamın İsyanı da Cehenneme Övgü gibi başta kitap olacağını bilmiyordu. Birikmiş notlardan kitap olabilir düşüncesi çıkınca kararsızlık başladı. Son yazma aşamasına gelene kadar kim bilir kaç defa vazgeçtim. Daha sonra oluyor gibi oldu ama “Bunu kimse okumaz, kimin ilgisini çeker ki” dedim. En son bir kış boyunca adada bana yardım eden İdil Kartal yazdıklarımı bana kelime kelime okudu. Başka birinin sesinden duyunca metne tekrar ısındım. Çünkü çok yabancılaşmıştım. Yayınevi de basmayı kabul edince kitap oldu.

  • Kitabın başındaki notunuzda, “Sevgili okur, işiniz kolay değil. Bir çırpıda okuyup bitiremeyeceğiniz bu uzunca roman yedi yılda yazıldı. Niyetliyseniz ricam, demlenerek okunması” yazıyor. Yazarken birçok kez vazgeçme eşiğine geldiğiniz bu kitapta okurları ne bekliyor?

O notu koymamın nedeni uzun bir kitap olması. Günümüzün edebiyat sanayinde kitap çabucak satsın, çabucak okunsun isteniyor. Kitaplar artık kimse sıkılmadan okusun diye yazılmaya başlandı. Yayınevleri de daha çok öyle kitapları tercih etmeye başladı. Bu kitap birkaç yüz bölümden oluşuyor. Her bölüm dört beş sayfa ve bence her bölüm kendi başına küçük bir hikâye. Ama öyle olsa da okuru uyarmak istedim. “Bu uzun, büyük bir kitap, boş yere paranı sokağa atma” bile demiştim ilk duyuruda. Bir de tartışılacak bir kitap. Birçok kişinin değer yargıları bu kitaba ters düşebilir. Bile bile kimseyi üzmek, tokatlamak, kızdırmak istemiyorum. Ona açık olsun, onu bilerek okusun. Eğer inançlarından o kadar eminse kitabı okurken zaten belki yiyeceği tokatlara karşı daha da aşılanmış olur, Covid’e aşılandığımız gibi. İnancı her neyse daha sağlam çıkar sorgulayabildikten sonra.

  • Kitaptaki ana karakterin Caravaggio ile takıntılı bir ilişkisi var. Bir psikolog olarak takıntılar hakkında neler düşündüğünüzü merak ediyorum.

Takıntı yerine özdeşleşmek diyebiliriz. Biraz önce haksızlıklardan bahsetmiştik. Ona yapılan haksızlıklar benim de yaşadığım haksızlıklarla bir yerde bütünleşiverdi. Ve giderek kendimi daha çok Caravaggio’da görmeye başladım. Ve onunla özdeşe özdeşe, başlangıçta resmine bakarken not tutan kişi yavaş yavaş başka bir kimliğe dönüştü. Yani romanın baş karakteri oldu. Orada bir gitgel oluyor, bazen not tutan kişi oluyor ve bir gün roman yazacak olursam şunu yapmam, şunu yaparım diyor ama o anda roman da yazmış oluyor. Bir yabancılaşma ve bütünleşme var gitgellerin içinde. Tahterevallide inip çıkıyor.

  • Ana karakter sizinle nasıl benzerlikler taşıyor?

Caravaggio hem bir sokak insanı hem de zamanın düşünürlerinin sofrasına oturmuş biri. Günümüzün sanat tarihçileri tarafından sokak insanı, itin teki diye yargılanıyor. Benzetme şuradan olabilir; askeri darbe sonrası istifa etmeden önce Boğaziçi’nde hocayken bir gün genel sekreterle buluştuk. “Gündüz” dedi, “Polis seni şikâyet etti. Çünkü seni üniversite hocalığına yakıştırmıyor. Polis, nerede yaşadığından, evine hangi saatte geldiğinden, hangi saatte çıktığından, bazı akşamlar evinde kalmadığından ötürü çok rencide olmuş. ‘Türkiye’de bir üniversite hocası böyle olmamalı’ diye dertlerini dile getiriyorlar”. Caravaggio da öyle. Ona da yaşadığı hayatı yakıştırmıyorlar. Çünkü yazdıkları Vatikan’ın düzenini sarsıyor. Benim de psikolojide yazdıklarım psikologları çok sarsmıştı zamanında. Zekâ testlerini eleştirdiğimde ekmeğimizle oynuyorsun demişlerdi.

