Protocinema beş farklı şehirde, beş sanatçının ‘miras alınmış’ sistemleri irdeledikleri müdahalelerini bir araya getiren “A Few In Many Places” sergisi kapsamında Berlin, Beyrut, İstanbul, Montreal ve Philedelphia’da, sırasıyla Stéphanie Saadé, Hasan Özgür Top, Burak Delier, Abbas Akhavan ve Michelle Lopez’in işlerini izleyiciyle buluşturmaya devam ediyor. Sergide yer alan sanatçılardan Burak Delier, Hasan Özgür Top ve Michelle Lopez üretimleri, pandeminin kendileri üzerindeki etkileri ve sanatın dijitalleşmesi üzerine sorularımızı yanıtladı.
* Sergideki işlerinize ilham olan soru, sorun, his ya da fikirler neler oldu?
Burak Delier: Sergi için bir maya hazırlıyorum. Benim görüntü/ışıklarını hazırladığım Zeynep Oktar’ın seslerini ürettiği “mayalanma parçalar” ile mayalanan bir maya. Ek Biç Ye İç’in, Kurtuluş’ta eskiden fırın olan yeni mekanında gösterilecek. İş bu mayadan bir ekmek yapılması; ekmek sunulacak, isteyen yiyebilecek ama işin ana parçası mayalanmayı ve ekmek yapımı sürecini gösteren film olacak. Mümkün olursa bütün mekanı kullanmak, küçük müdahalelerde bulunmak istiyorum. İşe ilham olan his veya fikirleri anlatması daha geniş bir söyleşiyi gerektirir; kısaca söylemeye çalışırsam: İçinde yaşadığımız fiziksel ve duyumsal gerçeklik ile bu gerçeklikten dışlanan, gündelik algılarımızda yer bulamayan başka gerçekliklerin ilişkisini araştırıyorum.
Bir nevi uzlaşımsal, sıradan, gündelik kurgusal gerçekliğimizin koşullarını tartışmaya açmaya çalışıyorum. İş aynı zamanda doğa ve kültür ya da doğa ve tarih ilişkisini de kendi meşrebince sorguluyor. Kanımca iki türlü yarıktan bahsetmek mümkün: Birincisi, toplumsal travmalar ile toplumun kendisi, toplumsal bellek ile unutuşun yeri olarak gündelik hayat arasındaki ve ikinci olarak doğal süreçler ile toplumsal travmalar arasındaki yarık. Elbette, bu yarıkları muhtemel ve tekinsiz bir ilişkinin yeri olarak düşünmek de mümkün. Doğal süreçler ile ortaklığımızın, ortak (sağ) duyumuzun sınırı nerededir, nerelerde nasıl örtüşürler gibi sorular işin açtığı, dokunduğu spekülatif alanlar. Bunları düşünürken 1915’te katledilmiş Ermeni şair Taniel Varujan’ın “Ekmeğin Şarkısı” adlı kitabı ile karşılaştım. Kitap şair katledildiği için tamamlanmamış, altı şiir eksik kalmış. Bu yazılmamış şiirlerden birinin adı “Maya”, bir diğerininki ise “Ekmeğin Şarkısı”. Varujan, o zamanlar insan ve doğa arasında bütünlüklü ve pürüzsüz bir ilişki hayal ediyor. Benim bugün çeşitli nedenlerle imkansız olduğunu düşündüğüm, kaybedilmiş, neredeyse ütopik bir doğa-insan ilişkisi.
