“Gılgamesh”, Fotoğraf: Danny Willems.

İnsan Ölmek Zorunda – Brüksel’de Bir Gılgamış

//

Güzel Sanatlar Müzesi

Acı çekmek konusunda asla yanılmadılar

Eski ustalar: Nasıl da iyi anladılar

Acının insani durumunu: Nasıl aynı anda yaşandığını;

 Birisi yemek yerken, pencereyi açarken ya da öylesine yürürken…

 

Brueghel’in İkarus’unda mesela,

Her şey nasıl da sakince felakete sırtını çevirir:

Çiftçi duymuş olabilir su sıçramasını

O terkedilmiş çığlığı

Ama bu onun için önemli bir fiyasko değildir

Güneş parlar yeşil suda kaybolan bacaklarda,

Hep yaptığı gibi

Ve bu inanılmaz şeyi, gökyüzünden düşen bir çocuğu

Görmüş olması gereken pahalı ve narin gemi,

Sakince yelken açar

Gideceği yere doğru

W.H.Auden

Bir sabah taradığım gazetelerden birinde Auden’in acı çekmenin doğası üzerine bu olağanüstü şiiriyle karşılaştığımda, yaklaşık on gün kadar sonra Brüksel’de, Güzel Sanatlar Müzesi’nde, şiire ilham veren Brueghel’in “İkarus’un Düşüşü” resminin karşısında duracağımı ve insan olmanın bu en temel sorunsalıyla, ölümlülüğü bilmenin acısıyla bambaşka bir yerden yüzleşen bir oyun izleyeceğimi söyleseler, güler geçerdim. Fakat tam da böyle oldu ve artık tesadüflere inanmıyorum.

Flaman ressam Pieter Brueghel’e atfedilen  1558 tarihli Brüksel’deki Belçika Kraliyet Güzel Sanatlar Müzesi’nde sergilenen “İkarus’un Düşüşü Sırasında Bir Manzara” (Landschap met de Val van Icarus) ölümün acımasızlığı, günlük hayatını sürdüren sıradan insanın, başkasının acısına, ölümüne kayıtsızlığı üzerinedir. Babası Daidalus’un uyarısına aldırmayıp güneşe çok yakın uçtuğu için balmumundan kanatları yanan İkarus’un denize düştüğü andan bir saniye sonrası resmedilmiştir sanki. Suyun üzerinde çırpınan iki küçük bacak ve birkaç tüy resmin odağından çok uzaktadır. Ne merkezde saban süren çiftçi farkındadır dibinde yaşanan trajedinin, ne de sağ alt köşedeki balıkçı, ne ilk anda resme bakan izleyici…Başı göğe dönük çoban belki inişi görmüştür de, ölüm anını kaçırmıştır. Atın arkasında, çalıların arasında kısmen gizlenmiş yaşlı adam cesedinin ise, hiç kimse farkında değildir. Resimde, ondan ilham alan Auden’in şiiri de (sandığımız kadarıyla) öleceğini bilen tek canlı olan insanın başkalarının ölümü karşısındaki umarsızlığını trajedinin kendisi olarak okur.

“Gılgamesh”, Fotoğraf: Danny Willems.

Ve Gılgamış…

Fuayenin iki ucunda iki pleksiglas küp…Küplerde ellerinde telefonlarıyla birer günümüz insanı…Tekerlekli küpler yavaş yavaş itilerek Uruk şehrinin sınırlarını temsil eden muşamba duvarların içine, oyun alanına getiriliyor, seyirci de peşlerinden. Göz alabildiğine siyah boşluğun içinde opak, geçirgen, naylon duvarlarla çizilmiş bir sınır…