  • İlk romanınız Ressamın İsyanı’nı yedi yılda tamamladınız. Bir yazar bu sürecin sonunda ne hisseder?

Hapisten çıkmak gibi değil tabii. Yani hapisten çıkarsınız, artık hapishaneyi düşünmek istemezsiniz ama kaçınılmaz olarak düşünürsünüz, artık sizin bir parçanız olmuştur. Şöyle de açıklayabilirim; annenizle babanızla yaşıyorsunuz, 18-20 yaşınıza kadar. Ondan sonra evden ayrılıyorsunuz ve yeni bir özgürlük oluyor. Annenizi babanızı sevmediğiniz için değil. Sevmişsiniz ama yine de bir oh çekiyorsunuz. “Oh artık şunu yapabiliyorum, bunu yapabiliyorum” diye. Kitap bitince o şekilde bir oh çektim. Çünkü tekrar rahatlıkla dolaşabilecektim, yıllardır hiç okuyamadığım şeyleri okuyabilecektim. Çünkü o yedi yıl boyunca neredeyse sadece Caravaggio’yla ilgili şeyleri okudum. Harvard’ın kütüphanesinde Caravaggio ile ilgili kaç tane kitap, makale varsa taradım. Hepsini okudum diyemem. 20 bin, 30 bin sayfa tutacaktı belki. Fakat başka bir şey okuyamadım o yıllar içinde.

  • Bundan sonra da bir romanla mı devam edeceksiniz?

İlk cevabım asla olurdu. Ve bunu üç defa tekrarlayabilirim. Asla, asla, asla! Sanmıyorum. Keşke haiku yazabilsem. İki satırlık, üç satırlık bir şey yazabilsem çok mutlu olacağım.

  • Caravaggio’yu Nâzım Hikmet’e benzetiyorsunuz. İkisi de hayatlarının önemli bir bölümünü tehdit altında geçirdi. Daha sonra ana karakter, “Günümüz sanatçıları işin kolayını bulmuş. Kapitalizmin gelgellerine, parasına, ödüllerine, bırakın direnmeyi, dünden razılar. Caravaggio’yu örnek alabilseler; parasını kazanırken özgürlüğünü de korumuş” cümleleriyle bugünün sanatçılarını eleştiriyor. Sizce geçmişe göre daha kolay ve tehdit altında olmayan bir yaşam, sanatı geçmiştekinden daha mı değersiz kılıyor?

Günümüzün sanatçıları üzerinde geçmişin tehditleri dün kadar hiç yok. Genel olarak sanatçı artık kültür sanayinin, sanat sanayinin, bir pazarlamanın parçası oldu. Artık yazarın adının kitabın başlığından daha büyük yazıldığı günlere geldik. Bugünün sanatçısı azıcık ense yapıyor ve bir derdi, davası olmaktan çok güzel hikayeler, masallar anlatıyor. Güzel kurguluyor masalı. Ben de okur olarak beni şu dünyadan uzaklaştırsın da başka bir alemlerde dolaşayım diye okumaya başlıyorum. Günlük yaşantımızla günün sanatı arasındaki makas açılıyor. Nâzım Hikmet’in, Thomas Mann’ın, Kafka’nın sanatında öyle bir şey yok. Hepsi zamanı ruhuyla ilgili ama bugün yazılan tarihi bir romanı bile düzenin koşullarından sana bana yansıyacak bir vicdan yolculuğuna çıkarmıyor.

  • Kitabın ana karakteri, Kızıl Ordu komutanı Lev Troçki’nin Büyükada’daki evini Amerikalı misafirlerine gururla gösterdiğini anlatıyor, bir İstanbul gazetesinin Norveç’te 77 kişiyi öldüren Anders Behring Breivik için “Eyleme Türkiye’de imal edilmiş otomobille gitti” manşetini attığını hatırlatıyor. Ana karakter bu manşetten irkilmesine rağmen “Aşağılık kompleksli Türklerin mantığında manşeti normal bulmuştum” diyor. Bir psikolog olarak bu tarihsel kompleksle ilgili neler söylemek istersiniz?

