Atlı Köşk, Mısırlı Hıdiv ailesine uzanan derin geçmişi, görkemli mimarisi, Boğaz’ın en eşsiz manzaralardan birine hâkim konumu, Boğaziçi’nin tüm renklerini barındıran bahçesi ve Sabancı ailesine uzanan asırlık öyküsüyle İstanbul’un tanınan yapılarından… Adını bahçesine yerleştirilen iki ünlü at heykelinden alan tarihi köşk, 1998’de Sabancı ailesi tarafından koleksiyon ve eşyalarla birlikte bir müzeye dönüştürülür. Köşk, şimdilerde İstanbul’un kültür ve sanat hayatının önemli bir parçası olan Sakıp Sabancı Müzesi’nin; Nazan Ölçer’in ifadesiyle “belkemiği”ni oluşturur.
Hidiv Ailesi’nden Sabancı Ailesi’ne
Emirgan Korusu’nu İstanbul Boğazı’na bağlayan tepede konumlanır Atlı Köşk… 100 yıla yayılan uzun öyküsü 1925 yılında Mısır Hıdivi İsmail Paşa’nın torunu Prens Mehmet Ali Hasan tarafından İtalyan mimar Eduard de Nari’ye inşa ettirilmesiyle başlar. Köşkün Hıdiv ailesine uzanan geçmişini ancak meraklı birinin bilebileceğini ekler Nazan Ölçer, şehirde birçok iz bırakan ünlü aile ilgili şu anekdotu paylaşır:
“Mısırlı Hıdiv ailesi için derler ki, ‘İstanbul zenginlerine nasıl yaşanması gerektiğini öğreten sülaledir’. Büyük servet sahibi ve o serveti de sergilemekten çekinmeyen ama bunu da belli bir dozda yapan bir aile…”
Hıdiv ailesinin çeşitli fertlerinin uzun yıllar yaşadığı tarihi köşk, 1950’li yılların başında Adanalı Sanayici Hacı Ömer Sabancı’ya satılır. Sabancı ailesi tarafında da yıllarca kullanılır. Boğaziçi’nin Atlı Köşk’ünün bu kadar geniş kitlelere ulaşan şöhretinde Sakıp Sabancı evi olmasının önemli payı olduğu belirtir Ölçer. “Atlı Köşk, farklı sebeplerden İstanbul’un tanınan yapılarından biri. Bir kere görkemli bir yapı olması, büyük bir bahçenin içinde yer alması, Boğaz’da olması… Tüm bunların yanında köşk, şöhretinin birazını da Sakıp Sabancı’ya borçlu. Sakıp Beyin, dışa dönük tavırları, herkesi kucaklamaya çalışan söylemi, herkese bir anlamda hayatında yer açması… Tüm bunlardan dolayı Sakıp Sabancı evi olarak da şöhret sahibi bir yapı…” der. Köşk aile tarafından 1998’de içindeki koleksiyon ve eşyalarla birlikte müzeye dönüştürülmek üzere Sabancı Üniversitesi’ne bağışlanır. Atlı Köşk’e modern bir galerinin eklenmesiyle de 2002’de Sakıp Sabancı Müzesi kapılarını açar. 2005’te ise yapılan düzenlemelerle sergileme alanlarını genişleterek uluslararası standartlarda teknik donanıma kavuşur… Müze bu sayede Picassso’dan Rodin’e, Dali’den Rembrandt’a uzanan dünya sanatının önemli isimlerini İstanbul’a taşır…
Bir Asrın Tanığı
SSM Müdürü Nazan Ölçer’in müzedeki odasındayız… Kadim Boğaziçi’nin bir asırlık tanığı Atlı Köşk’ü konuşacağız. Kültür – sanat dünyamızın uzun yıllardır en önemli tanıklarından ve aktörlerinden Ölçer… Sanata olan sevgisi, tutkusu ve emeği her zaman saygı ve hayranlık uyandırıcı… Çalışma azmi, hayata bağlılığı, vizyonu ve enerjisi ile sanat dünyamızda yeri doldurulamaz bir isim… Bugün adı uzun yıllardır kazandırdığı uluslararası çehre ile şehrin kültür – sanat yaşamının ana damarlarından birini oluşturan Sakıp Sabancı Müzesi ile birlikte anılan Ölçer, Atlı Köşk’ü anlatmaya şöyle başlıyor:
“Köşk 100 yıllık geçmişinde küçük çerçevede belli onarımlar geçirdi. Bu yüzyıl içinde aile eviyken müzeye dönüştü. Yirmi yıldır da böyle bir farkı var. O yüzden bizim için de Sabancı Müzesi’nin bel kemiği diyebiliriz; Atlı Köşk’e ve içinde sergilenen Hat Koleksiyonu’na… Tabii zamanla sergi farklılıklarımız oldu. Her zaman hat koleksiyonu ya da nispeten daha küçük boyutlu tablolar sergilenmedi. Büyük anıtsal heykeller de geldi… Böylelikle müzeciliğin talep ettiği büyük mekânlara da ihtiyaç duyduk. Böylece Atlı Köşk’e yeni galeri binası eklendi.”
