-
Türkiye’de uzun bir süredir bu denli kapsamlı bir serginizi izlememiştik. Sergi, tüm üretimlerinizden dikkatli bir seçki ile oluşturulmuş neredeyse mini bir retrospektifi şeklinde izleniyor. Bu noktada serginin oluşum süreci ve kavramsal perspektifinden söz eder misiniz?
Vahap Avşar: Bu sergi fikri üç yıl önce ortaya çıktı. Esra Sarıgedik kapsamlı bir sergi yapmak fikri ile bana geldi ve o günden beri birlikte çalışıyoruz. Özellikle İstanbul’da hiç gösterilmeyen işleri de kapsayan retrospektif büyük bir sergi yapmak istiyordu. Bir mekân üzerinde çalışırken salgın başladı, hazırlıklar yavaşladı. Sonra bir yıl önce Ahmet Ergenç “Hassas Müdahaleler” sergisinde benim “Forbidden Zone” işimi gösterdi ve sanırım serginin hemen sonrasında bana “İstanbul’da kapsamlı bir sergi yapmayı düşünüyor musun?” sorusuyla gelince Esra ile planladığımız sergiyi anlattım. Sonrasında Esra ile konuştuk ve üçümüz birlikte çalışmaya karar verdik, serginin küratörlüğünü Esra ve Ahmet birlikte üstlendi.
Ardından yoğun biçimde serginin kavramsal yapısı, gösterilecek işler ve makamdaki yerleri üzerinde çalışmaya başladık. Bence müthiş verimli bir üçlü çalışma ortaya çıktı!
-
Peki, bu uzun zaman yayılan çalışma sürecini de kapsayan serginin ismine odaklanmak isterim. “Müdahaleler” ismi nasıl belirlendi, sergiye nasıl bir katkıda bulunuyor, neye referans veriyor?
V.A: Serginin ismi Ahmet Ergenç ile işlerin listesini yaparken ortaya çıktı. İşleri gruplara ayırırken hep “…Müdahale” şeklinde yazıyordu, sonunda sergiyi en iyi tarif edecek kavramın ‘müdahale’ olduğunu önerince Müdahaleler olmasına karar verdik.
Ahmet Ergenç: Ben Vahap Avşar’ın işlerindeki en temel stratejinin ‘müdahale’ olduğunu düşünüyordum yıllardır. Kültürel, siyasi, sanatsal, tarihsel ve gündelik fragmanlara, resmi söylemlere, mitlere ve imgelere müdahalelerle bulunarak bir eleştirel-estetik-eylem icra ediyor. Bu yüzden ‘müdahaleler’ hem yeni işlerini hem de eski işlerini kapsayan yerinde bir başlık oldu. Dikkatli bakarsanız bütün işlerde bir ‘müdahale’ etme hali görebilirsiniz.
-
Sergi mekânında, BomontiAda’nın giriş katında sisli bir alan ile birlikte video ve mekâna özgü yerleştirmeler ile bu alanın kurgulandığını görüyoruz. Burada eserlerinizden birkaçı olan “Uyuyan Dev”, “I hate America, America hates me”, “Pus”, “Ellerimin Derisi” yakın dönem üretimleriniz olarak izleniyor. Özellikle serginin bu katının daha ağırlıklı sanayi alanı gibi cam ve metalden oluşturulmuş yapısı içinde bu kurguyu ve eser seçkisini nasıl belirlediniz?
V.A: Serginin iki kata yayılmasına karar verilince, ilk olarak giriş kata odaklandım. Klasik anlamda sergi yapmak için çok zor bir mekân. Her ziyaret ettiğimde mekâna bazı müdahaleler yapmam gerektiğini düşündüm. Girişteki cam tünel, dev pencereler ve ışıklandırma sistemi ile baş etmeden iş gösteremeyeceğimi düşünüyordum. Ahmet ile atölyemde çalıştığımız bir gün mimar arkadaşım Hakan Demirel ziyarete geldi, mekâna gittik birlikte çözümler geliştirmeye başladık. Hakan’a cam tünele müdahale işini ortak yapmayı önerdim, kabul etti. Bir süre araştırdık denedik ve sonunda “Pus” işi ile istediğimiz etkiyi aldık. Ardından o mekâna konulacak işleri yine mekânı dönüştürecek şekilde düşündük. Pus işinin işleyebilmesi için pencereleri kapatmak gerekiyordu ancak binanın orijinal mimari öğelerini yok etmek istemiyordum, bir süre kafa yorduktan sonra 1987 tarihli “Ellerimin Derisi” işini camda yerleştirerek hem içeriden hem de dışarıdan görünen bir vitray etkisi almayı sağladık. O katta bir diğer önemli iş ise “I hate America and America hates me” işidir. Onu arka odalara yerleştirince geriye kalan mekanlarda çok az iş göstermeye karar verdik.
