“Bana Güç Veren Şeyleri Göstermek İstedim” - ArtDog Istanbul
"Merhaba Anne, Benim, Lou Lou" filmi
Merhaba Anne, Benim, Lou Lou

“Bana Güç Veren Şeyleri Göstermek İstedim”

Drag sanatçısı Hakkı’nın annesinin cenazesi için döndüğü aile evinde geçmişiyle yüzleşmesini konu alan "Merhaba Anne, Benim, Lou Lou" filmini yönetmeni Atakan Yılmaz’la konuştuk.

//

Prömiyerini 31. Adana Altın Koza Film Festivali’nde yapan Merhaba Anne, Benim, Lou Lou, annesinin ölümünün ardından cenaze için aile evine dönen drag sanatçısı Hakkı’nın geride bıraktığı hayatıyla yüzleşmesini konu alıyor. Atakan Yılmaz’ın yazıp yönettiği filmin oyuncu kadrosunda ise Onur Gözeten, Ceren Taşçı, Nizam Namidar, Emrah Özdemir ve Eylül Dursun yer alıyor. Merhaba Anne, Benim, Lou Lou, 31 Ocak-8 Şubat tarihleri arasında gerçekleşecek 47. Clermont-Ferrand Kısa Film Festivali’nde Avrupa prömiyerini yapacak.

01-IST
01 IST M

Merhaba Anne, Benim Lou Lou, sinemamızda ne yazık ki sık rastlamadığımız drag sanatına ve kültürüne temsil alanı açması açısından önemli bir yapım. Filmin ana karakterini, ailesiyle ve geçmişiyle yüzleşen bir drag queen olarak yazmanızdaki temel motivasyonunuz neydi? Lou Lou’nun hikâyesi nasıl ortaya çıktı?

Performans, benim çocukluğumdan itibaren hayatımda hem olumlu hem de olumsuz anlamda hayatımın merkezinde olan bir şeydi. Bir performansın gücü ve bir insanın sevdiği bir şeyi yaparkenki ruh hâli benim için hep çok etkileyiciydi. Bir kentsel dönüşüm bölgesinde klasik bir memur ailesinin orta sınıf çocuğu olarak büyüdüm. O bölgede de sürekli olarak bir erkeklik performansı sergilemek mecburiyeti içerisinde gelişen bir yapım oldu. Bu yapı da ben büyüdükçe, o şiddetin ve karanlığın olduğu dünyada, benim içime işlemeye başladı. Bu durum beni psikolojik olarak çok sıkıştıran ve dengemi bozan bir hastalık gibi içime yerleşti ve aslında bundan kurtulmak için büyük çabalar sarf ettim. Bir yandan da sinemacı kimliğimi inşa ederken hep politik bir yapımın olmasını istedim. Yani çektiğim işlerde ve anlattığım hikâyelerde politik bir duruş sergilemek de benim için önemli bir hâle geldi. Bu erkeklik performansı benim varoluşumdan ne kadar yiyorsa, bir drag queen performansının bir insanın varlığına ne kadar olumlu etki ettiğini fark ettim. Bir drag performansını ilk izlediğimde mest olmuştum ve bana inanılmaz güçlü gelmişti. Bu kişisel bir güçten ziyade o performansın etrafa yaydığı güçle ilgiliydi. Sanki oradan çıkınca her şeyi güzelleştirebilirmişiz ve o renkleri bütün her yere yayabilirmişiz gibi hissetmiştim. Lou Lou’nun hikâyesi aslında bu iki farklı performansın kontrastını gösterme arzusundan ortaya çıktı.

Onur Gözeten

Her ne kadar son yıllarda farklı hikâyeler ele alınsa da çoğu zaman melodramatik ve hatta karanlık anlatıların temsil edildiği kuir sinema örneklerinin aksine Lou Lou’da seyirciyi iyi hissettiren ve umut aşılayan bir atmosfer yaratılıyor. Bu atmosferi oluştururken sizin temel yaklaşımınız neydi?

