“Ben Burada mı Doğdum?” Erbil Arkın’ın Sanatla Kurduğu Hayat - ArtDog Istanbul
Erbil Arkın, Fotoğraf: İsmail Gökçe

“Ben Burada mı Doğdum?” Erbil Arkın’ın Sanatla Kurduğu Hayat

Erbil Arkın’la sanatı neden “yapmak yerine yaşamak” istediğini, ARUCAD’ı neden kurduğunu, Rodin koleksiyonunu, Asil Köylü’yü, 18 yaşında İngiltere’den ilk Kıbrıs’a geldiğinde “Ben burada mı doğdum?” diyerek yaşadığı sevinç ve coşkuyu ama en önemlisi kültür ve sanata olan tutkusunu ve yatırımlarını konuştuk.

//

İş insanı, koleksiyoner ve ARUCAD Üniversitesi’nin kurucusu Erbil Arkın, hem iş dünyasındaki yatırımlarıyla hem de sanata ve eğitime verdiği destekle Kuzey Kıbrıs’ın kültürel yapısını dönüştüren önemli figürlerden biri. Bankacılık ve turizm gibi sektörlerde edindiği deneyimi sanat alanına taşıyan Arkın, özellikle Auguste Rodin’e duyduğu derin ilgiyle yıllar içinde dünyaca saygın bir heykel koleksiyonuna sahip oldu. Erbil Arkın’la koleksiyonerlik serüvenini, ARUCAD’ın kuruluş hikâyesini, sanata duyduğu tutkuyu ve Kıbrıs’ta kültürel belleği sanatla inşa etme hayalini konuştuk.

İngiltere’ye gidiş hikâyenizden başlayalım

Ailenin en küçüğü bendim. Babam, ordudan ayrıldıktan sonra İngiltere’ye göç etti. Bilet parası, diğer masraflar… Her şeyi biriktirdikten sonra anneme biletleri gönderdi. O dönem uçaklar sadece zenginler içindi; zaten uçakla İngiltere’ye gitmek 12-14 saat sürerdi.

Yani stopover’lı yolculuklar mı yapılıyordu?

Evet, mecburen aktarmalı gidilirdi. Ama anlatmak istediğim asıl şey şu: Annemle hep övünürüm. Cahil bir kadındı; okuma yazması yoktu. Sadece biraz eski Türkçe bilirdi. Neden? Çünkü annesi o 12 yaşındayken vefat etmişti. Dedem, “Artık annelik yapacaksın” diyerek onu okuldan almış. Ama işte o ‘cahil’ kadın, üç çocuğunu alıp Genova’dan gemiyle yola çıktı. Oradan trenle Fransa’ya, Fransa’dan tekrar trenle İngiltere’ye… Bizi babamla buluşturdu. Çok şükür, birlikte olduk. Ben de orada büyüdüm.

Londra’da nerede yaşadınız?

Londra’nın yoksul bölgelerinden başladık hayata. İlk evimiz Doğu Londra’da, Newington Green’deydi. Bodrum katında bir evdi. Babamı ilk kez orada gördüm ve ondan ne kadar korktuğumu hâlâ hatırlıyorum. Mutfağımızda, tam ortada bir banyo vardı; üzerinde kapak olurdu. O kapak bizim yemek masamızdı. Banyo günü geldiğinde kapak açılır, banyoya dönüşürdü. İşte öyle bir hayatla başladık. Annem beni kreşe verdi çünkü çalışmak zorundaydı. Dikiş dikiyordu. Babam da çeşitli işlerde çalışıyordu. Herkes bana “Anlat” diyor, ben de böyle kitap gibi anlatıyorum işte.

Anlatın lütfen, çok merak ediyorum…

Kreşteyken fark ettiler ki çizim yeteneğim var. Normalde 5 yaş grubu için olan sınıftan alıp beni 7-8 yaş çocuklarının sınıfına koydular. Bu da gurur kaynağım oldu. Gurur duydukça hedeflerim gelişti. Çizmek tutkuydu benim için. Herkese “Büyüyünce Disney’de çalışacağım, Mickey Mouse çizeceğim” diyordum. Ama büyüdükçe hedefler de değişti. Lise eşiti seviyedeki okullara başlayınca, sanatla ilgili olağanüstü bir İngiliz hocamız oldu. O bize sanatı sevdirdi.