A.E: Giriş kat ile üst kat arasında açık bir his ve deneyim farkını hissetmişsinizdir. Üst kattaki işler daha çok Vahap’ın ‘tarihsel’ işlerinden oluşuyor. Bir mini-retrospektif gibi, bir tarihe ‘tanık’ olma hali, bir tarih ve ayrıca sosyoloji üzerine yeniden düşünme hali gibi. Alt kat ise daha çok ‘bugün ve şimdi’ ile ilgili bir his, bir deneyimin içine girme hissi taşıyor. Düşünselden çok ‘deneyimsel’ bir kurguya sahip. Burada sisler ve ışık aracılığıyla oluşan aciliyet hissi, “I Hate America America Hates Me” işinde havlayan köpeklerin şiddeti, “Uyuyan Dev” işinde görülen olası şiddet hissi, “Ellerimin Derisi” işinde hissedilen ve sokağa da taşan o acil his, bunların hepsi alt katı bir aciliyet mekânına dönüştürdü. Yakın dönemin ve günümüzün ‘acil’ hissine karşılık gelen bir his. Sergi açıldıktan bir hafta sonra Ukrayna işgali başlayınca bu aciliyet ve şiddet hissi biraz daha ‘güncel’ oldu maalesef. Çağın hiç bitmeyen aciliyet ve şiddeti.
-
“Ellerimin Derisi” hem sergi mekânında bütün pencereyi kapsıyor hem de sokaklarda, çoğunlukla ulaşılamaz cephelerde de konuşlanan bu eller izleniyor. Özel bir alandan kamusal bir alana yayılan her izleyenin yeni bir duyguyu, meseleyi zihninde canlandıracak olan “Ellerimin Derisi” nasıl bir kavramsallık taşıyor, üretim yönteminden de söz edebilir misiniz?
V.A: Bu iş hem kişisel hem de kavramsal aksında çalışan, sonrasında sanat pratiğimi belirleyen önemli işlerden biridir. İlk kez 1987 yılında yapmıştım. Ellerimi doğrudan fotokopi makinasına sokup, fotokopilerini çektikten sonra İzmir sokaklarında duvarlara yapıştırmıştım. 1987 yılında sokakta sanat işi yapmak diye bir şey yoktu, çok az reklam afişleri vardı, sokakta duvarları afişlemek yasak ve tehlikeli bir eylemdi. Öyle bir ortamda böylesine masum bir imgenin kamu mekânına yapıştırıldığında nasıl politik bir imge haline geldiği meselesi bana çok ilginç geldi. Zamanında birlikte bildiri dağıttığım, gözaltında kaybolan arkadaşlarımı düşünerek yapmıştım ve Ahmet Ergenç’in deyimiyle bildiri dağıtan ellerin kendisi bir bildiriye dönüşmüştü. Bu iş bir daha gösterilememişti ve burada “reincarnation”a (reekarnasyona) uğrayarak yeni bir hayat kazandı.
Ahmet Ergenç: “Üst kattaki işler daha çok Vahap’ın ‘tarihsel’ işlerinden oluşuyor. Bir mini-retrospektif gibi, bir tarihe ‘tanık’ olma hali, bir tarih ve ayrıca sosyoloji üzerine yeniden düşünme hali gibi. Alt kat ise daha çok ‘bugün ve şimdi’ ile ilgili bir his, bir deneyimin içine girme hissi taşıyor.”
-
Yine aynı katta “Uyuyan Dev” eserleriniz ve “I hate America, America hates me” eserleri var. Sislerin içinde izlediğimiz 10 mm kalibre, galvanizli zincirden köpekler ve videoların soğuk, gergin bir durumda saldırganlık ve sükunet arasındaki bir balans içinde izleniyor diyebiliriz.. Sis ile gerilimin arttığı, zincirden yatan köpekler ile ani bir saldırı hissinin uyandığı, videolardaki havlamalar ile büyük bir tedirginliğin hissedildiği eserlerinizden söz edebilir misiniz?