Kendimi şehirli bir sinemacı olarak görüyorum. Kendi jenerasyonumun hikâyesini anlatmak ve asla umutsuz olmadığımızı hissettirmek istiyorum. Bu benim için şöyle bir yerden de önemli, Türkiye sinemasında kuir karakterler hep bir şiddete maruz kalan, öldürülen ve karanlık tarafa mahkummuş gibi gösterilen karakterler oluyor. Bu bana “öteki”yi daha da ötekileştirmek gibi geliyor. Bu sebepten ötürü onun karşısında duran bir iş yapmak da istedim; çünkü o kadar çaresiz olduğumuzu hissetmiyorum. Gerçek sadece trajik ya da komik olabilirmiş gibi düşünülüyor; fakat yaşadığımız veya gözlemlediğimiz hiçbir şey tam anlamıyla trajik ya da tam olarak komik değil. Neticede birbiri ardına gelen 5 dakikaları yaşıyoruz, buna hayat diyoruz ve her 5 dakika birbiriyle aynı duyguyu devam ettiren bir yapıda değil. Bir de şöyle bir şey var, bu herkesin farkında olduğu bir durum. Lou Lou’nun etrafındaki bütün karakterler, bu çocuğun çocukluk yaşlarından itibaren onunla vakit geçiren ve ona tanık olan insanlar. Kendi düşüncelerinde ve kendi öz benliklerinde buna sahipler; fakat kendilerine ait olmayan ideolojilerle bunu maskeliyorlar. Bu yüzden de yas temasının etrafında dönüyorum; çünkü yas süreçleri, insanın bütün inanç mekanizmalarını sorgulamasına ve birbirlerine saf bir yerden bakabilmelerine vesile oluyor.

Peki, ne yazık ki, sanatçıların kuir veya LGBTI+ kullanmaktan bile çekindiği bir dönemde böyle bir film yapmak sizin için ne ifade ediyor?

Ben yola kuir bir film yapacağım diye çıkmadım; fakat daha senaryo aşamasında katıldığım film forumlarından beri “sen böyle bir dönemde böyle bir film yapmaya nasıl cesaret ediyorsun?” sorusuyla karşılaştım. Ben bunu cesaret gerektiren bir şey olarak görmedim hiçbir zaman. Ben bir senaryo yazdım ve yazdığım senaryoyu sevdim. Ortak dertlerimin olduğu insanlarla sabahlara kadar konuştum. İstediğim şey bizim hikâyemizi anlatmaktı ve bu noktada böyle bir film çıktı; ancak motivasyonum hiçbir zaman kuir bir film yapmak üzerine değildi. Bence bu tarz kategoriler biraz da yönetmenden bağımsız olarak sektör ya da disiplin tarafından belirleniyor. Lou Lou’nun cinsel yönelimini görmediğimiz bir versiyonda bu film kuir olarak adlandırılmayacaktı ama yine de aynı şeyleri tartışıyor olacaktı. Ben sadece bana güzel gelen ve güç veren şeyleri göstermek istedim. Ve istedim ki bu hepimize güç veren bir yapıda olsun. Ben filmi her izlediğimde gerçekten iyi hissedeyim. Yaşamasına izin verilmeyen bizim jenerasyonun evlatları da böyle hissetsin; çünkü aslında bu, uzun zamandır belirli bir baskıya ve zorbalığa maruz kalan bir jenerasyonun filmi. Senaryo aşamasında da set sırasında da ve kurguda da sürdürmeye gayret ettiğim temel motivasyonum şuydu: trajik bir şey yok. Sadece bir yasın etrafında bir evin içinde birbirimizle konuşuyoruz.

Ceren Taşçı ve Onur Gözeten.

Lou Lou’nun ablasıyla olan ilişkisi, filmin belki de en sahici noktalarından birisi olarak öne çıkıyor. Annelerinin ölümü sonrasında bir araya gelen bu iki kardeşin ilişkisini inşa ederken nelere dikkat ettiniz?

Hikâyenin en temelinde ana karakterin etrafında dönen değil, kuşbakışı bakan bir senaryo yazmaya gayret ettim; çünkü içine düştüğümüz durumu algılayabilmemiz ve gerçekliği yaratabilmemiz için en kısa zamanda diğer karakterlerin mevcudiyetini de kavramamız gerekiyordu. İnsani olarak bizim kardeşimize sinirlenmek için kimliğinden çok daha fazla sebebimiz var. Eğer filmde ilk aşamada karakterin kimliğine yönelik bir sinir ya da öfke görüyor olsaydık bu benim için gerçekçi olmazdı. Bu ilişkide insani ve gerçekçi olan öfke bence daha farklı. Aynı yerde doğup büyümüşler ve kardeşi İstanbul’a giderken ablası Anadolu’da küçük bir kasabaya mahkum kalmış. Bunlar belki de çocuklukta beraber oyunlar oynamış iki kişi. Evet, abla kardeşine sinirli ama kardeşinin kimliğinden ötürü değil, kendisini bırakıp gittiği, habersiz bıraktığı ve onun yanında olmadığı için. Geride kalanın ve gidenin arasındaki şey bana daha çekici ve gerçekçi geliyor.