Yani çizim tutkusu sizi yönlendirdi?

Evet. Plastik sanatlara, heykeltıraşlığa ilgi duymaya başladım. Hayalim bu oldu. Çok şükür üniversiteye de gidebildim ama ailem çok fakirdi. Devlet burslarıyla okudum. Hatta lisede bile burs verdiler. Otobüs, tren biletlerimi devlet ödedi. Üniversiteye de bursla gittim. Hafta sonları hamburger çevirerek geçindim. Hayat tecrübesiydi hepsi. Ama bir noktada fark ettim: Ya öğretmen olacağım ya da çok fakir bir heykeltıraş. Parasızlıktan bunalmıştım. Yarı yolda kararımı değiştirdim. Endüstriyel tasarıma yöneldim. Mobilya tasarımı, mimarlık ve iç mekân tasarımı okudum. Şu masa mesela—benim eserim. Tersanemizde yapıldı. Zeytin ağaçlarının odunları kullanıldı. Yakılacaktı onlar, ama biz kurtardık.

Erbil Arkın, Democracy, 3D print, 25x31x84cm, 2021.

“Ben Burada mı Doğdum?”

Peki Kıbrıs hayatınızda nasıl bir yerdi o dönemde?

Annem bana 18 yaşımda Kıbrıs seyahati hediye etti. O zaman uçaklar vardı tabii. Adaya ilk geldiğimde Ağustos böceklerini duydum, palmiye ağaçlarını ilk kez gördüm. Sıcağı hissettim. Londra’nın betonlarından çıkmıştım. Vuruldum. Âşık oldum. “Ben burada mı doğdum?” dedim. 1973’te tekrar geldim. Yine aynı tutku. Bu dağlar, bu topraklar… “Bir gün burada yaşayacağım” dedim. Ve geldik. Şansımızı denedik.

Kıbrıs’a döndükten sonra hayatınızda nasıl bir yön değişikliği oldu?

Bu ülkede bir eksiklik hissettim. En başlarda herkes havuz, villa, Mercedes peşindeydi ama içimizde kültür eksikti. “Biz burada kültürel olarak çok fakiriz” dedim. Yaklaşık on yıl önce bir karar verdim: Bir okul açmalıydım. Ama başlangıçta hedefim üniversite değil, bir sanat okuluydu. El emeğine dayalı, İngiltere’deki gibi. İnsanların ellerini kirleterek sanatla uğraştığı, kendi işinin ustası olduğu bir yer. Bir “craftsman” okulu…

Ama sonra üniversiteye dönüştü değil mi?

Evet, çünkü yapılan araştırmalar sonucunda bana dediler ki: “Kıbrıs ve Türkiye kültüründe aileler çocuklarını böyle bir okula göndermez. ‘Çırak işi’ gibi görürler.” Ben de fikrimi değiştirdim. O zaman üniversite olsun dedim. Bilinçsizce ama büyük bir niyetle yola çıktık. Amacım, “yaratıcı sanatlar ve tasarım üniversitesi” kurmaktı. Alanımız dar olacaktı ama içinde geniş bir yelpazeyi barındıracaktı. Bilgisayar başında çizim yapan değil, atölyede ellerini kirleten öğrenciler istedim. Gerçek meslek sahibi bireyler yetiştirmek istedim. Benim gibi olmasınlar istedim.

Siz mezun olduğunuzda ne olmuştu?

Bizim dönemimizde 27 kişi mezun oldu, sadece 6-7 kişi mesleğini yapabildi. Geri kalan herkes öğretmen oldu. Ben öyle bir son istemedim. O yüzden ARUCAD’ı kurarken felsefemiz şu oldu: Atölye ağırlıklı bir eğitim, eller kirletilecek, ustalaşılacak. Öğrenciler emeklerinin karşılığını meslek olarak alacak.

Üniversiteyi gezdiğimde gerçekten şaşırdım. Seramik atölyesinde, camda, her bölümde uygulama vardı. Türkiye’de pek göremediğimiz bir şey bu.