V.A.: Aslında tamamen farklı zaman ve nedenlerle ortaya çıkmış olan bu iki işin organik bağları var. “I hate America…” işi yaşadığım travmatik bir deneyim vesilesiyle ortaya çıkmıştı. 2019’da New York’ta bir çiftlikte yaşıyor ve çalışıyordum, Kangal yavrusu aldığım yetiştirici kadının belediye ile başı derde girince, bir süre beş yetişkin Kangal köpeğine bakmak zorunda kalmıştım. Belediye görevlileri kardeşlerini kementlerle yakalayıp götürdüğü için travma yaşamış köpekleri çiftliğimde iyileştirmeye ve ehlileştirmeye çalışırken onlarla aramdaki kader birliğini düşünüp yaşadığım olayı ve Amerika’daki konumumu, yakın sanat tarihi üzerinden kavramsal bir işe dönüştürmeye karar vermiştim. Ortaya, hem yabancılık üzerine bir tez hem de yirminci yüzyıl mitlerinde biri olan kudretli şaman erkek sanatçısını “deconstruct” eden bir iş çıktı. Bu iş her ne kadar konuşulmadıysa da mesela “Bildiğimiz Üzere 20. Yüzyıl” işiyle çok alakalıdır.
Öte yandan “Uyuyan Dev” işleri aynı mekanda gösterilen Kangal cinsi ve 2022 tarihli oldukları için bu sergide ilişkilendirilseler de, bunların maketini ilk olarak altı yıl önce yapmıştım. Atölyemde yıllarca uyuduktan sonra bu sergi için ve özellikle bu yıl ortaya çıkmalarına karar verdim.
-
Serginin küratöryel stratejisini sormak istiyorum. Vahap Avşar’ın bugüne değin ürettiği birçok eseri arasından bu zorlu seçimi ve seçkiyi nasıl belirlediniz?
A.E: Önce şunu belirtmek isterim ki eserlerin seçim süreci üçlü bir karardı, Vahap, Esra ve ben birkaç aya yayılan bir süreçte bütün arşivi gözden geçirip, hem Vahap Avşar’ın bütün hikayesini özetleyebilecek hem de bugün yaşayan bir sanatçı olarak bakışını ve halini yansıtabilecek bir seçki yapmaya çalıştık. Buradaki asıl mesele tarihsel işler (sergide 1986’dan bu yana yapılan işler var) ve güncel işler (bu sergi için yapılmış ya da birkaç sene önce yapılıp hiç gösterilmemiş işler) arasında bir denge bulmaktı. Zamanda donup kalmış bir ‘geçmiş’ sergisi olmaması gerekiyordu bunun. O yüzden eski tarihli işler, yeni işlerle dengelendi. Bir de eski işlerin bugüne taşınırken, yani yeniden üretilirken kazandığı yeni anlamlar var. “Son Uyarı”, “Ellerimin Derisi“ ya da ”Kamuflaj” gibi işler hem form hem de içerik olarak bugün yeni bir anlam kazandı. Böylece sergi zamanda donmuş bir retrospektif değil, şimdi burada yaşayan ve hatta ‘nabız gibi atan’ bir hisse sahip oldu. Bir diğer küratöryel strateji de şuydu: Vahap Avşar’ın çoğunlukla New York’ta ürettiği ve genelde Amerikan kültürü, pop kültür ve kapitalizm gibi mevzuları hedef aldığı işleri bu serginin kapsamı dışında tutup, bir bakıma daha Türkiye kapsamlı bir sergi oluşturduk. Serginin bu nedenle Türkiye’nin kolektif hafızasıyla çok alakası var. Sergiyi gezen birçok kişiden, sergideki nesneler üzerinden bir hafıza yolculuğuna çıktıklarını duyduk. Ama nostaljik değil, Benjamin’in dediği gibi ‘geçmişi kurtaran,’ geçmişi bugüne taşıyan bir hafıza yolculuğu sağladı sanırım bu sergi.
