Teknoloji çağının en karmaşık dönemlerinden geçtiğimiz günümüzde ne yazık ki inanılmaz bir bilgi kirliliği var. Her önüne gelen her konu hakkında yazıyor, çiziyor, konuşuyor. Ortalık bilgi kirliliğinden çamur deryası. Gerçi tüm bunlar ileride akademik yöntemlerle ayıklanacak, doğru bilgiler olması gerektiği yerde yerini alırken, yanlış bilgiler de tarihin çöplüğünü boylayacak.
Bu süreçten olumsuz yönde en çok etkilenen de Göbeklitepe. Hakkında o kadar çok yanlış bilgi yayılıyor, o kadar çok hikâye uyduruluyor ki. Belki diyeceksiniz ki, ne var bunda, reklamın iyisi kötüsü olmaz. Reklamın iyisi kötüsü olmasa da ortalığa yayılan ve artık neredeyse önü alınamayacak boyutlara gelen ve ne yazık ki pek çok kişi tarafından doğru zannedilen yanlış bilgiler zarar veriyor Göbeklitepe’ye de, akademiye de.
Unutmayalım ki yanlış bilgi kalıcı hasar yaratır.
Öncelikle Göbeklitepe’nin keşfi konusundaki hikâyelere bir açıklık getirilmesi gerekir. Sonra diğer ciddi yanlışlara da değiniriz.
Herkesin dilinde “Göbeklitepe’yi tarlasını süren köylü keşfetti, bulduğu taşları müzeye götürdü, Klaus Schmidt de müzede bu taşları görüp bunlar nereden çıktı diye sorup gidip orayı kazmaya başladı” gibi karman çorman ve kelimenin tam anlamıyla saçma sapan bir hikâye dolaşıyor.
Ama Göbeklitepe’nin keşif hikâyesi böyle değil. Her şeyden önce bu hikâyeyi uyduran ve buna inananlar keşke keşif kavramının ne olduğunu bir araştırıp öğrenseler.
Gelelim Göbeklitepe’nin gerçek keşif hikâyesine:
1963 yılında İstanbul Üniversitesi ve Chicago Üniversitesinin ortak bir çalışması olan ve Halet Çambel ile Robert Braidwood’un öncülüğünde, “Güneydoğu Anadolu Bölgesi Tarih Öncesi Araştırmaları” (Prehistoric Research in Southwestern Anatolia) adı altında bir proje hayata geçirilmişti. Bu yüzey araştırması projesinin amacı tarihöncesi dönemlere ait önemli yerleri belirleyip kazılarının yapılmasını sağlamaktı.
Göbeklitepe ilk kez bu araştırma projesinde incelendi ve Amerikalı arkeolog Peter Benedict’in yazdığı raporla bilimsel olarak kayıtlara geçti. Bu kapsamlı araştırmada önce tepenin Türkiye’nin birçok bölgesinde sıkça rastlanan terk edilmiş Ortaçağ mezarlıklarından biri olduğu düşünülmüş, Benedict burayı kesinlikle özel bir yer olarak tanımlamamış hatta burada bir arkeolojik çalışmanın gereksiz olduğunu yazmıştır.
Benedict’in kastettiği dilek ağacının bulunduğu tepedeki mezarlar değildi. Mutlaka T taşların topraktan hafifçe çıkmış halini görmüş ve bu taşları Ortaçağ’a ait mezarlar olarak yorumlamıştı. Bu araştırmaların yapıldığı o günlerde tarihöncesi ile ilgili bilgiler henüz emekleme döneminde olduğu için Benedict de buradaki toprakların altında T şeklinde dikilitaşlarla donatılmış anıtsal yapılar olduğunu bilemezdi elbette.
Böylece Göbeklitepe’nin ilk keşif fırsatı kaçırılmış oldu. Bu yapılan çalışma da ancak 1980 yılında İstanbul Üniversitesi tarafından yayınlanabilmişti.