Aslında istedim ki öğrenciler ilk iki yıl istedikleri dersleri alsın, sonra alanlarını seçsin. Bizim üniversitede iç mimarlık okuyan biri isterse seramik ya da cam dersi alabiliyor. Amerika’daki gibi… Ama Türkiye ve Kıbrıs’ta sistem öyle değil. Bir bölüme girdin mi, onu bitirmen gerekiyor. Oysa 18 yaşındaki bir çocuk ne yapacağını bilebilir mi?

Peki bu üniversiteyle uzun vadeli hedefiniz ne?

Ben artık üniversiteye çok az gidiyorum. Ama her şeyi yakından takip ediyorum. Hedefim, kurduğum vakıfla birlikte bu üniversitenin benden, oğlumdan, torunlarımdan sonra da devam etmesi. Yani dört-beş kuşak sonra hâlâ ayakta olmalı. Kıbrıs’ın karakterinin ayrılmaz bir parçası olması. Yüz yıl sonra bile burası durmalı. Hatta Rumlar burayı işgal etse bile bu üniversite ayakta kalmalı. Kıbrıs kültürünün, kimliğinin bir parçası olmalı.

Kıbrıs’ın kendine has kültüründen söz ediyorsunuz. Bu kültür nasıl bir yapı sizce?

Ben de o kültürün bir çocuğuyum. İngiliz kültürü zaten içimize işlemiş. Zaten Türk’üz. Rum kültürünü de yaşadık. Bu bir harmoni. Belki Rumlar kadar dine bağlı değiliz ama biz Kıbrıslılar bir karışımın içindeyiz. Rumlar mimariyi almış olabilir ama kültürü değil. İngilizler herkesi etkiledi. Hatta aksanımız bile ortaklaştı. Kıbrıslı Türklerin aksanı çok meşhurdur ya, “napan, mapan” gibi… Rumlar da aynı aksanı kullanır çünkü aynı ortamda büyüdüler. Aksanlarımız aynı ama dinimiz, dilimiz, yaşantımız farklı.

Kimlik Meselesi

Yani siz Türkçe’yi sonradan mı öğrendiniz?

Evet. Kıbrıs’a geldiğimde Türkçem yoktu. Hiçbir zaman Türkçe okumadım da. Her şeyi duyarak öğrendim. Ana dilim İngilizce. Ama zamanla öğrendim Türkçeyi. Şimdi üç dili birden konuşabiliyorum ama hâlâ içimde bir eksiklik var.

Nedir o eksiklik?

Kimlik meselesi. Türkiye’ye gittiğimde “Kıbrıslı”, İngiltere’ye gittiğimde “Türk ya da Cypriot”, Kıbrıs’a döndüğümde ise “İngiliz” diyorlar bana. Hiçbir yere tam olarak ait hissetmiyorum. Bu benim kaderim oldu. Ama içimde sorarsan, ben Kıbrıslıyım.

Bu büyük bir zenginlik aynı zamanda…

Evet, ruhani bir zenginlik bu. Aksanımdan da belli; tam bir karışım: İngilizce, Türkçe, Kıbrısça…

Sanatla ilişkinizi sürdürüyorsunuz.

Sanata olan sevgim hiç bitmedi. İş yaparken bile hep içimdeydi. Evliyken ayrı bir daire tuttum ve 1991-92 yıllarında kendi atölyemi kurdum. Yağlı boya resimler yaptım. Ama işin yükü ağırdı, yine çekilmek zorunda kaldım. Rodin’e olan tutkum ise hep sürdü.

Rodin’le tanışmanız nasıl oldu?

16 yaşındayken İngiliz hocamız bizi Tate Gallery’ye götürdü. Orada Rodin’in The Kiss heykelini gördüm. Mermerden yapılmış bir işin bu kadar duygusal olabileceğine inanamadım. İnternetsiz, telefonsuz bir dönemde öğretmenime sordum, kütüphanelere gittim, araştırdım. Rodin’in diğer işlerini keşfettim, sonra empresyonistlerle tanıştım. Tutku böyle başladı.