Yüksek tavandan, lateks bir kozanın içinde bir kadın siyah boşlukta sarkıyor (Layla Önlen). Eski usul, manuel ahşap bir mekanizmayla aşağı indirilirken ve kozadan havada dans edercesine yavaş yavaş sıyrılırken bir yandan da içine biraz Flamanca serpiştirilmiş Arapça bir manifestoyu dillendiriyor: Sonsuz diyarlardan doğan destanlar, bu destanların binlerce yıllık bekçileri ozanlar ve anneler, sahip olma dürtümüzün zamanı ve mekanı sınırlaması, Mezopotamya ve Anadolu düşleri, mekansızlığın kapılarıyla ilgili… Oyun alanına adım atıp metnin ilk kelimesini duyduğumuzda hemen hissediyoruz: Çok net, Mesut Arslan evrenindeyiz. Yıllardır Belçika’da tiyatro üreten yönetmen Mesut Arslan, devamlı rejisörlerinden biri olduğu Brüksel KVS’te bir Gılgamış sahneye koydu. Antik Mezopotamya’dan günümüze kil tabletlere kazınmış çivi yazısıyla ulaşan dünyanın bilinen bu en eski edebiyat eseri, bu destansı şiiri, arkeolog, Mezopotamya uzmanı Mesut Alp’le birlikte 21. yüzyıl gözüyle derinden okuyarak, sahne dilinde yeniden yazmış Arslan. Çok katmanlı, anlamı sübjektifleştiren, yani anlatmak istediğini ortaya koyarken seyirciye kendi çıkarımlarını yapması için alan açan, seyirciyi oyuna katarken bu şekilde bir yandan da özgür bırakan, içinde bin bir anlam barındıran çok başka, çok derin ve engin bir Gılgamış bu. Önce urtext’i, orijinal metni ve tarihini hatırlayalım: Gılgamış destanı insanlık tarihinin en eski edebiyat örneklerinden biridir. Hikâyeler yüzyıllar boyunca sözlü olarak aktarılmış ve daha sonra çivi yazısıyla kil tabletlere yazılmıştır. Nihai versiyonun MÖ 12. yüzyıla ait olduğu düşünülüyor, ancak daha eski parçalar MÖ 3. binyıla kadar uzanır.

“Gılgamış, en yakın dostu, kardeşi, sırdaşı, sevgilisi, her şeyi Enkidu’yu kaybettiğinde kendi ölümlülüğünün de ayırdına varır ve sonsuz hayat peşinde tufandan kurtulan tek kişi olduğu için ölümsüzlük bahşedilen tanrı Utnapiştim’e gider.”

Bu tabletlerde anlatılan, insanüstü güçlere sahip, yarı tanrı yarı insan, baskıcı, Tiran kral Gılgamış’ın ehlileştirilen vahşi insan Enkidu’yla önce dövüşerek tanışması sonra dost olmaları ve beraber çeşitli maceralara atılmalarıdır. Bu tuhaf ikili, eski çağ anlatıları dünyalarındaki tipik meselelerle, insanlar, tanrılar ve yarı-tanrılar, canavarlar, lanetler, çeşitli otlar, garip düşler, yılanlar ve sınavlarla uğraşırlar. Oyun oynayan iki küçük çocuk gibi surların dışına çıkıp Sedir ormanının koruyucusu Humbaba’yı öldürürler, Gılgamış onunla sevişmediği için sinirlenen İştar’ın göklerden gönderdiği boğayı alt ederler. Bu, tanrıların bardağını taşıran son damladır, tanrılar Enkidu’yu öldürür. Gılgamış, en yakın dostu, kardeşi, sırdaşı, sevgilisi, her şeyi Enkidu’yu kaybettiğinde kendi ölümlülüğünün de ayırdına varır ve sonsuz hayat peşinde tufandan kurtulan tek kişi olduğu için ölümsüzlük bahşedilen tanrı Utnapiştim’e gider. O zaman anlar ki, Tanrımsılığı iktidarındandır, insan olduğu için ölmek zorundadır.

Kozadan çıkan kadın ayaklarını yere basar. Bu, Enkidu’dur. Çamurdan doğan, vahşi olan, doğayla barışık yaşayan, Tanrı ya da yarı tanrı olmayan, kimseye tapmayan, tapılmayı istemeyen, ceylanlar gibi, ağaçlar, kuşlar, ırmaklar ve gezegenler gibi sadece an’da ve uzay boşluğunda var olan…Kutsal fahişeyle seviştirilerek ehlileştirilen vahşi insan…Yere indiğinde kibar bir yılandır. Seyircilerle biraz dalgasını geçip onların yardımıyla yerde naylonun ortasında yatan Gılgamış’ı ayağa kaldırır. Kral şaşkınca sorar: “Saat kaç?” ve gururla pleksiglas küp üzerinde, halkını selamlama turuna çıkar.