1980’li yıllarda Örencik köyünden Şavak Yıldız, tarla sürerken iki taşbulur ve müzeye götürür. Biri 47 cm boyunda alçak kabartmaşeklinde bir hayvan betimlemesi, bir diğeri de 40 cm boyunda penisiereksiyon halinde bir erkek heykelciğidir. Fakat o dönemde bunlar kimsenin ilgisini çekmediği gibi, sahte oldukları da ifade edilerek depoya kaldırılmışlardır.
Olayların bu şekilde gelişmesiyle birlikte Göbeklitepe’nin ikinci keşif fırsatı da kaçırılmış olur.
Klaus Schmidt, efsane hoca, rahmetli Ord. Prof. Dr. Harald Hauptmann’ın kazı başkanlığını yürüttüğü Nevali Çori kazılarında çalışmaktadır. Doçentlik tezi için hazırladığı çalışmanın bir parçası olarak Urfa bölgesindeki bütün olası Taş Çağı buluntularını görmek, onların konumlarını ve doğal çevrelerini belgelemek amacındadır.
Meslektaşı Michael Morsch ile birlikte 1994 yılının sonbaharında yola çıkar ve Göbeklitepe’nin görünmediği bir noktada bulunan ve civardaki tek köy olan Örencik köyünde Şavak Yıldız’a rastlar. Ona civarda Göbeklitepe diye bir dağın olup olmadığını sorar. Evet vardır! Sonra Şavak Yıldız’a orada çakmak taşları var mı diye sorduğunda gene çok kesin bir ‘evet’ cevabı alır.
Şavak Yıldız şoförlü bir araç ve onlara eşlik etmek üzere de yanlarına genç birini verir. Bazalt taşlarla dolu bölgede bir müddet arabayla gittikten sonra yola yürüyerek devam eder ve Göbeklitepe’nin bulunduğu yere varırlar.
Klaus Schmidt, bir tepenin üzerinde bir ziyaret yerinin varlığını açıkça belli eden ağaca baktığında, buranın şimdiye kadar bilinen yerlerle karşılaştırılamayacak bir yer olduğunun belli olduğunu görmüş ve aradığı Göbeklitepe olduğunu anlamıştır.
Klaus Schmidt o anları şöyle anlatır: “Göbeklitepe platonun en yüksek noktasında sanki buraya ait değilmiş gibi göze çarpıyordu. Bu toprak yığını kireçtaşı dağ sırtına olsa olsa insan elinden yığılmıştı, doğa eliyle değil. Benedict’in raporundan da anlaşılan buydu aslında.”
Yaklaşınca kaya yüzeyinin binlerce çakmaktaşıyla örtülü olduğunu fark ederler. Doğa bunu tek başına gerçekleştirmiş olamaz diye düşünürler. Yaptıkları yürüyüşte gördükleri yongalar, dilgiler, çekirdek taşlardan kopma parçalardı yani insanların yaptığı aletlerdir. Çanak çömlek parçaları gibi diğer buluntulardan ise hiçbir iz yoktur.
Tepenin yamacına ulaştıklarında tepenin yüzeyinin çok sayıda çakmaktaşı aletle dolu olduğunu görürler.
Büyük ihtimalle köylülerin tarlalarını sürmek için toplayıp bir köşeye yığdıkları taşlar içinde de Nevali Çori’den aşina oldukları T taşların baş kısmına ait bir parçayı bulurlar.
Tm bu noktada Klaus Schmidt gezeceği diğer Taş Çağı yerlerini listeden elemiş, aslında aradığını bulmuştur. Buranın 1994’e kadar nasıl olup da keşfedilmediğini de anlayamadığını söylemeden geçmeyelim.
Hemen ertesi gün ikinci bir ziyaret daha yaparlar. Bu sefer Klaus’un yanında Michael ve Çayönü’nde çalışmış olan Türk arkeolog Murat Akman vardır. Taksi şoförüyle birlikte aynı yere gidip alana yürürler. Bu yeni keşfi meslektaşlarına gösterirken havanın karardığını bile fark etmezler…
Taksiyi bulup köye yaklaştıklarında yollarını korucular keser. Çok iyi Kürtçe bilen taksi şoförü korucularla konuşarak sorun çıkmadan meseleyi çözer. Zaten korucular da yalnızca gecenin o vaktinde gelen aracı kontrol etmek istemişlerdir. Bu yollarını kesen korucular daha sonraki yıllarda Göbeklitepe kazılarındaki işçiler grubunun elemanları, Şavak Yıldız da anıtsal yapıların efsane bekçisi olacaktır.