Rodin’in ardından koleksiyonculuğa giden yol nasıl açıldı?

Belki 18–20 yıl kadar önceydi. İşlerim tutmuştu. İngiltere’de bankama giderken Pall Mall’da bir galeri vitrininin önünden geçtim. İçeride bir heykel gördüm ve çok beğendim. Hayatımda bir sanat galerisinden eser almamıştım; hele ticari galerilere hiç girmemiştim. Çekindim. Ama sonra döndüm ve içeri girdim. Galerinin sahibiyle tanıştık; hâlâ arkadaşımdır. Bir heykeli gösterdi, yeni gelmişti, daha patinası bile oturmamıştı. Rivalta’nın Restless adlı heykeliydi. 12 bin pounddu. Cebime baktım, alabiliyordum. Satın aldım. O kadar heyecanlandım ki annemin evinde koyacak yer bile yoktu.

Erbil Arkın, Glory of War, Bronze with brown & gold patination, 60x45x35cm, 2022.

“31 Tane Rodin’im Var”

İlk aldığınız eser bu muydu?

Evet. Ama çıkarken küçük bir heykel gördüm. Hemen sordum, “Bu Rodin değil mi?” “Evet, satılık,” dedi. Şaşırdım. Tanıdığımı söyledim. Sonra bana dedi ki, “Yarın Sotheby’s’te açık artırma var, istersen gel.” Ertesi gün gittim. Yepyeni bir dünyaydı. Herkesin elinde kataloglar, klavyelerHead of Lust adlı Rodin heykeli açık artırmaya çıktı. “El kaldıralım mı?” dedi. “Kaldır,” dedim. Ve bana kaldı. Ben de artık bir Rodin sahibiydim.

Şu anda koleksiyonunuzda kaç Rodin var?

Şu anda 31 tane Rodin’im var. Ve koleksiyonum hâlâ büyüyor. Başka heykeltıraşların eserlerini de almaya başladım. Rodin’in arkadaşları, ustaları, öğrencileri… Dalou’nun, Boucher’in, Carrier-Belleuse’ün eserleri… Şimdi evim bir eskici dükkânı gibi. Her köşede bir heykel.

Peki bu koleksiyonu ilk ne zaman kamuoyuna açtınız?

Uzun süre koleksiyonumu gizli tuttum. Ama ARUCAD Üniversitesi için bir yankı gerekiyordu. Koleksiyonumu deklare etmeye karar verdim. ARUCAD’ın açılışını Rodin koleksiyonumla yaptık. Bu çok doğru bir karardı çünkü büyük ilgi çekti. Sonra Rodin Gallery fikri doğdu. Bu binayı yaptık. Rodin’lere özel bir yer açtık. Şimdi 31 heykel orada. Yeni binamızla galeri üç kat büyüyecek.

Erbil Arkın, Abortion – After Dalou, Clay, 13.5×22.5×20.5cm, 2021.

Başta “trophy collector” dediler bana, yani “ödül toplayıcısı.” Rodin koleksiyonum şu anda dünyada saygı gören koleksiyonlardan biri. Dalou, Boucher gibi isimleri de ekleyeceğiz. Yeni galeride hepsi birlikte sergilenecek. Ayrıca Rodin’in birlikte çalıştığı, etkilediği isimleri de ekleyeceğim.

Siz kendiniz hâlâ üretiyorsunuz, değil mi?

Evet. Hatta Anatomy of Anguish adındaki kitapta var işlerim. Necmi Sönmez yazdı. Aruca’da yüksek lisans yaptım: orada ortaya çıkan işlerdi. Yağlı boya yaptım, heykel yaptım. Örneğin şu arkanızda duran Savaşın Muhteşemliği adlı bir heykelim var.

Çok çarpıcı bir heykel. Gerçekten savaş ‘muhteşem’ mi?

Hayır, tam aksine. Heykelde yüzüstü yatmış, kafası çamura gömülmüş, poposu açıkta bir asker figürü var. Savaşın hiçbir muhteşemliği yok. Bu sadece ölüm ve aşağılanma. Asker köyünü bırakıp gitmiş, ölmüş. Şu an bronz olarak dökülüyor. Talebelere göstermek için yaptım. Her malzemenin kullanılabileceğini göstermek istedim: plastik, perspeks… Hayal gücüne sınır yok.