Nazan Ölçer, merakı, keşif tutkusu, enerjisi ve duygusallığı ile de öne çıkan bir isim… Köşkün 100’üncü yaşına girerken geçirdiği kapsamlı restorasyon sürecinde de çocuksu bir duygusallık ve heyecanla anlatmaya devam ediyor…
“Atlı Köşk’ün zengin bir malikane sahibinin evine giriyormuşsunuz duygusu veren dönemin modası olan Fransız möbleler, İran halıları, altın yaldızın kullanıldığı bir yaşam biçimi sunan sempatik bir dekoru da var… Heykeller, biblolar, seramik, değerli porselenler, devasa boyutlu vazolar… Hatta öyle ki Napolyon’un bütün seferlerini takip edebilirsiniz bu devasa vazoların üstünde. Yani Napolyon’a adanmış bütün o porselen koleksiyonu da sergileniyor burada… Köşkün her köşesinde yeni bir keşif saklı. Tüm bunları barındıran bu değerli yapının bir yüzyıl daha yaşamasını sağlayacak tepeden tırnağa bir onarım gerekiyordu. Böylece bir süre kapalı kaldı. Çatı katından başlayıp aşağılara kadar bütün iç iskeletinin gerektirdiği dokular, kanallar, elektrik kanalları… hepsi yenilendi.”
“… ve Markiz’de Dehşetli Güzel” Sayısı şimdi hem basılı hem de dijital versiyonuyla satışta!
ArtDog Istanbul basılı dergi satış noktalarını görmek için tıklayın.
“Restorasyon Sürecini Kaydettik”
Atlı Köşk giriş katında uzun yıllardır Sakıp Sabancı Müzesi Mobilya ve Dekoratif Eserler koleksiyonunu ağırlıyor. Koleksiyondan yer alan her eserin büyük bir titizle tek tek taşınarak, elden geçtiğini vurguluyor Nazan Ölçer…
“Köşkü tamamen boşalttık, hiçbir şey kalmadı. Çıplak duvarlar kaldı. Perdeler çıkınca raylar bile yerinden oynadı. Birdenbire pencerelerin ‘aaa nasıl işte bayağı sıradan pencereymiş’ dedirten sadeliğiyle karşılaştık. Bütün o süs gidince köşk makyajsız bir kadın gibi çıktı karşımızda. Tabii, bizden yardım bekleyen, hadi beni biraz daha gençleştirin diyen bir tavırla karşımızdaydı… Köşkün boşalma süreci kayda değerdi. Öyle de yaptık. Çünkü bir müzeci için her zaman insanların gelip geçtiği, dolup taşan bir müzenin birdenbire o çıplak haline şahitlik etmesi nadir bir gözlem şansıydı.”
Sanat eseri taşımakla uzmanlaşmış bir kadrodan aldıkları destekle eserleri bir bir depolara oradan da onarıma taşıdıklarını anlatıyor Ölçer. Tabii bu onarım sürecinin de ayrı bir hikâye barındırdığına vurgu yapıyor.