-
“Müdahaleler” sergisi BomontiAda’da yapının birbirinden farklı iki katında izleyici ile buluşuyor. Burada mekânın mimari unsurlarını da göz önüne alarak yapıya hiç dokunmadan, loft bir biçimde eserlerin yerleştiği bir kurguyla izleyiciye sunuyorsunuz. Binanın mimari kondisyonu ile sergileme stratejileriniz nasıl şekillendi?
A.E.: Evet, bu sergide ‘duvara’ asılan hemen hemen hiçbir iş yok, sadece “Otel Europa” işi klasik anlamda duvara yerleşti. Duvara iş yerleştirmemek, mekânın zeminini, havasını ve hacmini kullanmak aslında bir ‘deneyim’ ya da ‘deneyimsel’ bir tecrübe sağlamak için idealdi. Sadece düşünülen değil, bir hacim olarak içinden geçilen, düşünsel olduğu kadar haptik bir deneyim de sunan bir yerleştirme de oldu. Aslında böyle düşününce, serginin tamamı bir ‘mekânsal müdahale’ gibi de okunabilir. Ayrıca ‘yerleşmeme’ hissi de, Vahap Avşar için söylediğim şu cümleye de uyuyor: “Asıl mesele bir söyleme ya da konuma yerleşmek değil, her daim sert zeminde idmandır. Buradaki ‘müdahaleler’ gücünü böyle bir sürekli tetikte olma halinden alıyor.” Yerleşmemenin hem mecazi hem de reel anlamda Vahap Avşar’ın hikayesi, bakışı ve işleriyle yakından alakası var.
-
80’li yıllardan bugüne olan üretimleriniz arasında özellikle “Cengiz Çekil Okulu” adlı bir videonuzu sergiliyorsunuz. Hoca – öğrenci ilişkisi ya da usta – çırak ilişkisi kapsamında bu videonun içeriğinden ve öneminden bahseder misiniz?
V.A: Usta-çırak ilişkisi pek konuşulmayan ancak benim için çok önemli bir konu. Cengiz Çekil’in öğrencilik yıllarımda bana çok büyük emeği geçmişti. Fikirlerini, bilgisini ve hayallerini cömert biçimde benimle paylaşmış, bana babalık etmiş ve sanat pratiğimin prensiplerinin oluşmasında büyük bir rol oynamıştı. Hocalık döneminde işleri sanat ortamından pek rağbet görmüyordu, hocanın fikirlerinin kayda geçmeyeceğinden kaybolup gideceğinden endişe ediyordum, 1995 yılında Ankara’da düzenlediğimiz bir sergiye çağırmıştık, Ankara’ya geldiğinde hocayla konuşmalarımı video çekmeye başladım, başta her ne kadar itiraz ettiyse de yaptığım işin önemini anlayıp kabul etti. Sonra Amerika’ya gittim, ülkeye gelemediğim bir dönem hariç, düzenli olarak New York’tan İstanbul’a gelip hocanın atölyesinde işleri üzerine çalışarak Kasım 2015’te vefatına kadar bütün konuşmalarımızı video kaydına aldım. 2015 yılında vefatının ardından 30 saate yakın kayıtlardan sanat, düşünce, siyaset, hayat üzerine söylediklerini edit ederek 9.5 saatlik bir video yaptım. Videonun dökümünü salt bir -reader- şeklinde kitap olarak yayınladı.
-
“770 Santigrat’ta Müdahale” adlı eseriniz ise 77 adet dönüştürülmüş Coca-Cola şişesinin kum üzerinde birbiri ardına sıralı biçimde durduğu bir komuta düzeni içinde izleniyor. Yakın dönem üretimlerinizden olan her biri biricik (unique) bir duruşa sahip lâkin yan yana geldiğinde farklılıklardan bir cam ordusu inşası gibi görünen eserin kavramsal arka planından söz eder misiniz?
V.A: Bu iş Türkiye’de sokaklardan topladığım, cam kola şişelerinden yapıldı. Dünyanın en güzel ve en popüler nesnesi olan bu şişelere bir şiddet uygulayarak şekillerini değiştirme fikrim uzun süredir vardı. Birkaç yıl önce küresel ısınma meselesini düşünürken, küresel ısınmaya çok büyük katkısı olan şirketin üretmeye devam ettiği bu nesneyi kullanarak meseleyi irdelemek istedim. Nasıl şiddetli bir ısı uyguladığımda formlarının değişeceğini tespit edip 77 şişeye bu şiddette bir ısı uyguladım ve biçimlerini hala tanınacak halde bozup sergilemeye karar verdim. Burada derdim güzel – zararlı, zevkli – felaket açıcı gibi karşıt kavramları tek bir şiirde olabilecek şekilde tek bir işte icra etmekti.