“Sanat Üretimimi ve Akademik Çalışmaları Kavuşturmaktan Keyif Alıyorum”
Hasan Özgür Top: Birkaç yıldır radikal hareketler, çevrimiçi propaganda estetiği, şiddet görüntüleriyle kurduğumuz ilişkiler, selefi cihatçılık gibi konulara ilgiliydim. Daha önce yaptığım işler de genel olarak bu konularla ilgili. Devam ettiğim yüksek lisans programında da bu başlıklar üzerine, özel olarak da İslam Devleti üzerine çalışıyordum. Bu iki kulvarı, yani sanat üretimimi ve akademik çalışmaları birbirine kavuşturmaktan keyif alıyordum ve tezimde kimi kesin metodolojiler kullanarak gösterdiğim/iddia ettiğim şeyleri biraz daha spekülatif ve kendi pozisyonumun altını daha kalın bir şekilde çizerek anlatmanın muhtemel yolları hakkında düşünürken bu video ortaya çıktı. Kısaca bahsedecek olursam, videoda İslam Devleti’nin propaganda materyalleri bahis konusu ediliyor. Bu örgüt yalnızca bu döneme, İslam’a ve bu coğrafyaya özgü bir fenomen olarak görüldü genellikle. Oysa Olivier Roy, Alain Bertho gibi isimler yükselen selefi cihatçılığı ve bu örgütün ortaya çıkışını, İslam’ın radikalleşmesi değil, bir tür nihilist radikalliğin İslamileşmesi olarak görüyorlardı. Radikalliği ve gençlik hareketlerini merkeze alan bu bakış açısı bana çekici geliyordu. Bu tartışmaya sanat tarihinin olanaklarıyla, estetiği ve anlatı temalarını inceleyerek katkıda bulunmayı amaçlıyordum.
Michelle Lopez: Bir süredir Amerikan ideolojisinin başarısızlığını inceliyordum ve müdahalemde yakında bulunan bir nesneyi seçmek istedim. Daha önce, bayrak direkleri kullanarak milliyetçiliği ‘parçalarına ayırmıştım’ ve burada, Philedelphia’daki en ikonik ‘şey’i düşünüyordum. Özgürlük Çanı, Amerikan tarihinin çok önemli bir parçası ve turistler için ulusal bir müzede yer alıyor. Covid öncesi dönemde turistler yaklaşık 1 tonluk bu dökme demir çanı görmek için uzun kuyruklarda beklerdi… Ben de, özgürlüğü sembolize eden bu sevgili hazinemizin aslında ‘bozuk’ olduğu gerçeğiyle oynamak istedim. Protestolar, ayaklanmalar ve geçtiğimiz yıllarda yaşananlar; temel özgürlükler hakkında kafamda birçok soru işareti yarattı. Haberler, kültürümüzde uzun süredir var olan ırksal adaletsizliği daha da öne çıkardı. Ulusal heykellerin yıkılmasıyla, adeta ulusal tarihimizin yeniden yazılması konusunda bir ‘kayma’ yaşandı. Bu müdahale de benzer bir amaç için başka bir fırsat oldu. Ayrıca yaşanan ayaklanmalar, kahverengi tenli biri olarak ırkçılıkla ilgili, çocukluğumda deneyimlediğim birçok yarayı da yeniden ‘kanattı’. Bununla ilişkili olarak da ortaya bir şey koymak istedim, sessiz kalmak istemedim. Hele de corona ile ilgili ‘Çin virüsü’ yorumları ve Asyalılara yönelik ırkçı şiddet vakaları yaşanırken…
“Türkiye Sanat Dünyası Zaten Kendi Sınıfsal Ayrımlarının Etkisindeydi”
* Pandemi ve karantina süreci sanat üretimlerini ve iç dünyalarını nasıl, hangi şekillerde etkiledi?
Burak D.: Sanat dünyalarının genel manzarasına hakim değilim. Fakat, çevrimiçi içerik patlaması olduğu malum. Bunun birçok olumlu ve olumsuz yanı var. Sanat temelde bir üretim ya da görünürlük için araç değildir; tıpkı hayatın amacının/anlamının da üretim ya da görünürlük olmaması gibi. Kendi adıma kapalı ama güçlendiğim bir süreç geçirdim. Türkiye gibi ülkelerin ve toplumsal dünyaların kriz yaşamak için pandemi gibi tamamıyla nesnel ve gerçek nedenlere ihtiyacı yok. Bizim için, koronavirüs gibi somut ve doğal olmayan (siyasal, toplumsal, ekonomik) etkiler çok daha gerçek. Dolayısıyla Türkiye sanat ortamının pandemiden çok etkileneceğini sanmıyorum; demek istediğim Türkiye sanat dünyası zaten kendi sınıfsal ayrımlarının etkisindeydi ve kurumsal, yasal kırılganlıktan mustaripti; şimdi daha da mustarip olacak. Geleceğe dair bir umutla bitireyim: Umuyorum önümüzdeki dönemde sanat, büyük kurumların, piyasanın merkezinden çıkar ve hayata yayılan, kendi mikro dünyalarını oluşturmaya inanan çabalarla kuşatılır. Söylemeye gerek yok ama, çevrimiçi iletişim bu mikro-dünyaların birbirleri ile işbirliğini kolaylaştırması bağlamında çok kıymetli.