“Onarım sürecinde İstanbul’da artık bir avuç kalmış bu eski eser onarımı yapan kişilerle baş başa kaldık. Onlar bugün hâlâ bütün sarayların onarım işlerini yapan, benim de en az 50 senedir tanıdığım gençliklerini bildiğim ustalar… Onlardan da çok şeyler öğrendik bu süreçte. Çok ayrı hikâyeler, epizotlar dinledik. Avizecimiz, halı onarıcımız, saatçimiz… Hepsi sanki bir küçük çocuğu okşarcasına dokunarak tamir etti tüm bu objeleri… Perdeler onarıldı, yeni perdeler yapıldı. Bu arada perdeyi yapan ustaların yedi kuşak önce Topkapı Sarayı’nın yorgancı başsısı olduğu öğrenildi… ve daha niceleri… Yani bütün bu hikâyeler de bu büyük onarımın 100 yılını kutlayan binanın bir armağanıydı bize.”
Tüm bu sürecin videolarla ile tek tek kayıt altına alındığının bir kez daha altını çiziyor.
“Eşya taşıyan, o möbleleri önce depolayan, onarım sonrası yine aynı özenle getiren kişiler… Hepsinin tek tek her anı çekildi. Bir eser taşımanın, eserleri bir yerden bir yere oynatmanın çok ciddi sorumlulukları var. Onun nasıl taşınacağı, nasıl dengeleneceği önceden iyice incelendi. Zaaf gösteren bölümleri tespit edilip ona göre nereden tutmaları ve taşımaları gerektiğini planlandı. Hani bir küçük sandalyenin taşınması ve bu taşıma planının yapılması bile bazen 1-2 saat sürdü.”
“Müze Ziyaretçisine Sürprizler Hazırlamalı”
Restorasyon sürecinde yeniden elden geçirilen depolarda küçük sürprizlerle de karşılaşılmış. Burada duran ve daha önce sergilenmeyen pek çok eser yeniden elden geçirilerek köşke sergilenmek için taşınmış…
“Bazen müze ziyaretçisine sürprizler de hazırlamalısınız. Zaman zaman küçük de olsa şaşırmalı ziyaretçi… Kimi zaman onarım gerektirdikleri için bir kenara tuttuğunuz eserin gün yüzüne çıkması da bir küçük sürpriz olabilir.
İlk kez uzun zamandır depoda bizi bekleyen eşyaları çıkardık ve şimdi tüm bunları bir odada sergiliyoruz. Yeni perdeler yapıldı, burada sergilediğimiz her keşfettiğimizde yeni bulmuşuz gibi sarıldığımız eşyalar, koltuk takımları temizlendi, hepsi pırıldadı. Yaldız ustamız geldi, yaldızladı onları… Sonunda astığımız tablolarımızla da birlikte yepyeni bir çocuğumuz oldu oda. Çok mutluyuz. Hani yeni bir eve taşınılır, her yer kurulur, herkes böyle sevgiyle her yere bakar ya, işte biz de şimdi öyle bakıyoruz Atlı Köşk’e… Sakıp Bey’in evinden gelen pek çok yeni eşya da sergileniyor. Onları da aile bize uzun süreli ödünç verdi. Onları da koyduk köşke… Saatlerimiz de çalışıyor artık; tik tak, tik tak…”
“Möble Tarihİ Türkiye’deki Sanat Tarihİnde En Zayıf Noktamız”
“Bu restorasyon süreci bizi de çalıştırdı” diyor Nazan Ölçer… Pek çoğu 19. ve 20. yüzyıla ait mobilyaları bir bir çalıştıklarını anlatıyor…
“Pandemi döneminde biz de herkes gibi içe döndük. O arada bize ev ödevi oldu Atlı Köşk. Bu eşyalara tarihini bir daha ele aldık, uzmanlara sorduk. Möble tarihi Türkiye’deki sanat tarihinde en zayıf noktamızdır. Hele ki Batılaşma döneminin möble tarihi! Hepsi dışarıdan gelir. O yüzden bizdeki möblelerin bir bölümünün araştırması Fransa bağlantılı. Fransa’da bu konudaki yayınlara ulaşmamız ve orada çalışan uzmanlarla ilişki kurmamız bize sahip olduğumuz eserler için daha doğru tarihleme ve daha doğru bir keşif şansı verdi. İmzanın görülmediği objeler temizlenince birdenbire en altından tevazu içinde yazılmış imzalar çıktı. Bu imzaların Fransa’daki müzelerde de sergilenen sanatçılara ait olduğunu öğrenmek de o esere farklı bir bakışla bakmanızı sağladı.”