Türkiye antiemperyalist mücadele üzerine kurulmuş bir ülke. Emperyalizme çok duyarlı bir ülke. Yabancılara karşı “Bize haksızlık ediyorlar” gibi bir algı var. “Halbuki biz güçlü insanlarız, üstün insanlarız, neler yapmadık ki tarihimizde” diye bir üstünlük kompleksi var. Bir de Türk lokumuyla, Türk dostluğuyla, Türk misafirperverliğiyle, Türk futboluyla, Türkiye tipi demokrasiyle yani her şekilde örnek olmak istiyoruz, bizden bahsedilsin istiyoruz. Bir yabancıyla tanıştığımızda, “Bizim hakkımızda ne düşünüyorsun?” diye soruyoruz. Hiçbir İtalyan, İngiliz, Macar görmedim tanıştığımda, “Macarlar hakkında ne düşünüyorsun?” diye soran. Bu da bir aşağılık kompleksi tabii.

  • Yine kitaptan bir alıntı yaparsak: “Varlığını unuttuğumuz onlarca dini eleştirerek tarihimizin çiçeği burnunda dinlerine geldik. İleride kuantum bilgisayarlarla takviyeli yapay zekalı sanal peygamberler olur mu? Artık Tanrı’nın hükmü mü kalır? Tanrı’dan özgürlük. Tanrı’ya özgürlük.” Sizce din modern dünyada neye evriliyor?

İnsanlık tarihi boyunca on bin küsur tanrı var. Bu kadar çok olduğuna göre ileride de başka tür tanrılar ortaya çıkabilir, yaratabiliriz, bu mümkün. Fakat şu da var ki ülkelerde eğitim düzeyi arttıkça dinden uzaklaşılıyor. İskandinavya’da artık din diye bir şey kalmadı. İngiltere’de pek kalmadı. Tapınaklara gidenler giderek azalıyor. Belki dinsizim demiyor ama ilgim yok diyor. O kadar ilgisiz ki tanrı var mı yok mu tartışmalarına girmek istemiyor. Bu tip tartışmalar bayatladı. İnsan türü şu anda kritik bir dönemden geçiyor. Hem iklim krizi hem nükleer savaş hem de yapay zekâ tehdidi var. Korku içindeyiz; özellikle yapay zekâ türümüzün sonunu getirebilir diye. Çünkü o artık kendi kendine sorunları çözmeyi öğrenmeye başladı ve insana karşı bir duygu beslemiyor, somut verilerle hareket ediyor. Sonu gelebilecek olan bir dünyada yaşıyoruz. Böyle dönemlerde dini aidiyetlikler güçlenir. Böyle devam edersek, şimdiye kadarki tanrılar ve dinler de bize yanıt vermediği için yeni tanrılar aramaya başlayabiliriz. Demek ki yapay zekânın da kehanetleriyle birlikte yeni dinler ortaya çıkmaması için hiçbir neden yok.

  • Romanın ana karakteri hikâye devam ederken sürekli olarak kendini ve hayatı sorguluyor. Bu da akla Einstein’ın “Evrende en büyük ziyan, sorgulama yeteneğini yitirmiş bir beyindir” sözünü getiriyor. Bir psikolog olarak düşüncenizi merak ediyoruz, sorgulamayı bırakırsak ne olur?
İlginizi çekebilir:  Cannes’dan Geriye Kalanlar