1994 yılında Alman Arkeoloji Enstitüsü başkanlığına getirilmiş olan Ord. Prof. Dr. Harald Hauptmann Urfa’yı ziyaret ettiğinde üçüncü ziyareti onunla birlikte gerçekleştirirler ve dilek ağacının olduğu noktadan manzarayı izlerken araştırma projesinin kararını alırlar.
Sonuç olarak 1995 yılında Göbeklitepe kazıları başlatılır.
“Kazıya nereden başlamak gerekir?” diye kafa yormaya başlarlar. Normalde höyüklerin kazısına en yüksek noktadan başlanır hatta tepeden basamaklar şeklinde inen yamaçlar açmak gerekir ki bu da çok zor bir tekniktir, birkaç kazı sezonu zaman alır ve çok da maddi kaynak gerektirir.
Yeterli sayıda işçi, para ve zaman olmadığından, bir iki haftayla sınırlı deneme kazıları yapmak için yola çıkan ekip tarla sürülmesine engel olan taşları kaldırmak amacıyla açılmış derin çukurların olduğu güney yamacından başlamaya karar verirler.
İlk kazı gününden itibaren çıkan buluntular çok ilginçtir. Deneme kazısının yapıldığı alandaki kazılar bir sonraki yıl durdurulur. Güney yamaçtaki tarım alanında oldukça büyük işlenmiş taşlar bulunmuştur. Bu iki dikilitaşın baş kısmı, tarla sürülmesi sırasında çalışmalara engel olan taşların kaldırılması amacıyla köylüler tarafından kısmen kazılmıştır. Dikilitaşlardan biri halen sağlam haldedir ama ikincisinin baş kısmının bir bölümü balyozla kırılmıştır. (A yapısında ortada duran iki dikilitaş.)
O sırada Urfa Müzesi müdürü olan Adnan Mısır, ekibin kazı yaptığı yerden yıllar önce Şavak Yıldız’ın müzeye götürdüğü ve sahte denilip depoya kaldırılan taşlara bakması için Klaus Schmidt’i müzeye çağırır…
Aslında Klaus Schmidt Göbeklitepe’yi gördüğü anda buranın birkaç özel binaya sahip, bilinen Taş Çağı yerleşimlerinden biri olmadığını anlamıştır. Yukarı Mezopotamya’nın ilk Neolitik yerleşimleriyle yapılan karşılaştırmada, burada daha çok dinsel özelliği ön planda olan bir yer yapıldığı, bilinen hiçbir yerde olmayan yoğunlukta ritüel yapılarıyla karşı karşıya olunduğu ve Göbeklitepe’nin bir köy yerleşimi olmadığı ortaya çıkar.
Tüm dünyada yankı uyandıran, akademiyi ve bilim dünyasını çok heyecanlandırılan gelmiş geçmiş en büyük keşif yapılmıştır!…
İşte Göbeklitepe’nin gerçek keşif hikâyesi böyle.
Şimdi tam bu noktada konuşulması gereken bazı başka şeyler de var. Doğru zannedilen başka yanlışlar.
Örneğin temcit pilavı gibi herkesin ağzındaki “Tarihin Sıfır Noktası” sloganı.
Ne kadar yanlış! Tarih nerede başlar? Kime göre ve nasıl başlar? Sıfır noktası çok yanlış bir tabirdir. Klaus Schmidt’in Göbeklitepe’yi keşfiyle yıllar yılı tarihle ilgili ve Göbeklitepe’nin ait olduğu dönemle ilgili bilgilerimiz bir anda çöktü gitti, hatta çoğu çöp oldu. Ya peki bir gün çok daha eski tarihli bir buluntuya rastlanırsa insanlık bunu tanımlayacak?