“100. Yılda Edouard De NarI’yi konuşacağız”
Dr. Nazan Ölçer’in hiç tükenmeyen enerjisi, ilgisi ve sevgisiyle Atlı Köşk’e doğru yol alıyoruz. “Dokuz ay ama yoğun çalışıldı Atlı Köşk’te. Gerçekten herkes elinden geleni yaptı. Çalışan saatler, pırıl pırıl parlayan avizeler, yepyeni eşyalar… Yenilenmiş eşyalarımızla da mutluyuz,” diyor. Yeni yapılan ofis odalarını da büyük bir heyecanla gösterdiği koridor görkemli bir kapıyla pırıl pırıl parıldayan Atlı Köşk’e açılıyor. Hemen girişte yer alan iki duvarda ise meraklısı için köşkün ilk sahipleri Hıdiv Ailesi ve Sabancı Ailesi’ne ait görseller eşliğinde kronolojik bir bilgi sunulmuş. İstanbul’da yeni yaşam tarzının doğmasına zemin hazırlamış Avrupa mimari tarzına özgü üslupların etkisinde tasarlanan yapının iç tasarımının da Avrupa kökenli bu eklektik tarzı destekler nitelikte döşendiğini anlatıyor… Büyük bir mutluluk ve heyecan ile Hıdiv Ailesi tarafından başlatılan ve devamında Sabancı Ailesi tarafından genişletilen ve yenilen koleksiyonu tek tek gezdiriyor. Geniş koleksiyonda yok yok… Altın varaklı ayna, konsol ve masalar, görkemli kristal avizeler, Fransız goblen ve ipek döşemeli salon takımlarının yanı sıra, Sèvres tarzı porselen vazolar, Fransız üretimi konsol saatler, bronz döküm heykeller… Hepsi besbelli büyük bir titizlik ve özenle yerleştirilmiş… Duvarlarda ise Bedri Koraman imzalı Hacı Ömer Sabancı ve Sadıka Sabancı portreleri dikkat çekiyor. Yine köşkün duvarlarını Halil Paşa, Feyhaman Duran, Şeker Ahmet Paşa, Şevket Dağ, Süleyman Seyyid, Abdülmecid Efendi, Hoca Ali Rıza, Fausto Zonaro ve Kostantin Kapıdağlı padişah potrelerinin de aralarında bulunduğu yağlıboya tablolar süslüyor… Köşkün tavanında asılı 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başı iki görkemli avize başka bir yüzyıldan yaşanmışlıkları aydınlatırken “Sahipleri yeni kapıdan çıkmış duygusu vermeye gayret ettik,” diyor Nazan Ölçer. Konuşmasını şu müjdeyle sonlandırıyor:
“Atlı Köşk 2025 yılında 100. yılını kutlayacak. Müze 100’üncü yaşında bir dizi konferansa ve belki sempozyuma da ev sahipliği yapacak. Binamızın mimarı Edouard De Nari’yi konuşacağız bu yıl… Onun ilginç hayatı ve yaptığı başka binalar. İstanbul’da ne kadar çok bina yaptığını şaşıracaksınız…”
SSM’nin Atlı Köşk’ü Sakıp Sabancı Müzesi Mobilya ve Dekoratif Eserler Koleksiyonu’nun yanı sıra ikinci katında yurtdışında sergilendiği müzelerde büyük ilgi gören Kitap Sanatları ve Hat Sanatları Koleksiyonu’nu da ağırlıyor.