Sorgulamayı epey bıraktık. Bırakınca Orwell’in 1984’ündeki insanları gibi olmaya başladık. Tam itaatkâr. Korkak bile değil. Çünkü artık sorgulamaktan da vazgeçtik. Yakınlarımızla yaptığımız hoş ve boş sohbetler bizi sorgulamaktan uzaklaştırıyor. Çünkü zaten ulus devletlerin çökmeye doğru gittiği, demokrasinin kapitalizmi denetleyemediği, işsizlik sorununun olduğu kabuk değiştiren bu dünyada o kadar dert içindeyiz ki pes etmiş vaziyetteyiz. Eğlence peşinde koşuyoruz. Dünyadan kaçıp Facebook’un kurucusu Zuckerberg’ün yarattığı Metaverse’e sığınıyoruz. Orada istediğimiz dünyaya girelim, istediğimiz gibi yaşayalım derdindeyiz. Bu afyon gibi bir şey. İngilizlerin Çinlilere afyon dayatması gibi. Ama İngilizler afyonu zorla dayattı. Biz gönüllü olarak Metaverse’e kaçıyoruz. Bir örnek vermek istiyorum: Pasifik’teki Tuvalu, internetteki resmi adreslerinde kullanabileceği ‘TV’ rumuzunu ABD’ye sattı. Televizyonun kısaltılmışı da TV olduğundan bunu çok para edeceği için sattılar. Az bir nüfusa sahip adaya bir anda büyük bir para geldi. Daha önce her yere yürüyen insanlar otomobile binmeye başladı. Otomobil mezarlıkları, McDonald’s’lar, şişmanlık yaygınlaştı. Bu arada başbakanları küresel ısınmadan ötürü ABD’yi dava etmek istedi, ABD de başına bela olacak diye başbakanı düşürdü. Ülke küresel ısınma nedeniyle denizin altında kalmaya ilk aday ve şimdi de Metaverse’e giriyor. Ülkelerini Metaverse’de yaşatacaklar. Artık düzen bu kadar deli ve uçuk işte.

  • Bir söyleşinizde “Çivisi çıkmış bu dünyaya isyanım var ve bütün bu isyanlar bir sevgiyle birleşiyor” diyorsunuz. Hayatı ne kadar seviyorsunuz?

İnsanları seviyorum. İnsanın düşüncelerini sevmiyorum. Yani o düşüncelerle yaptıklarımızı sevmiyorum fakat insanı seviyorum. Çünkü her şeye rağmen hayatta kalma çabası var. Her ne kadar intiharlar, depresyon, hapçılık artmaya başladıysa da yine de bütün bu zor koşullara rağmen müthiş bir çaba gösteriyor insan.

  • Müzelerin sanatçıları metalaştırmasını eleştiriyorsunuz. Bu konu hakkında neler söylemek istersiniz?

Alışveriş merkezlerinde onlarca mal vardır: Yan yana 30 çeşit ayakkabı vardır, aynısının farklı modelleri, azıcık daha farklısı vesaire. Müzeler de ilk kurulduklarında zaten yağma depolarıdır. Eserleri yan yana sıralarlar. Bir müzenin koridorunda 10 dakika yürüdükten sonra bunalıp neye bakacağını şaşırıyorsun. Müze küratörleri hâlâ o eski sistemi devam ettiriyor. O resmi bugünle, resmin tarihiyle, yapıldığı zamanın ruhuyla bağdaştıracak hiçbir şey vermiyor bana. Floransa’da Uffizi’ye gidiyorsunuz, kiliselerden alınmış, yan yana dizilmiş 20 tane İsa görüyorsunuz. Bunlar çok bir şey ifade etmiyor.

  • Siyaset hayatınızın neresinde? Geleceğe dair ümitli misiniz?

Ben şöyle bir süreçten geçtim. Belki birçok kişi de aynı süreçten geçmiştir. İlk önce size yakın olduğunu düşündüğünüz bir parti seçiyorsunuz. Burada ailenizden de etkileniyorsunuz ya da onlara isyan edip tam tersi bir partiye doğru gidiyorsunuz. Daha sonra bu düzende doğru gitmeyen bir şeylerin olduğunu, düşüncelerinizin partilerde temsil edilmediğini görünce ya o partileri farklı düşünmeye zorluyorsunuz ya da artık partilerle değil eylemlerle bir şeyler yapmaya çalışıyorsunuz. Daha sonra onların da pek işe yaramadığını görüyorsunuz. Tarihe baktıkça da aynı. Fransız Devrimi’nin, İran Devrimi’nin evlatlarını yemeye başladığını görüyorsunuz. Yani istibdattan kurtulayım derken sizi ezen başka bir şey, bir hilkat garibesi yaratıyorsunuz. Dünyamızda siyasetin geldiği yer bu. İstisnalar dışında gençlerin çoğu artık bu topa girmiyor. Bu oyunu oynamıyor. “Başka bir dünya mümkün olabilir mi?” fikrinin arayışındalar ve çaresizliğindeler. Gençlikten, teknolojiden, hiçbir şeyden habersiz yaşlanmış liderler var. Devletler büyük şirketlerin uşağı. “Benim ülkeme yatırım yap” diye mendil açıyorlar. Yatırım yapacak olan da devlet üzerinde söz söyleme hakkına sahip oluyor.