Hasan Özgür T.: Türkiye’de kamusal alan fikrine duyduğum açlık, pandemiyle birlikte gelen karantina süreçlerinden önce de mevcuttu. Özellikle 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra Türkiye’nin içine girdiği siyasi iklim hali hazırda çok da zengin olmayan ifade, temaşa, karşılaşma alanlarını daha da kısıtladı. Pandemi ve karantinanın getirdiği kapalılık, çekince, izolasyon koşulları Türkiye’de siyasi vesilelerle az ya da çok yaşanıyordu zaten. Pandeminin bunları pekiştiren, belki de bir noktada biraz daha normal kılan bir rolü oldu. Benim gündeliğimdeki en belirgin etkisiyse seyahat kısıtlamaları oldu. Son birkaç yıldır hayatım birkaç ülke arasında geçiyordu. Pandemi başladığından beri yalnızca evim ve stüdyom arasındayım. Havalimanlarında geçirdiğim uzun saatleri özlediğimi ya da evde sıkıldığımı söyleyemem. Sürekli evde ve stüdyoda oluşum çalışma programımın yoğunluğuyla uyum gösterdi. Ancak yitirdiğim şey “dışarısı” algısı oldu. Evinde ya da atölyesinde uzun saatler, günler boyunca çalışan biri için “içeride” yapılacak çok şey olsa da, dışarıda dilediği zaman dahil olabileceği bir “dışarısının” mevcut oluşu önemlidir. İçeriyi içerisi kılan da bu biraz. Sokağa çıkma yasakları kalktığında evden çıkmamaya devam ediyordum ama istediğimde çıkabileceğimi bilmek beni biraz rahatlatmış, içeriyi daha zengin kılmıştı.
“Dans Aynı Zamanda Bir Aktivizm”
Michelle L.: Mümkün olan maksimum kişiye ulaşabilmeyi istediğim için, pandemi koşulları ve karantina altında kapalı alanda bir enstalasyon sunmak anlamsız olacaktı. Yaradılıştan bir ‘yapıcı’yım ama artık izleyicilerimin deneyimini daha geniş bir anlamda etkilemek için işlerimde ağırlıklı olarak inşa edilmiş çevreyi ve mimariyi ele alıyorum. Özellikle bir heykeltıraş olarak, nesnelerin zaman içinde nasıl ‘görüldükleri’ konusuna ilgi duymaya başladım ve dolayısıyla buna bir müzede kürsü üzerinde meydan okumak anlamlı oldu.
Çan sesi “ding-dong”un müzikal halini bütünüyle ortaya koyması açısından, işin ses efektleri bilinçli olarak oyunbaz ve eğlenceli; bestecisi Austin Fischer çan sesini adeta hip-hop ve R&B ritimleriyle dokudu. Böylece eser ‘karanlık’ bir iş olsa da, izleyicilerin sesi duyduklarında önünden sallanıp, dans ederek geçmelerini istedim. Hepimizin bu aralar dans etmeye ihtiyacı var! Dansı aynı zamanda bir çeşit aktivizm olarak görüyorum; sokakta yürümek, protesto etmek veya kutlamak/dans etmek, hepsi birer fark edilme/gözükme eylemi.
* Sergi, hem fiziksel mekan hem dijital olarak erişilebilir olacak. Bu anlamda sanatın mekan/mekansızlık ile ilişkisi ve ‘online’ ile birlikte evrileceği hal ile ilgili öngörülerinizi paylaşabilir misiniz?