Klaus Schmidt aramızdan en verimli döneminde, çok genç yaşta ve çok erken ayrıldı. Onun kaybıyla birlikte her ne hikmetse akademiye hiç yakışmayan şeyler oldu. Bazı insanlar bir nevi Klaus’u itibarsızlaştırma kampanyası başlattılar. Yaptıklarını hiçe saymak, aksini ispat etmek için âdeta bir yarışa girdiler ama bence yüzlerine gözlerine bulaştırdılar. Akademi safsatayı sevmez ve içinde yaşatmaz.
Daha kötüsü ve belki de en tehlikelisi de şu anda da devam eden her şeyi Göbeklitepe ile kıyaslama derdi. Herkes bir şekilde kazı alanlarını yarıştırmaya başladı. “Bu kazı alanı Göbeklitepe’den daha eski, burası Göbeklitepe’den şu kadar yıl daha eski…” Bu arada son derece hızlı ve hiç de inandırıcı olmayan bir şekilde sonuca gitmeye kalkışmak da oldukça tehlikelidir.
Böylesi önemli kazılarda aceleyle ve düşünmeden atılacak adımlar çok büyük zararlar verir. Çünkü arkeolojik kazı yapmak aynı zamanda, buluntu ve yapıların içinde bulunduğu kontekstin açılarak, geri dönüşü olmayan bir şekilde tahrip edilmesidir. Elde edilen bilginin sınanması için deneyin tekrarlanma olasılığı yoktur, yani arkeolojik kazıyı yeniden yapamazsınız. İncelenemeyen ve belgelenmeyen buluntular da kaybolup gider. Kazı tekniği hataları genellikle sonradan düzeltilemez. Arkeolojik kalıntı, dikkatsizliği affetmez.
Nedense insanlar bir de şöyle sorular sorarlar. “Ne kadar kazacaksınız? Hepsini kazacak mısınız?”
Öncelikle bilinmesi gereken şudur: Bir kazı buluntular kendini tekrar etmeye başladığı zaman sonlanır. Klaus Schmidt hep derdi ki: Göbeklitepe sorulara verdiği cevaplardan daha fazla soru çıkartıyor karşımıza.
Bir de hep şu yanlış soruyu sorar insanlar bir kazı alanı gördüklerinde: “Buranın yüzde kaçı kazıldı?” Evet bu çok yanlış bir sorudur ve belki şöyle sorulmalıdır: Planladığınızın yüzde kaçını kazdınız?
Çünkü nereden neyin çıkacağını elinizdeki son teknolojilerle bile tam olarak bilemezsiniz. Ayrıca unutmamalı ki ören yeri denen şey bir buluntunun sadece ziyarete açık olan, gezip gördüğünüz alanları değildir. Suya bir taş attığınızı düşünün, onun taşın düştüğü noktadan dışarıya doğru çıkardığı halka şeklindeki dalgalar gibi genişler gider ören yeri denen mekân.
Bir alanın hepsini kazmak şart değildir hatta bazı durumlarda bazı şeylerin toprağın altında kalması çok daha iyidir. Az önce arkeolojik kazıların tekrarlanamazlığını anlatırken değinmek istediğim anlaşılmıştır umarım. Bir de düşünsenize, Göbeklitepe’nin 60’lı ve 80’li yıllarda keşif şansı kaçırıldı dedik ama ya tersi olsaydı ve kazılsaydı ne olurdu? Belki bugünkü teknoloji ve bilgilere sahip olunmadığından zarar da görebilirdi.
Hiçbir arkeolojik kazı hızlı hızlı sonuca varmak için başlatılmaz.
Turizm potansiyeli düşünülerek yapılan işler de yanlıştır. Kültür ve Turizm Politikaları ayrı ayrı ele alınmalıdır. Turizmden gelir gelecek kaygısıyla alelacele kazı yapılması ve bu alanların hemen ziyaretçilere açılması çok büyük bir hatadır.