ArtDog Istanbul 26. Sayı250,00Ocak – Şubat 2025

“… ve Markiz’de Dehşetli Güzel” Sayısı

ArtDog Istanbul basılı dergi satış noktalarını görmek için tıklayın.

Kapak: :mentalKLINIK, Markiz, Fotoğraf: Serkan Eldeleklioğlu

Başarılı

Drag performans sahneleri için bir drag queen’le çalıştınız mı? Bu sahnelerin tasarımında ve makyaj, kostüm ve müzik seçimlerinde özellikle dikkat ettiğiniz ve ilham aldığınız noktalar nelerdi?

Candle Gender hep yanımdaydı. Senaryo aşamasından itibaren hep onunla konuştuk, bazı şeyleri denedik, her şeyi beraber yaptık. O, sevgisiyle ve enerjisiyle hep yanımdaydı. O yüzden ona çok teşekkür ediyorum. Onun dışında Bibbidi Birthing vardı ve bize inanılmaz bir mentorluk yaptı. Yusuf Burak Kurtoğlu inanılmaz bir koreografi hazırladı. Şeyda İpek harika bir kostüm tasarımı yaptı ve makyajda Yusuf’la beraber çalıştı. Hem koreografide hem de karakterin tasarımında Anadolu’ya dair motifleri biraz da olsa hissetmek istedik; çünkü geçmişine küsmüş ve her şeyi geride bırakmış bir karakter değil, bu geçmişin üzerine kendi benliğini inşa etmiş ve daha da güçlenmiş bir karakter ortaya koymak benim için önemliydi. Aynı şekilde finalde çalan şarkı da öyle çok pop tadında değil de daha arabesk öğeler içeren ve bir yandan herkesi yakalayacak kadar güzel bir parça olmalıydı. Sağolsun Tuğçe Şenoğul şarkısını bizimle paylaştı. Kısacası o sahnenin tasarımındaki temel amacımız geçmişinin üzerine kendi kimliğini yaratmış bir baby drag queen’i var etmekti.

Atakan Yılmaz portre fotoğrafı
Atakan Yılmaz

Son olarak kısa film sektörüyle ilgili bir soru yöneltmek istiyorum. Türkiye’de kısa filme hak ettiği değerin verilmediği fikrine katılıyor musunuz? Bu konuda sinemacılar olarak neler yapabiliriz?

Bence kısa filmlerin kalitesinde inanılmaz bir gelişme var. Bunda Türkiye yapısı içerisindeki yozlaşmışlığın büyük etkisi olduğuna inanıyorum; çünkü biz artık kendi içimizde bir şeyleri göstermekten ziyade daha geniş dünyaları keşfetme macerasına atıldık. Burada o değeri göremeyince kendini daha çok zorlamaya ve uluslararası standartlara ulaşmaya odaklanıyorsun ve bu da kısa filmin gelişmesine vesile oluyor. Bu sene izlediğim yerli filmler arasında kısa filmler, uzun metraj filmlere göre çok daha heyecan vericiydi. Kısa filmi değersizleştirme mekanizması festivallerden itibaren başlayınca seyirciyle bunun karşılaşması da zorlaşıyor. Filmlerimizde çaresiz olmamayı anlatırken var olduğumuz sinema sektörü içerisinde bir şeylere mecburmuşuz ve çaresizmişiz gibi davranıyoruz. Bence bu noktada yapılması gereken şey, kısa filmciler olarak daha iyi bir dayanışma içinde hareket etmek olacaktır. Festivallere ise diyecek bir lafım yok açıkçası.

Previous Story

Flow: Yalnız Bir Kedinin Yolculuğu

Next Story

Haliç’te Bir Zaman Tüneli

0 0,00