Heykel üretirken hiç hatalı kalıplar oldu mu?

Oldu. Bir keresinde kalıptan çıkan figür bozulmuştu, form büzüşmüştü. Ama bana bir çağrışım yaptı. Ölü doğmuş bir bebek gibiydi. Ona Kürtaj adını verdim. Şimdi ofiste duruyor. Anlam taşıyan işler bunlar.

Malzeme olarak en çok neyle çalışmayı seviyorsunuz?

Kesinlikle kil. Çamurla çalışmayı seviyorum. Heykelin diliyle en iyi anlaştığım malzeme o.

Rodin dışında sizi derinden etkileyen sanatçılar var mı?

Elbette. Bellini, Michelangelo, Van Gogh, Renoir… Ama biri var ki, tutkuyla bağlıyım: Egon Schiele. Onun çizgilerine, anlatımına bayılıyorum. Param olsa kesin bir Schiele alırdım. Belki bir gün bir desenine ulaşırım. Sargent da büyük yetenek. Zamanının çok ötesindeydi. Ama Schiele bambaşka bir sevda benim için.

Iskele Art Hotel’de, otelinizde de birçok eser var değil mi? Bir sanat oteline dönüşüyor burası?

Evet, orası artık Art Hotel olarak anılıyor. Ama daha da fazla sanatla dolu olacak. Otelin her köşesinde sanat olacak. Odalardaki tablolar, resepsiyonda, restoranda gördüğünüz her iş satılık. Yanında etiket olacak, fiyatı yazacak. Beğenirseniz, ödersiniz, alıp götürebilirsiniz. Hepsi satılabilir işler. Yerine hemen yenisi konur. Satılmayan hiçbir şey yok.

“Vatan, Millet, Sakarya Yok”

Peki, Asil Köylü heykelinden de biraz söz eder misiniz?

Çok uğraşıyorum onunla. Günün birinde yapacağım. Politik boyutu ağır. O yüzden süreç karmaşık. Ama o heykel bu toprakların insanını yüceltecek. Rum, Türk, Maronit fark etmez. O insanlar bu toprağın parçası. Vatan, millet, Sakarya yok bu projede. Irk yok, din yok, dil yok. Sadece toprak var. Kıbrıs’ı bir kimlik meselesinden ayırıp, insanını toprağa bağlayan bir eser olacak Asil Köylü. Bu ada sürekli paylaşılmak istenmiş bir yer. Ama sonunda elimizde kalan yalnızca toprak.

Kıbrıs’ta yaşanan göçlerle sizin hayatınızda da birebir temas olmuş. Anneniz İngiltere’ye göç etmişti, sizin aileniz ise?

Biz göçmen bir aileyiz. Larnaka’dan… 1960 yılında afaroz edildik. Köyümüzün adı Aya Anna, biz Aynanna deriz. Müthiş güzel bir yerdi. O köyde Rumlar ve Türkler iç içe yaşardı. Herkes birbirinin dilini bilirdi. Hatta dedemin iki karısı vardı: biri Türk, biri Rum. Ama çevredeki Rum köyler saldırıya geçti. 1960’ta göçmen olduk. Ama bu yalnız bizim değil, tüm adanın yaşadığı bir kaderdi. Bu adada nüfusun %60-70’i en az bir kez göç yaşadı.

Bu göçlerin arkasında başka güçler oldu hep değil mi; sadece Türkler ve Rumlar arasında değil.

1960’ta esas etken İngilizlerdi. Kıbrıs, İngiltere’nin bir parçasıydı o zaman. Osmanlılar adayı 99 yıllığına İngilizlere kiralamıştı. Savaş sonrası Türkiye kaybeden taraftı, dolayısıyla Kıbrıs’ın mülkiyeti İngiltere’ye geçti. 1950’lerin sonunda Rumlar kendi bağımsızlık mücadelelerini başlattı. İngilizler de, “Alın, ne yapıyorsanız yapın” dedi. Türkiye’nin gücü yetmedi. Rumlar, Kıbrıs’ı bir Yunan adası olarak gördüler. Hâlâ da öyle görüyorlar.