“Müzeden çıkan herkes bir karış büyüdüğünü hissetmeli”
Nazan Ölçer’i yakalamışken Sakıp Sabancı Müzesi’ni konuşmamak olmaz…
“Sabancı Müzesi’nin bence ilginç yönü, burada dünya sanatının büyük ustalarının sergilemesi… Ben Sakıp Sabancı tarafından buraya davet edildiğimde yapılandırmanın böyle olmasını arzu etmiştim. Memnuniyet verici olan şu ki bugün bizi izleyerek aynı yolu takip eden de başka özel kurumlar da var artık. Biz bir anlamda öncü olduk. Batı’nın büyük ustalarını ağırlayacak kapasitede bir altyapı sağlamanın yolunu açtık. İlk yıllarımızda dünyanın herhangi bir büyük müzesinden ödünç eser istediğimiz zaman göğsümüzü gererek müzelerin olmazsa olmazı şartlara sahip en yeni teknolojiyi kullanan bir kurum olduğumuzu anlattık… Çok yeni, gencecik bir müzeydik o zaman. Cesaretle büyük ustaları davet ettik, sergiledik… Bu yol bizi bugün dünya müzeleri tarafından da tanınır ve güvenilir yaptı. Bununla da kalmadık. Herkesin müzeden sadece tabloları, eserleri, heykelleri değil bir dönemi de tanımış olarak çıkmalarını amaçladık. Çıkan kişi tabiri caizse ‘bir karış büyüdüğünü hissetmeli’ derim ben. Müzenin tüm vizyonunu gerçekleştirdiği tüm kapsamlı sergileri bu vizyon üzerine kurduk.
“Her Sergi İçin En Az İki Yıl”
“Tabii tüm bunları yapmak kolay bir iş değil… Ciddi bir çalışma ve disiplin gerektirir. Burada her çalışma, her sergi önden en azından iki sene çalışılır. O konudaki bütün kitaplar dünyanın dört bucağından getirtilir, okunur… Herkesin önünde onlar vardır, çalışılır ve ondan sonra konsept çıkar. ‘Bunu nasıl en iyi şekilde anlatırız’ diye düşünülür. Ona göre mimarlarla çalışırız. Daha sonra serginin konferansları olur, seminerleri olur, dersleri olur… Yani burada çark bir okul gibi işler ve herkes de biraz bir şeyler öğrenerek gider bu müzeden. Bazen bir markette alışveriş yaparken, biri usulca yanıma yaklaşır ‘Şu serginiz ne kadar güzeldi, ne kadar çok şey öğrendim,’ der. Bunları duymak çok hoşuma gidiyor… Herkes bir sonraki sergiyi merak eder: ‘Bundan sonra ne gelecek?’ İşte böyle bir serüven. Yani hayalimdeki olması gerekli gibi bir konsepti bu… Türkiye’de onun öncüsü değilim belki ama bu konsepti severek getirmiş ve sunmakta da inat etmiş biriyim.”
“Uzman Yetiştirmemiz Gerekli”
Son sorumuz “Türkiye kültür – sanat ortamının ihtiyaçları neler?” oluyor. “Benim gördüğüm uzman yetiştirmek,” diyor ve şöyle yanıt veriyor:
“Uzman yetiştirilmesi, uzman olunması için bütün koşulların sağlanması ve yabancı dil önemli bir faktör. Bu sorunu aşıp dünyaya köprüleri açmamız lazım. Pek çok malzeme bizim elimizde burada var. Ama bunların yayınlarını yabancılar yapıyor. Çünkü onlar büyük bir sabırla Arapça öğreniyorlar, Türkçe öğreniyorlar, Farsça öğreniyorlar… Yani bizim geçmişimizle ilgili araştırmaların pek çoğunu sabırla ve merakla onlar yapabiliyor.”