“Sahne İçin Doğmuş Gibi”

Arslan’ın Gılgamış’ı böyle başlıyor. Oyunun malzemeleri naylon duvarlar, iki küp ve içindeki insanlar, çeşitli işlevler üstlenen lateks, biraz projeksiyon, seyirciler ve iki oyuncu…Oyunun bütün yükü bu iki müthiş oyuncunun üzerinde… Gılgamış’ı canlandıran Daphne Agten heybetli, iddialı, teknik bir oyuncu, aynı zamanda komik zamanlaması çok iyi; Gılgamış karakterinin Mesut Arslan/Mesut Alp versiyonu için biçilmiş kaftan. Enkidu’nun yanında yılanı, Gılgamış’ın annesini, İştar ve Utnapiştim’i de canlandıran Layla Önlen müthiş karizmatik, bu birbirinden sadece cinsiyet değil tür ve hatta evrendeki konumlarıyla dahi farklı karakterlerin birinden diğerine adeta süzülerek, zarifçe, hiçbir pürüz bırakmadan geçiş yapabilen; sahnede yüreğiyle, içgüdüleri ve duygularıyla var olmaktan korkmayan, benim daha fazla sevdiğim tür oyunculardan. Belli ki rolünün yolculuğuna önce kendi içinde başlayıp orada bulduklarıyla karakterini yaratıyor… Sahne için doğmuş gibi, doğal yetenek…Özellikle Enkidu/Gılgamış sahnelerinde karakterlerin içsel dışsal çatışmaları ve aralarındaki çekim alanı, bu iki birbirine zıt oyuncu ve farklı oyunculuk biçimleri sayesinde daha net ortaya çıkıyor. Çok doğru bir kast seçimi.

“Kutulardaki günümüz ‘sosyal medya maymunu’ insanı, elindeki telefonla tüm evrene ulaştığını sanırken anlatısını ancak kendi küçücük kutusundan görebildiği perspektiften biçimlendirip aktarabildiğinin farkında değil.”

Sahnelemeye gelince: Dramaturg Ata Ünal “tekstte hiç dramaturgi yok, tüm dramaturgi sahnede” diyor. Bol metin var fakat dertler daha görsel ve bedensel aktarılıyor. Mesut Arslan anlatıyı iskeletine kadar soyup rejiyle yeniden yazmış. Hikâyenin kurgusu aynı, yine lineer, başlangıcı, gelişmesi ve sonu var ama Uruk şehrinin surları içinde, o oyun alanında kendini var ediş biçimi çok başka. Çünkü Arslan bu dünyanın en bilinen “kahramanlık” destanının postuna bürünerek bambaşka şeyler söylemenin peşinde. Gılgamış’ın beyhude narsisist iddiasının altındaki incinebilirliği göstermenin derdinde örneğin, “ilk şehir” sayılan Uruk üzerinden “medenileşmiş” insanın doğa düşmanlığı, şehir kurma, mayalayarak, bira ve ekmek yaparak bir şeyleri saklama, koruma çabası ve bu gelecek kaygısıyla çelişen yok etme merakını anlatmanın… Gılgamış’ı ve Enkidu’yu iki kadına oynatarak bir çok akademisyenin homoerotik bir erkek ilişkisi olarak irdelediği bu ilişkiyi, homoerotizmi dişil tarafa taşırken, dişileşen her şey gibi, erksizleşince üzerlerine yüklenen gereksiz anlam bir anda kaybolan cinsiyet rollerinin… Seyirciyi oyunun tamamına katarak oynayanların izleyenler üzerindeki tahakkümünü kırmanın, o an’da orada bulunan herkesi eşitlemenin… Oyun boyunca şeffaf küplerin içinden gördüklerini sosyal medya hesaplarında açtıkları canlı yayınlardan her akşam farklı iki dilde takipçilerine aktaran modern akıllı telefon insanını kullanırken bu öyküleri kuşaktan kuşağa, kulaktan kulağa sözle aktarma geleneğinin altını çizmenin…Yakın dost, sevgili, ruhani/beşeri aşk, kardeşlik, ruh eşi kavramları arasındaki geçirgenliğe işaret etmenin.

