Mehmet Ali Uysal, Le lit en béton, 2022, karışık teknik, 200 x 145 x 160 cm

Evsiz Adamın Yatağı

Mehmet Ali Uysal’ın Pi Artworks İstanbul’da açılan Hayat Çok Güzel! isimli sergisi sanatçının son dönemde kendinden yola çıkarak ürettiği işler üzerinden hayata dair kırılganlıkları ve kusurları ele alıyor. Uysal’ın yerleştirmeleri üzerinden mekân algısıyla oynayan tavrı bu sergide izleyicilerle daha dinamik ve performatif bir diyaloğa kapı aralıyor. Uysal ile irdelediği meseleleri ve sergide yer alan işlerini konuştuk.

//

Hayat Çok Güzel! isimli serginiz ironik bir adla yaşamı keskin çizgilerle tanımlamak yerine çeşitli ihtimaller sunuyor. Bu bağlamda sergiyi nasıl bir yaklaşımla ele aldığınızı anlatır mısınız?

Aslında bu hikâye şöyle başladı; serginin çıktığını noktayı anlatayım. Paris’te yaşıyorum, gidip görenler fark etmiştir. Birçok evsiz var; sokakta yaşayan bir yığın insan. Ve ilginç bir şekilde her yerde de yatak var. Sokaklarda dolaştığında nereden geldiğini anlamadığın bir sürü yatak görürsün. Sonra kayboluyorlar o yataklar ve tekrar birileri yeni yataklar bulup getiriyor. Günlük alışverişlerimi yaptığım marketin hemen yakınında evsiz bir adam var. Adamla bir göz ilişkisine girdik önce, selamlaştık birkaç kez. Sürekli yatağını değiştirir. Marketten alışveriş yaparken ona da yiyecek bir şeyler almaya başladım.  Süreçte arkadaş olduk. O evsiz arkadaşımla ve yatağıyla ilgili bir iş yapmak istedim. Beton yatak fikri oradan çıktı. Büyük aşkların mekânı, dünyanın en romantik şehri Paris’in bendeki hikâyesi. Paris çok güzel! Hayatın çok güzel olduğu gibi.

Genel olarak ne yapıyorum, niye üretiyorum diye sorarım hep kendime? Bunu cevaplamak güç aslında. Sürekli dertlerim var. Dertsiz hayat istiyorum ama sürekli dert üreten de bir yapım var. Dert edinince de ister istemez dertlerini paylaşmak istiyorsun, söze/göze getirmek istiyorsun. Dertlenince arkadaşlarınla konuşmak ihtiyaçtır ya, öyle bir şey sanki. Son zamanlarda kendimle ilgili işler yapmaya başladım. Özellikle Fransa ve İstanbul’da yaptığım Beni Terk Etme sergileri benim için önemli. 7 yıldır Paris’te yaşıyorum ve gönüllü bir asimilasyon sürecinden geçiyorum. Dillerini ve kültürlerini öğreniyorum. Başka bir hayat yaşamak, hayatımı değiştirmek kararıyla yapılan gönüllü bir durum. Bu asimilasyon sürecinde bütün geçmişimi unutacakmışım gibi hissetmeye başladım. Belleğimizin bir kapasitesi var ve yeni şeyler eklemlemek için azaltmak, bir başka deyişle unutmak lazım. Bu benim için bir problemdi. Bu yüzden hatıralarım üstüne, günlük yazarcasına işler yapmaya karar verdim.

Kendime ait problemlerime cevaplar bulmaya çalışıyorum diyelim. O evsiz arkadaşımın hikâyesini kendime dert edip  çözümler geliştirme çabam gibi.

Orada o kişiyle bir özdeşleşme durumu mu var?