Aynı şeyler Girit’te de yaşanmadı mı?

Tabii, Girit de Kıbrıs’tan farksızdı. Orada da Türk ve Rum nüfusu birlikteydi. Ama orada Rumlar başarılı oldu, Türkleri afaroz etti. Bizim farkımız şuydu: Kıbrıslı Türkler “Hayır, bu olmayacak” dedi. Dayandılar. Girit’ten sürülen Türklerin torunları hâlâ Ege’de yaşıyor. “Ben Giritliyim” diyorlar.

Sizce Rumlar ve Türkler arasında dengeli bir bedel ödendi mi?

Bence biraz denge 1974’ten sonra sağlandı. Ondan önce her şey Türklerin aleyhineydi. Ben bununla ilgili bir girişim başlattım. Beş yıl önce bir lobi grubu kurduk. Avukatlar, akademisyenler, ben… Amacımız, Rumların mallarını satın almak, onları tazmin etmekti. Kuralları değiştirdik. Örneğin bu otelin bulunduğu arazi: Tapusu bende olmasına rağmen, Rum sahibine ödeme yaptım. Artık bu mülk uluslararası hukuk açısından da benimdir. Bütün mesele bu: Rumları insanî ve mantıklı şekilde tazmin etmeliyiz.

Bu ciddi bir dönüşüm yaratabilecek bir politika.

Kesinlikle. Çünkü şu anda dünyada kimse “KKTC’nin tapusunu tanıyorum” demiyor. Ama eğer taşınmaz mal komisyonundan geçirilirse, Rum’dan alınırsa, o mülk uluslararası düzeyde tanınır. Şu anda %16 olan mülk oranını %26’ya çıkarsak, %36’ya… O zaman Türkiye’nin elindeki politik güç çok artar.

Bu ciddi bir oyun değiştirici olabilir…

Evet ve hâlâ devam ediyoruz. Ben dört-beş mülk aldım bu sistemle. Başkaları da uygulamaya başladı. Menfaati gören herkes bu yola giriyor. Bu arsayı mesela 500 bin pounda aldım; banka hemen “sana üç milyon kredi verebilirim” dedi. Çünkü statüsü değişti.

“Maraş Açılacak”

Peki Rumlar bu yönteme sıcak bakıyor mu?

Çok satan var. 55 yıl geçti; çoğunun mülkü boş, kullanılmıyor. Ama hükümetlerinden çekiniyorlar. Çünkü bu tazmin süreci Türk tarafına yasal hak kazandırıyor. Bu nedenle satarken çekiniyorlar ama yine de satıyorlar.

Sizce 1974’ten sonra mı başladı bu korku, yoksa daha önce de var mıydı?

Kesinlikle 1974’ten sonra. Türk ordusunun varlığı güneyde korkuya neden oldu. En büyük korkuları Türk askeridir. Bizim içinse Türk askeri burada olmazsa, 24 saatte yerler bizi. Biz burada var olamayız.

Son bir soru: Maraş açılmalı mı? Açılabilir mi?

Kesinlikle açılmalı. Açılacak da. Göreceksiniz.

Peki sizin kişisel tarihinizden devam edelim… Siz aslında hem Türk, hem İngiliz, hem de Kıbrıslısınız. Bu kimliklerin arasında nasıl bir aidiyet hissediyorsunuz?

İşte benim kaderim de bu. Türkiye’ye gittiğimde “Kıbrıslıderler. İngiltere’ye gittiğimde “Türk mü, Cypriot mu?” diye bakarlar. Kıbrıs’a geldiğimde ise bana “İngiliz” derler. Yani hiçbir yere tam olarak ait değilim. İnsanlar yüzeysel bakıyor; farklılık arıyorlar. Bu kötü mü? Belki değil. Ama ben kendi içimde “Kıbrıslıyım” diyebiliyorum. Evet, ben Kıbrıslıyım. İngiliz eğitimliyim, evet. Ama Kıbrıs benim. Ruhum buraya ait.