Kutulardaki günümüz “sosyal medya maymunu” insanı, elindeki telefonla tüm evrene ulaştığını sanırken anlatısını ancak kendi küçücük kutusundan görebildiği perspektiften biçimlendirip aktarabildiğinin farkında değil. Oysa, o sonsuzluğa uzanan “siyah kutu”nun içinde yaratılan Uruk evreninde çok farklı şeyler dönüyor. Uzun bir lateks, içinden iki fenerle aydınlatılıp üzerine ağaç görüntüsü aktarılarak maceralarla dolu gizemli bir sedir ormanına dönüşüyor birden, Uruk’un naylon duvarları tarihin ilk başörtüsüne, öfkeli İştar’ın başörtüsüne evriliyor. Senograf Stan Wallet üç-beş malzemeyle, minimal bir yaklaşımla engin bir evren yaratmayı başarmış. Sevdiğinin ölümüyle sınanan Gılgamış bir kırılma yaşayıp pleksiglas küplerden birinin üzerinde “I want to break free” şarkısı eşliğinde bir disko ortamında kendinden geçiyor. Karakterlerin enstalasyonvari, şeffaf, beyaz ve ten rengi, varla yok arası ama detaylarda son derece iddialı kostümleri (Kostüm konsept ve tasarım Elif Korkmaz, görsel sanatçı) siyahlığın içinde tene, ete, bedene dikkat çektirirken tenin, bedenin, insanın ölümlülüğünün altını çizerek konsepte katkı sağlıyor. Sonsuzluktan beri yaşayan Utnapiştim artık can sıkıntısından dip köşe temizlik yapıyor, zaman ve mekân kavramları bizim onların üzerine yüklediğimiz saçma anlamları yitiriyor.

İlginizi çekebilir:  Versus Art Project Enter Art Fair'da

Çarpıcı Sahneler, Mizansenler

Buğday ekip biçmeyi öğrenen insan yerleşik hayata geçince ekmek gibi, bira gibi “mayalandı”. Önce bir alana çöküp orayı sahiplendi, surlarla çevirdi, sonra surların arkasında olanlara da sulandı, onları da elde etmek istedi. Sadece var olmayı unutup egolandı, her şeye sahip olmaya yeltendi. Şehirlere, insanlara, doğaya, hayvanlara hükmettikçe, şiştikçe şişti. Ve bütün bunları öleceğini bildiği için yaptı. Öleceğini bile bile yaşayan, ölümsüzlüğe hep özenen, o yüzden ölmeyecekmiş gibi davranan tuhaf bir canlı insan. KVS’de Mesut Arslan, Mesut Alp, Ata Ünal, Elif Korkmaz, Layla Önlen ve Daphne Agten’in yarattıkları Gılgamış, dünyanın bilinen ilk şehri Uruk’un duvarlarının içinde, kenarında, etrafında ve dışında bazen aynı anda var olan, hep seyirciyle hareket eden, mizansenlerde estetik kadar anlama da önem veren, hep akan, değişken ritimli, bazen çok duygusal ve hüzünlü, bazen absürd, bazen de komik ve saçma bir evren ve ısrarla insan canlısının garip çelişkilerinin, ruhuyla bedeni arasındaki kopukluğun, doğayla ayrışmasındaki trajedinin peşinden gidiyor. Bunu, her malzemeyi son derece yaratıcı biçimlerde kullanarak yapıyor. Görsel ve dramaturjik anlamda müthiş çarpıcı sahneler, mizansenler var: İştar’la Gılgamış’ın çatışma sahnesi, küpün içinde geçen iki karakterin birbirini sarıp sarmaladığı romantik Enkidu’nun ölümü sahnesi, ikilinin küplerin üzerinde ve içindeki sahneleri, Sedir ormanlarındaki macera, Gılgamış’ın bir rock star moduna geçerek koptuğu disko sahnesi, Utnapiştim’in efsane temizlik sahnesi…Birbirinden çok farklı sahneler aynı estetik içinde birbirine bağlanarak aktarılmak istenen bütüne hizmet ederken bir yandan da tek başlarına var olacak kadar güçlüler. Ve seyirci, daima oyunun içinde, hikâyeye dahil, hatta oyunun ilerlemesi için araçsal ve gerekli. Oyunun sonuna yakın, medenileşmiş insan, ya da Havva, belki ekmek ve biradan kurtulup doğallığa geri dönmeyi seçen vahşi yanımız ya da bir tanrı veya tanrıça (onları da kendi suretimizde hayal ediyoruz ya) çılgınca kırmızı elmalar yiyip şişelerce su içiyor ve bunların kalıntılarından naylonun üzerinde Gılgamış’ın içine gömülmek istediği Fırat nehri yaratılıyor. Bu sahne yoruma çok açık, yönetmen burada aklından geçeni gizleyerek aktarıyor. Bence yasak elma, cennetten kovulma, insanın hırsı ve belki de vahşi olanın, Enkidu’nun zaferine dair bir şeyler söyleniyor.

“Birbirinden çok farklı sahneler aynı estetik içinde birbirine bağlanarak aktarılmak istenen bütüne hizmet ederken bir yandan da tek başlarına var olacak kadar güçlüler. Ve seyirci daima oyunun içinde, hikâyeye dahil, hatta oyunun ilerlemesi için araçsal ve gerekli.”