Evet, benim hâlâ evim yok. Bir eve yerleşemedim. Bütün bu Hayat Çok Güzel!in çıkma hikâyesi budur. Tabii retorik bir şekilde. Bir arkadaşımla konuşuyordum, “Niye yapıyorsun bu işi?” diye dedi, anlattım. “Bunu İstanbul’da mı sergileyeceksin?” diye sordu. “Ama bu Fransa’nın hikâyesi, Paris’te mi sergilesen” dedi. Bir ay sonra deprem oldu. Dolayısıyla oradan başlayan hikâye başka bir hâl aldı. Şiir yazıyor gibi hissediyorum, şiir de severim açıkçası. Mesela Nâzım Hikmet, Piraye’ye şiir yazmış ama biz o şiiri okuyunca Piraye’yi değil başka birini görürüz. Başka insanlarla, başka hikâyelerle birleşen bir tarafı var. Öyle de yapmaya çalışıyorum. Şimdi hikâye oradan başlıyor. Sonra cam kırma işleri geldi. 1 Mayıs eylemlerinde kırılan lüks mağazaların camları.  Daha önce de yapmıştım bir taş deseni ile birlikte. Bu sefer taşın kendisini kullandım. Yaşadıklarımız bizi bazen depresyona sokuyor. Bir şeyler yaşıyoruz ve hayatımızı sorgulamaya gidiyoruz, sıkıntılı bir durum. Ancak çıkmak için acele ediyormuşuz gibi geliyor bana. Ateş yanar. Sönmesi için iyice közlenmesi gerekir ya. Biz közlenmesini beklemeden üzerine su dökmeyi tercih ediyoruz sanki. Demem o ki, tam yanmayan ateş sönmez. Çok fazla sorgulama sürecinin hakkını vermiyoruz. Herkes böyledir diyemem burada kendi hikâyemden anlatıyorum. Dolayısıyla bazı durumların yeterince hakkını vermediğimi düşünüyorum, o yüzden de sönmüyor. Her şeye rağmen hayat güzeldir fikri bizi tepki vermekten alıkoyuyor, alelacele sıradan hayata geri dönüyoruz. Çıldırayım istiyorum. Kapıyı bacayı kırmak istiyorum. Amma velakin, ateşin üstüne suyu dök, devam et. Hayat  çok güzel çünkü.

Örgütlenmeye teşvik eden bir yanı da var sanki?

Evet ama kişisel bir şeyden bahsediyorum. İsyan etmiyoruz, kendi kendimize. O kırma hikâyesi de isyan.

Sergide yer alan işlerde, nesnelerin işleyişini ve kullanım biçimlerini özünden kopararak yorumluyorsunuz. Düşüncelerinizin pratiğe aktarımı, malzeme seçimi ve kurgu açısından nasıl birleştiğinden bahsedebilir misiniz? 

Benim için malzeme çok önemli. Bir işin camdan, betondan, seramikten, kağıttan yada kumaştan  olmasının arasında büyük farklar var. Şimdi o yatağı görüyorsun, mecburen polyester ama beton olması lazım. Betonu taşıyamayız diye polyesterden döküp beton gibi boyadım. Ama işin aslı betondan olmalı. İş o zaman bitmiş olur.

Pi Artworks’te Beni Terk Etme isimli bir önceki kişisel serginizde ivme kazanan anılarınıza dair çağrışımlar devamlılığını koruyor mu? Hayat Çok Güzel! isimli sergiye de ismini veren serinizde cam ve taş gibi malzemelerin kullanımıyla, hayata dair kırılganlıkları ve zedelenmeleri çerçeveleyerek sunuyorsunuz. Bu seriyi biraz anlatabilir misiniz?

Bu kadar romantik bakmıyorum. Bir önceki sergide, geçmişi unutacağım korkusu benim için bir sorundu. Dolayısıyla parça parça sergideki her bir işin hikâyesi var. Günlüğe yazmak yerine yerleştirmelerimle yazdım. O sergide oynayan eller vardı. Çocukluğum Mersin’de bir kıyı köyünde geçti. 5, 6 yaşındaydım, karavanla geçen turistlere el sallardık. Bir gün arkadaşıma jelibon vermişler. O paketten birer tane bize vermişti. Hayatımız boyunca öyle güzel bir şey yememiştik. Ondan sonra her yaz bütün gün boyunca denize giderken el salladık turistlere ki bize jelibon versinler. Sallanan ellerin hikâyesi böyle. Babam üstüne yaptığım bir iş var. Aynada bir yansıma (fotoğraf) var ama babamın evinin yansıması. Aynı zamanda babamın vesikalık fotoğrafını koydum ayna çerçevenin kenarına. Babam köy enstitüsünde okurken, güzel sanatlara devam etmek istiyor. Akademiden kabul aldığı halde parasızlıktan gidemiyor. Sanatçı olmakmış isteği ve en çok yaşamak istediği yer de Paris’miş. Aslına bakarsan onun hayallerini gerçekleştirdim o işle. Hayat Çok Güzel! ise başka bir dertten yola çıkıyor. Hep hayatı güzel görmek bana saçma gelmeye başladı. Kapitalizmin getirilerinden biri. Her zaman çok mutlu olmamız gerekliliği de stres yaratıyor. Biraz da acı çekelim. Ne olur ki?