Ve o da büyük bir zenginlik. Hem düşünsel hem kültürel olarak…

Evet, öyle. Aksanımdan da belli değil mi? İngilizce, Türkçe, Kıbrıs Türkçesi iç içe geçmiş. Tam bir karma. Ama bu karma bana ait bir özgürlük veriyor.

Bu kadar iç içe geçmiş tarih, ister istemez kimlikleri de etkiliyor.

Tabii. Ben mesela DNA testi yaptırdım. “Bari Rum kanı da çıksın” dedim. Ama çıkmadı. Ne çıktı biliyor musunuz? Venedik. %31.8 Latin çıktı. Annemin köyü Masarya bölgesindendi. Mavi gözlü, sarışın, açık tenli bir topluluk. Osmanlı, Latinlere “Ya din değiştirin ya terk edin” dediğinde onlar görünürde Müslüman oldular, köylerinde kaldılar. O yüzden o genetik karışım bugüne taşındı. Ta ki ben %31 Latin çıkana kadar…

Bu anlatı, bu tarihsel katmanlar çok güçlü. Peki sizce Kıbrıs’ın kaderi ne olacak?

Kıbrıs kendi başına güçlü bir devlet olmak için küçük ama çevredeki güçler için büyük bir ödül. 5000 yıldır el değiştiriyor. Mısırlılar, Asurlar, Venedikliler, Osmanlılar, İngilizler, YunanlılarVe yine değişecek. KKTC ebediyen kalmayacak, Rum Cumhuriyeti de. Bu tarihsel bir gerçeklik. Kıbrıs’ın kaderi; güçlerin arasında bir ödül olmaya devam etmek.

“Hep Bir Eksiklik Var”

Siz bunu kabul ettiniz yani?

Ben tarihi okuyarak konuşuyorum. 1960’tan önce İngilizler, ondan önce Osmanlılar, daha da önce Venedikliler, Tapınak Şövalyeleri… Bugün İsrail güçlenirse, Kıbrıs’ın bir parçası olabilir. Türkiye güçlenirse, Rumları denize dökebilir. Olmasını istemem ama olabilir. Yani bu adanın kaderi değişmeye mahkûm.

Bu belirsizlik içinde siz bir sanatçısınız. Kimlik, kimliksizleşme, toprak, aidiyet… Bütün bunlar üretiminize nasıl yansıyor?

Ben içimde hep Kıbrıslı olduğumu hissediyorum ama o “Kıbrıslılık” kimliği tam şekillenemedi. Hep bir eksiklik var. Tıpkı solculukla sağcılık gibi. Rum-Türk, İngiliz-Türk… Hep kutuplar var. Bir Kıbrıs kimliğini tam olarak oluşturamadık.

Ve belki de o yüzden Asil Köylü çok önemli. Çünkü din, ırk, bayrak değil; sadece toprak diyorsunuz.

Evet, çünkü bu toprağın insanı asildir. Kim olursa olsun. Türk, Rum, Maronit fark etmez. Biz bu adada birlikte yaşadık, birlikte savaşlar gördük. Ben yalnızca kendi kimliğimi değil, bütün bu adanın tarihini ve ortak acılarını taşıyorum. O yüzden Asil Köylü bu toprağın insanını yücelten bir simge olacak.

Rodin koleksiyonunuz kalacak mı? Üniversite gibi yani, sonsuz bir miras…

Ben satmam. Ama evlatlarıma “asla satmayın” da diyemem. Oğluma söyledim: “Bu koleksiyon benim için ne ifade ediyor biliyorsun. Ama ben bu dünyadan gittiğimde karar senindir. Bileceksin.” O da “Tamam baba” dedi. Biliyorum hangi yöne eğileceğini. Ama sonuçta bu koleksiyon, bir ‘rainy day money’ olabilir. O gün gelirse, satılır. Çünkü hayat bu. Ama benim dileğim şu: Rodin koleksiyonu kalsa da kalmasa da, bu üniversite yaşasın. Asıl o kalsın. O, zamanı aşan tek gerçek şey olacak.

Previous Story

İstanbul’un Sokak Kedileri

Next Story

Anıların Erime Noktası ve Göç

0 0,00