Vahap Avşar: “Usta-çırak ilişkisi pek konuşulmayan ancak benim için çok önemli bir konu. Cengiz Çekil’in öğrencilik yıllarımda bana çok büyük emeği geçmişti. Fikirlerini, bilgisini ve hayallerini cömert biçimde benimle paylaşmış, bana babalık etmiş ve sanat pratiğimin prensiplerinin oluşmasında büyük bir rol oynamıştı.”
-
“Beyaz Bayrak” adlı eser için künyesini alıntılıyorum. “Çocuk iç çamaşırlarından yapılmış olarak BOSNA BAYRAĞI isimli iş 1994 senesinde Ankara’da sergilendi. 2022 senesinde yeniden erkek iç çamaşırları ile üretildi.” Bu künye bilgisi böyle bir dönemde tesadüfi bir çarpışma yaratıyor. Müdahaleler serginiz açıldığında henüz Rusya – Ukrayna Savaşı başlamamıştı. Bir öngörü gibi görünebilecek bu eser an be an daha da güçleniyor ve sert bir ifade sunuyor. Geçmişin izleri belki de hiç kapanmıyor ve yenileri açılmaya devam ediyor. Eserin yeniden üretilerek sergide yer almasını ve bugün sergi başladıktan sonra çıkan savaş içindeki anlamı ile nasıl yorumluyorsunuz?
V.A.: Bu iş zamanlama açısından bir öngörü olarak görülebilir ancak aynı zamanda mantıklı da bir iş çünkü zamanın ruhuna uyuyor. 1994’te ilk yaptığımda Bosna’da yaşananlara olan empatim ve çaresizlik üzerineydi. Sonra şiirsel bir iş olarak akıllarda yaşamaya devam etti. Bu sergide Esra ve Ahmet işi göstermek isteyince aklımdan Suriye bayrağı ismini vermek geçmişti ancak bunun aslında bir insanlık durumu ve insanlık bayrağı olduğunu düşünüp “Beyaz Bayrak” diye isimlendirdik.
Yirminci yüzyılda yapılan savaşlar belki de tamamlanmadı sadece soğuk savaş ile ara verilmişti.
-
1995 yılında Ankara’daki Gar sergisi için ürettiğiniz “Son Damla” adlı eser, dönemin politik ve gerilimli ortamı içinde toplumsal baskı ile, serginin kapatılması gibi sansür yaşanan bir durumla karşı karşıya kalmıştı. Bugün bakıldığında Türkiye sanat tarihi içinde oldukça önemli bir sergi olarak üstüne konuşmak ve öğreti olarak aktarmak, geleceğe taşımak istediğimiz bir sergi Gar. O dönem “Son Damla” adlı eseri üretirken ülkenin siyasal ortamı nasıldı, bu sansür ve serginin kapatılması sizi nasıl etkilemişti? Ayrıca geçmişten bugüne sansür, açık dil ve politik eleştiri durumunda herhangi bir değişme oldu mu?
“Son Damla” benim için daha güçlü bir öngörü. Bu iş aslında ülkenin doğusunda sürdürülen savaş kampanyasına verdiğim bir cevaptı, ama belki de aynı zamanda Ankara Gar müdürlüğünün sabrını taşırıp sergiyi kapatmasına yol açan son damlaydı: benim Türkiye’yi terk etmemi zorunlu kılan o son damla. Evet o dönem yasakların, sansürün, sergi kapatılmalarının olduğu bir dönemdi fakat bugün çok fazla değişim olduğunu sanmıyorum. Farklı şekilde aynı otoriter mekanizmalar sürdürülmekte.
-
80’lerden bugüne eserlerinizde ele aldığınız sosyopolitik konjonktür herhangi bir değişime uğradı mı? Bunu nasıl değerlendirirsiniz?
V.A: 80’lerden bugüne dünya ve ülke konjonktüründe köklü bir değişim olduğunu düşünmüyorum ancak benim sanat yapma biçimimde değişiklikler oldu ve benim anlatılarım ve işlerim değişti