Alelacele yapılmaya çalışılan kazılar, henüz sonucu bile alınmamış araştırmalar, yazılmamış makaleler varken, yani ortada somut bir veri yokken bu kadar kesin konuşmanın akademide yeri yoktur.
Özellikle de son yıllarda arkeolojiye milliyetçi tavırlarla yaklaşılmasını anlamak mümkün değil. Yabancı arkeologlara karşı inanılmaz negatif bir tavır söz konusu. Halbuki Anadolu toprakları herkese bilimsel araştırma yapma imkânı sağlayan muhteşem bir laboratuvar gibidir. Yabancılar da elini kolunu sallayarak gelmiyor buraya. Bu işin kanunu ve kuralları var. Kazı izni için ne gerekiyorsa o yapılıyor ve herkes de izin alacak diye bir kural olmadığı gibi, herkes izin alamıyor zaten. Ne olur yani bir kazı başkanı yabancı olursa? Bu sizin arkeologlarınızı daha kötü yapmaz ki. Bu kazılarda Türk arkeologlar da çalıştığı gibi kendi konularında uzman başka ülkelerden de insanlar gelir. Arkeoloji bilimi değişik disiplinlerden pek çok bilim insanını bir araya getirir.
Ayrıca bu yabancı kazılar oldukça ciddi sponsorluklarla geliyorlar ki bu da Türkiye için çok önemli aslında. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın bütçesi de kazı ve yüzey araştırmalarına ayırdığı bütçe de bellidir. Bu bütçelerle planlanan, hayal edilen işleri yapmak çok kolay değildir.
Ayrıca her kazı alanında Türk arkeologlar kazı komiseri olarak görev alırlar. Her şey tamamen kurallar çerçevesinde ve son derece bilimsel bakış açılarıyla yürütülür. Yanlış yapanın zaten en ufak bir şansı da kalmaz. Zaten yabancı kazı dediğimiz şey de aslında çok sayıda olmadığı gibi, tamamen Bakanlığın kontrolünde, yabancı uzmanların da kendi disiplinlerinde çalışıp sonrasında makaleler, tezler, kitaplar yazabilecekleri bir alandır. Bu de bilime hizmettir.
Onun dışında rahatsızlık veren bir başka konuda ne yazık ki bu ören yerlerini, özellikle de Göbeklitepe’yi gezen insanlar olabiliyor. En kötüsü de burayı her amaçla kullanma hakkını kendilerinde görenler.
Herkes gezgin olamaz. Gezgin olmayı öğrenmek gerekir.
Göbeklitepe’de Yoga yapanlar, enerji enerji diye saatlerce dilek ağacına sarılanlar, dalları kesilmeden önce ağacın dallarına çaput ve peçete vs bağlayanlar… Hele de grubuyla gelip anlatım yapması gereken profesyonel turist rehberlerine susun sessiz olun yoga yapıyoruz ya da sessiz olun canlı yayın yapıyoruz gibi laflar etmek kimsenin ne hakkıdır ne de haddidir. Burası bir ören yeridir. Ören yerlerini gezmenin kuralları vardır. Bunları nasıl başka ören yerlerinde yapamazsanız burada da yapamazsınız, yapılmamalıdır, yaptırılmamalıdır.
Her aklına esen Göbeklitepe’yi bir reklam aracı gibi kullanmamalı. Bilinçsizce yapılan açıklamalar, kulaktan dolma yalan yanlış bilgiler, günü kurtaran saçma sapan hikayeler zarar veriyor. Yanlış bilgi kalıcı hasar yaratıyor.
O nedenle her yer için geçerli olsa da özellikle Göbeklitepe’yi gezmeden önce mutlaka doğru kaynaklardan araştırın, okuyun. Klaus Schmidt’in onlarca makalesi, yazdığı kitapları, verdiği röportajları var. Bu bilgiler doğru ve yeterlidir.
Klaus Schmidt’in çok güzel bir sözü vardır: “Önce elimizdekileri bir anlayalım.”
Tüm sorularınızın cevabı aslında Göbeklitepe’nin kendisinde. Göbeklitepe söylenmesi gerekeni kendisi söyler… Söylüyor da zaten.