Küresel iklim krizini atlatalım, yaşam ahlakımızı değiştirelim ve yapay zekayı denetleyelim. İnsan 200 bin yıllık geçmişinde avcılık toplayıcılıktan, çok gezegenli bir tür olmanın eşiğine geldi. Ama tür olarak olgunluğu daha emekleyen bir çocuk bile değil. Elinde çok tehlikeli, kendisini yok edebilecek silahlar var. Azıcık daha olgunlaşabilirsek o zaman önümüz müthiş.

  • Sizce sanatçıların toplum üzerinde sorumlulukları olmalı mı? Sanat-siyaset ilişkisi nasıl olmalı?

Sanatçıların ilk sorumluluğu yalan söylememek, oto sansür uygulamamak olmalı. Dünyada bunca şey olurken masalını anlatabilmek için devekuşu gibi başını gömmemeli. “Ben politikayla ilgilenmiyorum, sanat yapıyorum” diyerek kendisini kurtardığını zannediyor. Ama masal yazdıkça o masal insanların dünyadan uzaklaşmalarına yardımcı olan bir politikaya hizmet ediyor demektir. Farkında ol veya olma zaten siyaset yapıyorsun. İster yapıyorum de, ister yapmıyorum. Ama toplum için sanat yapıyorum da denmemeli. Kim söyledi sana toplum için sanat yapmanı? Toplum zaten yapacağını yapıyor. Sendikası var, mücadelesini veriyor. Sanatçı yeter ki yalan söylemesin, gözleri açık olsun ve empati kurabilsin. Yarattığı karakter de dünyamızda yaşıyor olsun.

  • “Kendini bize pazarlayan bir kültür sanayi var ve tüketiciler bunu sorgulamıyor” diyorsunuz. Sanatı nasıl tüketmeliyiz?

Arkadaşım Reşit Ergener bir şiirinin sonunda, “Şairler ne zaman susacak?” diye soruyor: Herkes şair olunca. Hepimizin içinde sanatkâr olmak da var. Sanatkâr olmak sadece bir şey yazmaya çalışmak değildir; okurken, kitapla, karakterlerle konuşarak, yazarla konuşup tartışarak o kitabı anlamaya çalışmaktır. Edebiyat o zaman canlanıyor. Kişileri tanımaya, kendini onların yerine koymaya çalıştığın zaman… Yoksa okuyan edilgen olduğu zaman, sadece tiyatroda alkışlayan seyirci gibi olduğu zaman tüketiyorsun. Yani sanat şık bir tüketim tarzı oluyor. Bir de kültürlü geçiniyorsun.

  • Ressamın İsyanı’nda bir bölümün başlığı “Sanat Ne İşe Yarar?” Gerçekten sanat ne işe yarar?

Stendhal sendromu diye bir şey var; bir sanat eserinin önünde bayılırcasına kendinden geçmeyi anlatan. İnsan o kadar etkileniyor ki mucizevi bir an yaşıyor. Çok az yaşadığımız bir şey çünkü çok az sanatkâr bunu yapabiliyor. Bir de çoğumuz tüketici gözüyle baktığımız için zaten sanatta onu göremiyoruz. İlk olarak sanatın bizi esrar çekmiş, afyon çekmiş gibi alıp başka bir yere götürmesi gerekiyor. İkinci olarak da sevgiyi hatırlatması. İnsanı, doğayı, taşı, toprağı daha çok seviyorsam, beni daha duyarlı kılıyorsa o zaman o sanattır. Ama sadece öfkeyle, yıkarak, bozarak duyarlı kılıyorsa bu yanlıştır. AiWeiwei’in Han döneminden kaç bin yıllık vazoyu performansı için kırması gibi. Bu sanat mı şimdi?  Bunun yaptığının ziyadesini Mao yaptı. Mao’nun kırmadığı eski eser yok. Şimdi bu adamın Mao’dan bir farkı kaldı mı? Ve sonra Mao’yu eleştiriyor.

  • Kendini bilmek sizin için ne ifade ediyor?