İlginizi çekebilir:  Marina Abramović sergisi kapılarını açıyor

Anonim ve kanıksanmış değerlere çomak sokasım geliyor. Özellikle bir neon serisi var. 2010’da bütün fuarlarda neon sergileniyordu bir akım olarak. Neon yapmıyorum o zaman, hayal de etmiyorum ama kendimi eksik hissediyorum. Eğer yapmazsam sanatçı olmayacakmışım gibi bir hissiyata kapıldım. Kendime de gıcık oldum. Sanatçıları ve kendimi eleştiren Every Contemporary Artist Should Have At Least One Neon Artworkçıktı ortaya. Böyle yani, çomak sokasım geliyor. Çerçevelere gıcık oluyorum, ahşap, ince, içine ne koyarsan çağdaş sanat oluyor. Bir defasında çerçeve yapıyordum.  İçine ne koyacağımı bilmediğim bir çerçeve. Camı kırıldı, ondan sonra o çerçevenin kırık halinin fotoğrafını çektim, aynı çerçevenin içine koydum: Memory Photo Of a Frame. Hikâyesini onun içine koydum.

Sergide, inşaat malzemesi kullanılarak üretilen bitki görünümlü demirler ve üzerinde yer aldığı betonarme hissiyatı uyandıran büyük ölçekli yatak, Beton Yatak yerleştirmeniz dikkat çekiyor. Yatak, yumuşak dokusuyla bir anlamda uyku halini (teslimiyeti) ve konfor alanını simgeler. Burada seyirciye nasıl bir etki alanı sunulmak isteniyor?

Bütün bu yaptığım işlerle bir başkasına değil kendime mesaj veriyorum. Şiirsel taraflarını seviyorum. Öyle bir iş oldu ki ben bile depremden bağımsız göremiyorum o işi. Ama öyle yapmadım tabii. Sokakta yaşayan bir adamla olan ilişkimden, evsizlik üzerine yapmıştım. Dolayısıyla bende işin başladığı ve bittiği yer farklı. Aynı şiiri farklı zamanlarda okurken farklı algıladığımız gibi. Çünkü biz değişmişizdir. İzleyen kişi ne düşünür, ne algılar onun hikâyesiyle ilgili.

Genellikle mekân algısıyla oynayan ve mekânı da serginin parçası haline getiren bir sanatçısınız. Bu sergideki işleriniz ise mekânda kendine uygun bir yere konumlanmış gibi gözüküyor. Tıpkı bir eve yerleşmek gibi… Mekânın statüsünün değiştiğini düşünebilir miyiz?

İşin koyduğum yerle ilişkisini sorguluyorum hep. Gözyaşı isimli iş galerinin bir bölümünde duruyor, orayı yatak odasına dönüştürmek istiyorum. Yatağın oraya kırılan camları, taşları, denizi yerleştirerek benim yatak odam hâline getirmeye çalışacağım. Benim kurgumda orası benim odam. İstanbul’da olması da önemli, bu işleri Paris’te veya İngiltere’de bir galeride sergilemek istemezdim. Türkiye köklerimin olduğu yer.

Gözyaşı isimli otobiyografik çalışmanızdan biraz daha detaylı bahsedebilir misiniz?

Suyla ilgili aslında. Ben Paris’te sudan yola çıkarak bir sergi yaptım. Mekânı, alışveriş merkezini sel basmış gibi yaptım. Vitrinleri suyla doldurdum, buzdağları eriyormuş gibi yaptım. Ayrıca bir kâğıt gemi vardı ve onun içine girince denizin içine giriyorsun. Suyu malzeme olarak birçok işimde kullandım. Bazen deniz, bazen gözyaşı bazen suyun kendisi oluyor. Ağlamışım ve gözüme kadar gözyaşı dolmuş gibi. Nasıl bir depresyondaysam o an demek ki. Ama orada kullandığım malzeme cam. 2016 – 2017 yılına dair bir iş, hiç sergilenmedi. İlk kez burada sergileniyor.

Ufuk Çizgisi (Horizon) seriniz 2013 yılından itibaren çeşitli biçimlerde mekânı algılamaya dair çözümlemelerle gerçeği boyutlandırarak, çarpıtarak, sınırları genişleterek ufuk çizgisine ve ötesine odaklanarak devamlılığını koruyan bir seri. Peki bu sergide nasıl bir rol üstleniyor?