Gılgamış seyircinin ellerindeki naylondan Fırat nehrinin altında, üzerinden sular, kırmızı elmalar, bir yeşil elma, rüzgârın sesi geçerken Enkidu, ona sevmeyi, yası ve ölümü öğreten ruh eşi, sevgilisi, kardeşi yanına uzanıyor. Artık zamandan ve mekândan bağımsızlar. Başkaları günlük hayatlarına devam ederken, kimsenin haberi olmadan acı çekenlerdendiler, öleceklerini bildikleri için acı çektiler, İkarus gibi güneşe çok yakın uçmaya kalkışıp düştüler. Auden’in şiirine geliyoruz zamanda dönüp. Tarihin başlangıcından beri, birileri hayatını tüm sıradanlığıyla sürdürürken bir başkaları hep bir yerlerde acı çekiyor. Ölümü bile bile ya da tam da ölümü bildiği için…

“Enkidu Gılgamış için ne ise mekân da zaman için o” diyor Mesut Arslan, “Her destanda, o dönemin zamanının ihtiyaçlarına göre gelecekteki anlatıcılar ve dinleyiciler tarafından doldurulması gereken boşluklar kasıtlı olarak oluşturulur. Bu boşluklar ozanın sözleriyle geleceğe taşınır. Dünyanın en eski destanı hakkında bizim de/benim de söyleyecek bir şeyim/iz var artık.”

Arslan gerçek bir vizyoner ve bu müthiş uyumlu, oyuna çok inanmış ekiple beraber çok şey söylüyorlar. Çok katmanlı şeyler söylüyorlar. Üstelik bunları öyle bir sahne diliyle söylüyorlar ki, Fransızca üst yazıyla Flamanca oynanan, bol metinli bir oyunu, bu iki dili de bilmeden anlıyorsunuz. İşte iyi yapıldığında tiyatro böyle bir şey oluyor: İnsanın binlerce yıllık çok temel bir derdini öyle bir yerden bakarak anlatıyor ki, büyülüyor, soru sorduruyor, heyecanlandırıyor, anlam katmanlarının arasında yolunuzu kaybettiriyor. Zaman, mekân, aşk kavramları üzerlerine yüklediğimiz sınırları yitiriyor. Bir düşün içine ışınlayarak bizi, bildiğimiz her şeyi unutup yeniden başlayabileceğimizi, bambaşka evrenler kurup oralardan bakabileceğimizi hatırlatıyor. Antik çağların çobanlarına, göçebelerine rehberlik eden kutup yıldızı gibi, ruhumuzun yolculuğuna kılavuzluk ediyor.

Ölüm Var Ölüm

Mesut Arslan Gılgamış destanını insanın ölümsüzlük hikayesi olarak değil, ölümlü olduğunu anlama yani faniliğini öğrenme kabul etme hikayesi olarak anlatıyor.

“12.000 yıl önce Homo Sapiens’in amacı tahılı evcilleştirmekti, ancak tahıl sonunda Homo Sapiens’i evcilleştirdi.”

– Yuval Noah Harari

Bu kahramanlık hikayelerinde, genellikle arkadaşı Enkidu’nun eşlik ettiği Uruk’un beşinci kralı Gılgamış, mitolojik maceralar yaşar. Ebedi yaşam arayışına girer ya da tanrılar tarafından Uruk’a gönderilen doğaüstü yaratıklarla savaşır. Ancak, diğer şeylerin yanı sıra, ölümlülük bilinciyle ilgili varoluşsal sorularla da karşı karşıyadır.

O zamanlar güney Mezopotamya’nın bir parçası olan ve bugün Irak’ta Warak olarak bilinen Uruk, bilinen en eski şehir kültürlerinden biridir. Fırat Nehri çevresindeki verimli topraklar, buğday yetiştirmeye uygundu ve insanlara göçebelikten yerleşik hayata geçme fırsatı verdi. Bu da “var olmak”tan” “sahip olmak”a geçiş demekti. Çünkü buğday, sahiplenmeyi ve sınırları beraberinde getirdi. Avcı-toplayıcı zamanlarda vahşi doğada herkes içindi. Ancak ekim ve hasat, doğayı evcilleştirmek, sınırları çizmek ve savunmak anlamına geliyordu: Varoluş bölgeselleşti. Buğday tarlaları mülk haline geldi ve “biz” ile “onlar” arasındaki karşıtlıkları şiddetlendirdi.