Hiçbir şey ifade etmiyor. İsyan ediyorum kendini bilmeye. Kendi üstümüze düşmenin hiçbir önemi yok. 2000 yıldır uğraşıyoruz yaşamın anlamı nedir, niçin yaşıyoruz, ben kimim, kendimi nasıl gerçekleştirebilirim diye. Hâlâ arıyoruz. Bunu aramak keyifli bir şey mi bilmiyorum çünkü ararken kafayı yiyenler de var. Yani kendimizi tanıma çabasını çöpe atalım. Üstelik kendimizi tanıma çabamız bir sanayiye dönüştü. Oradan da dünyanın parasını kazanan psikologlar var, kitaplar yazılıyor, programlar yapılıyor. Tanıyacaksan önce yaşadığın dünyayı, gezegeni, hayvanları tanı. Belki hayvanları daha iyi tanırsan kendini daha iyi tanırsın çünkü genetik olarak, kalıtımsal olarak, yaşam biçimi, aile biçimi olarak çok benzerliklerimiz var ki… Nelerin mümkün olabileceğini görelim, belki, üniforma gibi benimsediğimiz yaşam biçimlerimizden, adetlerimizden kurtulabiliriz. Kendimizi tanımanın yolu kendimizden başka herkesi ve her şeyi, gezegenimizi ve doğayı tanımaktan geçiyor.

  • Bir söyleşinizde yapay zekânın insana olan ihtiyacı ortadan kaldıracağını söylediniz. Durum bu kadar vahim mi?

İki tür yapay zekâ var. Biri dünya satranç şampiyonu Kasparov’u yenen program. Onunla dama oynasam ben kazanırım çünkü damayla ilgili veriler sistemine yüklenmemiş. Bugün kullandığımız yapay zekâ bu. Bir de başka bir yapay zekâ var, henüz gelişmemiş olan. Geliştiyse de gizli ve biz bilmiyoruz. Bu, kendi kendine öğrenen, kendini programlayan bir yapay zekâ. Benden bağımsız olarak her kararı verebilir. Tehlikeli olan o. İnsan bunu ne zaman susturacağını bilemeyecek çünkü biz bilene kadar başını alıp gitmiş olacak. Önce onu kontrol edebilecek mekanizmaların, onu kullanma ahlakının gelişmesi lazım. Ama mucitlerin merakı o kadar bencil ki, her şeyi keşfetme arzusundan sonumuzun kuyusunu kazıyor olabilirler. İcat yaparken “Türümüzün geleceğine zarar verir miyiz?” diye pek düşünmüyoruz. Bilakis icatlarımızla Nobel ödülü alıyoruz.

  • Çağdaş sanat hakkında neler söylemek istersiniz?

Sosyalizmin, solun çökmesiyle sosyal bilimler de havluyu attı. O alan boşalınca Marx’ın adını söylemez oldu sosyal bilimciler. Marx doğru veya yanlış olduğundan değil. Ama bir asrı, kaç ülkeyi, dünya ekonomisini etkiledi. E, bu adam ne diyordu? Bunu araştıran yok artık. Marx’ın adını geçiren yok. Öbür taraftan bu alan boş kalınca bir yığın, sanat bilgisi, geçmişi, tecrübesi olmayan kişiler sanat kisvesi altında sanatçı oldu. Sanat kisvesi altında bir şeyler yapıyorlar. Örneğin DamienHirst, Roma’daki Borghese galerisindeki sergisinde, kocaman bir sandalet yapıp üzerine onu kemiren kocaman bir sıçan yerleştiriyor. Bu maskaralık. Bu sanat değil.

Yıllık Abonelik1.200,00Abonelik, satın alınan tarihte yayında olan sayı dahil olmak üzere 6 sayı için geçerlidir. Yıllık özel sayı dahil değildir.

*Kimliklerini ulaştırdıkları takdirde öğrenciler ve öğretim üyelerine ekstra %20 indirim uygulanır. Abonelik hakkında bilgi ve iletişim için [email protected]

Başarılı

Previous Story

Bir Mutluluk Çağrısı

Next Story

Mesele “Gelecek”

0 0,00
02_ArtDog_CD_Logo_RGB_Black

BÜLTEN

Türkiye ve dünyadan haftalık kültür-sanat haberleri, inceleme yazıları, sergiler ve etkinlikleri takip et.

Bülten aboneliğinde ArtDog Istanbul’un gizlilik sözleşmesini kabul etmiş olursunuz.