Ufuk çizgisi (Horizon) serisinde kullandığım fotoğraf köyümden (Yenikaş Köyü, Mersin)  Kıbrıs’a bakarken çekilmiş  bir fotoğraf. Hepsi aynı fotoğraf. İlk yaptığımda çerçevenin açısını değiştirdim. Karşıda Kıbrıs var. Bazen görüyorsun, hava nemli ise göremiyorsun. İster istemez oraya bakıyorsun ya görürsem diye. Bilinçli/siz oraya bakıyorsun. 2019’da yaptığım seride çocukluğuma referans vererek kullandım. O iş benim çocukluğumun görselidir. Sanki onu unutuyormuşum gibi, düşmüş gibi yaptım.

Les Sculptures Anonymes (Anonim Heykeller) serisi de bildiğim kadarıyla çocukluğunuzdan günümüze taşınan anıları barındırıyor. Bu serinin hikâyesi nedir? Ayrıca, araba lastiği gibi malzeme seçimlerinin bu seriyle kurduğu ilişkiden de bahsedebilir misiniz?

Ben yüzmeyi iç lastik sayesinde öğrenmiştim, onsuz boğuluyordum çünkü. İç lastik benim için cankurtarandı. Bizim köyde çok kullanılan bir şeydir. Anonim heykellerde sakızlar var, tekerler var. Sakızları anlatayım: OSTİM organize sanayi bölgesinde çalışıyordum. İster istemez büyük işler yaptığım zaman başkalarıyla da çalışıyorum. Çalıştığım ustalar “Ne kolay şeyler yapıyorsun” diyorlardı, ben de haklı olduklarını söyledim. “Bunları herkes yapabilir” dediler. “Benim zaten herkesin yapamayacağı bir şeyi yapasım da yok” dedim. 3-4 kişiyiz, “Hadi sizinle heykel yapalım” dedim. Herkes için bir sakız aldım, çiğnedik ve aralarından birkaç tane seçip büyüttük. O ara bizi masada oturup sakız çiğnerken gören ve ne yaptığımızı soranlara da, “Rahat bırakın sanat yapıyoruz” diye cevap veriyorduk. Bu kadar sahibinin ben olmadığı bir şey. Dolayısıyla oradaki işçiler yaptı, formunu da onlar verdi. Lastiklerin özel bir tarafı var benim için. Lastiğin havası inince formunun bedene referans eden bir tarafı var. Lastiğe bakınca canlı bir şey görüyorum. Sergide ise eğer yapabilirsem o alanın fotoğrafını da çekip koyacağım. 10 binlerce lastik var; üst üste duruyorlar hurdacılarda. İnanılmaz etkili duruyor, üst üste yatmış insanlar gibi. Onların arasından seçiyoruz. Bende şöyle bir okuması var bu işin. Dört tane iç lastik, siyahtan beyaza kadar, beyaz ayrı duruyor duvarda. Kademeli olarak sıradan bir nesnenin yapıt haline gelmesinin hikâyesi gibi.

Önümüzdeki günlerde gerçekleştireceğiniz başka projeleriniz var mı?

Uzun zamandan sonra Türkiye’de birbiriyle bağlantılı peş peşe iki sergi gerçekleştireceğim. 23 Eylül’de Pi Artworks İstanbul’da, Hayat Çok Güzel!, 15 Eylül’de Fransız Büyük Elçiliği, Ankara bahçesinde Batık /  Coulé yerleştirmesi açılacak. Burada zaman – mekân kolajı yapmak istiyorum. Orada kullandığım şeyler batmış kâğıt kayıklar, boyutları yaklaşık 3 metreye kadar çıkacak. Bu kâğıt kayıkların aslında çocukluğa referans veren noktaları var. Ayrıca mekânsal bir kolaj. Hedefim bahçeyi su hâline getirmek, su gibi olsun istiyorum orası.

* Sergi, 23 Eylül – 17 Kasım 2023 tarihleri arasında Pi Artworks İstanbul’da görülebilir.

Previous Story

Arter Koleksiyonu’ndan Yeni Sergi: Kendi Gölgesinde

Next Story

Yok olan bir bitkiden ilhamla

0 0,00
02_ArtDog_CD_Logo_RGB_Black

BÜLTEN

Türkiye ve dünyadan haftalık kültür-sanat haberleri, inceleme yazıları, sergiler ve etkinlikleri takip et.

Bülten aboneliğinde ArtDog Istanbul’un gizlilik sözleşmesini kabul etmiş olursunuz.