Burak D.: Fiziksel ve dijital gerçeklikleri biri diğerinin aslı ve kopyası gibi düşünmekten kaçınsam da, fiziksel deneyimi, kamusallığı yani diğer izleyiciler ile karşılaşmayı getirdiği ve içeri-dışarı oyununu oynamamıza izin verdiği için öncelikli addediyorum. Çevrimiçi sergileri serginin bir yorumu, bir tür filtreden geçmiş hali gibi düşünmek gerekiyor. Bir sergi veya sanat işi bir kurgudur; çevrimiçi sergi bu kurgunun başka bir kurgusudur. Fakat, sadece çevrimiçine kapatılmış ve içeriğe indirgenmiş bir sanat, ‘sanatlığı’ndan çok şey kaybeder. Bir sanat işi ile karşılaşmak salt teknik bir mesele değildir; sanat eseri teknik, somut, pratik araçlardan ve mecralardan (ister internet-ekran, ister somut-fiziksel sanat kurumu) neşet eder ama ideal olarak olarak bir toplulukta, bir toplumsal dünyada, yanınızdaki ile konuşurken ya da dışarı çıktığınızdaki gerçeklikle karşılaştığınızda anlam kazanır. Gündelik hayatta erimiş, tıpkı televizyon ya da cep telefonu gibi evimizin içine girerek ya da bedenimize ilişerek normalleştirilmiş bir sanat fikri korkutucu. Bu sanatçıların omuzlarına -belki de kaldırmalarının imkansız olduğu- bir yük binmesi, sanatın bir “atraksiyon”a indirgenmesi demek. Önümüzdeki dönemde sanatın salt teknik olmayan ekstrasını çok arayacağız ve tartışacağız; bunun yanında yerel-mikro-fiziksel toplumsal dünyalara yöneleceğiz diye düşünüyorum.
‘Çevrimiçi’ Sanat Sunumu Neleri Dönüştürecek?
Hasan Özgür T.: Bugüne kadar özellikle Türkiye’de “çevrimiçi sergi” etiketli pek çok çalışma, işlerin görsellerinin internette bir araya getirilmesi vb. biçimdeydi. Oysa internetin, hatta her bir uygulamanın/sitenin kendi dinamikleri ve olanakları söz konusu. Bu olanakları gözeten işlerin, bir araya gelişlerin artacağını düşünüyorum. Eğer dijital olarak erişilebilir olmaktan kast ettiğimiz internet ise, işlerin sirküle ediş biçimindeki farklılaşmayı da hesaba katmak gerekiyor. Örneğin bu sergide yer alan videomu görmeyi amaçlayarak, kendi tercihinizle, benim ya da bu videonun hakkında sahip olduğunuz az ya da çok malumatla, bu amaca ayırdığınız özel bir zaman kesitinde sergi mekanına gidip bu videoyu izlemekle, YouTube’da boş boş dolanırken bu videoyla karşılaşmak arasında ciddi bir fark söz konusu. İkincisindeki dolaysızlık, tesadüfilik, ön-protokolsüzlük internetin sağladığı bir zemin ve o zeminde yer almayı seviyorum.
Michelle L.: Ekranımızla olan ilişkimiz gerçek ve şu an sosyal alanda bizi hayatta tutan tek şey. Dolayısıyla bu ‘mekânsızlık’, bir varoluş, bu izolasyon zamanlarında bir hediye haline gelecek. Pandeminin, eserlerin daha mekânsız ve ekrana-dayalı hale gelmesiyle, sanatı teknolojik ve sosyal anlamda önemli ölçüde dönüştüreceğini düşünüyorum. Şu an yapay zeka (Artificial Intelligence/AI) ve sosyal medya hakkında, günümüzdeki mekânsız yapıların sessiz şiddeti üzerine bir proje yapıyorum ve çalışmam dev bir ekran içeriyor! Ama şimdiden görüyorum ki insanlar dokunmaya, en basitinden bahçe ve doğayla uğraşmaya istekli olacak. Ve sonunda bir şeyleri ‘yapmayı’ ve onları fiziksel olarak görmeyi, onlarla yüz yüze olmayı özleyeceğiz. Sanatı ve kültürle olan diyaloğunu bu yüzden seviyorum: Her zaman için güçlü bir kavrama eylemi ve geri dönüşünde eşit derecede baskın bir yanıt oluyor.