Ama büyük resme baktığımızda kim kimi evcilleştirir? İnsanlar doğayı mı evcilleştirir, yoksa doğa nihayetinde insanlığı mı evcilleştirir? Gılgamış ölümsüz olmak, ölüm ve doğada ustalaşmak için büyük çaba harcar. Biz insanlar, sözde medeniyetimiz ve tüm kültürel mirasımızla, zaman ve mekanın da efendisi olmak istiyoruz. Ama bu bizi mutlu ediyor mu? Pandemi bize egolarımızı bir perspektife koymamız gerektiğini göstermedi mi? Dışarıdaki doğa ve içimizdeki canavar her zamankinden daha mı güçlü? Yakalayıp fethetmeye çalışmak yerine vahşi doğada çoğalan uyumu kabul etmeyi, göçebe dalgalarda sörf yapmayı ve sadece “olmayı” öğrenebiliriz.

Ölümle barışırsak, yaşam birdenbire çok daha değerli hale gelir.

Mesut Arslan

“Kendimi düşlerimde, düşlerimi sahnede, sahneye yeryüzünde arıyorum.”

Mesut Arslan 20 yaşında bir uçağa binip kendini Belçika’ya attığından beri orada ve bazen de burada tiyatro yapıyor. Brüksel KVS tiyatrosunun yönetmenlerinden, yine Belçika bazlı uluslararası sanat platformu 0090’ın kurucusu…Çok kendine özgü, görsel ve kavramsal bir sahne dili olan bir yaratıcı. Belçika’da ilk önce Anadolu Tiyatro Grubu (ATG) ile ağırlıklı olarak Türk camiasında başarılar yakaladı. Daha sonra Orta-Batı’ya referanslarla multidisipliner sanatların araştırılması, yaratılması ve sunumu için bir atölye ve üs olan Platform 0090’ı yarattı. 2006’da Belçika ve Hollanda Tiyatro Festivali’nin küratörlüğünü yaptı. 2010’da Toneelhuis’ten Guy Cassiers ile iş birliği, 2011’de eski vatan Türkiye’de Ve Veya Ya Da’yı (Either/Or) oyunu. 2012 ve 2013 yıllarında Kamer en de Man’ı İstanbul, Brüksel ve Londra’ya götürdü. 2013-14 sezonunda Harold Pinter’in İhaneti’ni ve Nobel ödüllü Orhan Pamuk’un Gizli Yüz’ünü yönetti. 2017’den beri KVS tiyatrosunun yönetmenlerinden biri. Buradaki ilk projesi Nachtelijk Symposium, değerli bir başlangıçtı. Michael De Cock ile birlikte Kamyon’un yaratılmasında da yer aldı. Geçtiğimiz yüzyılın en büyük tiyatro klasiklerinden Kim Korkar Virginia Woolf’u 2019 sonbaharında yine KVS’te yönetti. Şimdi de Gılgamış… Bir yabancının Avrupa’nın ortasında tiyatro yaparak tutunması, tutunmakla kalmayıp kendini göstermesi ve KVS gibi prestijli bir kurumda yönetmenlik yapması. Hiç kolay işler değil. Arslan’ın metinle görselliği özgün bir sahne dilinde birleştiren, bambaşka

bir tarzı var. Tiyatronun o gün durduğu yerin hep bir adım ötesinde işler yapıyor. İşleri hep çok sağlam entelektüel bir altyapıdan, felsefeden ve genel bir dünyayı ve yaşamı, insanın durumunu anlama merakından beslendikleri için farklı.

Gılgamış

Tekst ve konsept: Mesut Alp&Mesut Arslan

Reji: Mesut Arslan

Dramaturji: Ata Ünal

Oyuncular: Daphne Agten , Layla Önlen

Senografi: Stan Wannet

Sanat Danışmanı: Hüseyin Umaysız, Charlotte Bouckaert

Kostüm konsept ve tasarım: Elif Korkmaz, kulturfabriek ‘art of beauty’

Prodüksiyon: KVS, Platform 0090.

Previous Story

Halikarnassos İki Yaka Kültür Festivali

Next Story

Pi Artworks – MSGSÜ İş Birliğiyle “Yine Boya”

0 0,00
02_ArtDog_CD_Logo_RGB_Black

BÜLTEN

Türkiye ve dünyadan haftalık kültür-sanat haberleri, inceleme yazıları, sergiler ve etkinlikleri takip et.

Bülten aboneliğinde ArtDog Istanbul’un gizlilik sözleşmesini kabul etmiş olursunuz.