İnsan ölümden başka her sıkıntının üstesinden gelecek şekilde yaratılmıştır. Her yıkım umutsuzluğun ardından gelen bir umudu, yaşamda kalma dürtüsünü içerir, çünkü her çukurun bir çıkışı vardır. Çukurun ağzını görmek için yıkımın etkilediği yapıyı yerinden oynatan bir katastrof olduğunu bilmek gerekir. Katastrof yapıyı parçalarına ayırarak yıkar. Yapının yeniden toparlanması, kırıkların birbirine yeniden tutturulmasını gerektirir. Kırıkların birbirine yapıştırılmasından evvel yıkıma uğrayan yapıyı oluşturan parçaların yapısökümcü bir anlayışla belirlenmesi ve onların yapının bütünlüğü içine nasıl yerleştirileceğinin bilinmesi gerekir. Hatay merkez olmak üzere çevre bölgelerin coğrafî ve kültürel yapısını parçalarına ayıran Şubat Depremi, etkilediği alanı yerinden oynatan, parçalayan ve döndüren bir yıkım, bir katastroftu. Bu katastrofun sağaltılması ancak etkisi altına aldığı coğrafyanın parçalanan unsurlarının tespitini ve sürdürülebilir bir şekilde yeniden yapıştırılmasını gerektiriyor.
Umutsuzluğun İçinden
Serkan Turgut’un Yıkımdan Umut Çıkarmak adlı çalışması, kolektif koordinasyon adı altında cisimleşen böylesi bir çabanın bellek düşümü, iki ayrı depremle coğrafî ve kültürel yapısı parçalara ayrılan Hatay’daki kaosun ve umutsuzluğun, hayatta kalma ve yeniden ayağa kalkma gayretinin hikâyesidir. Umutsuzluğun umuda evrilmesinde gönüllük faaliyetlerinin altını çizen çalışma; depremi ve sonrasını “sarsıntı, “kaos”, “inşa”, “gönüllülük” ve “eğitim” gibi kavramlar üzerinden nesnel verilerle kuruyor, tanıklıklarla destekliyor. İnceleme, Hatay’ın katastroftan dengeye, yıkımdan yeniden inşaya uzanan uzun yolculuğunu kendilerine şiar edinen gönüllülerin dayanışma faaliyetlerini sürdürülebilir bir şekilde sistemleştirme çabalarını yansıtırken bizce kolektif unutmaya karşı kolektif ve sürdürülebilir anımsama kavramını öne sürerek umutsuzluğun içinden umut çıkarıyor.
Çorbada Herkesin Tuzu Olsun
Yıkımdan Umut Çıkarmak dört bölüme ayrılıyor. İlk bölüm; Hataylı olmayı “kadim bir şehre atfedilen özellikler”, “çok kültürlülük”, “çok bayramlılık” temaları altında değerlendiriyor, kaos alanının kültürel kodlarını çözümleyerek bir tür yapı söküme gidiyor. İkinci bölüm, Karaçay dayanışması olarak başlayıp zamanla kolektif koordinasyon adını alan sivil inisiyatifi mercek altına alıyor. Bedii Sabuncu Lisesi’nde başlayan dayanışmayı, ikinci depremden sonra lisenin iç mekânının hasar altında kalmasıyla civardaki festival alanının hem dayanışma hem de eğitim merkezi haline gelmesini, dayanışma günlerinin gerginlikleri ve korkuları gölgesinde, yerelin, gönüllünün ve görünmeyen yoldaşın yıkıntının parçalarını birleştirme sürecindeki işbirliğini anlatıyor.
Üçüncü bölüm deprem bölgesindeki demografik mühendislik çalışmalarını merceğe alıp ayrımcılık söyleminin ihtiyatlı bir biçimde kullanılmasının önemine eğilirken, dördüncü bölüm yıkıntının toparlanmasının başlıca kavramı olan umudun gönüllülerin faaliyetleriyle olan sıkı ilişkisinden söz ediyor; gönüllüğe yönelme motivasyonunun toplumsal ihtiyaca denk düşmesini, tabandan hareketi, katılımcılığın çeşitliliği ve kapsayıcılığı ile güven hissini gönüllülük sürecinin başarısını etkileyen unsurlar olarak dile getiriyor. Gönüllülüğün yıkımın parçalarının birleştirerek sürdürülebilir bir yeniden inşa sürecinin öncüsü olduğunu dile getiren son bölüm iyiliğin bulaşıcılığını aktarıyor.
Heterotopik Alanlar
Hatay depreminde dayanışma merkezleri olarak öne çıkan Bedii Sabuncu Lisesi ve ikinci sarsıntıyla birlikte merkezleşen festival alanının ansızın beliren iki heterotopik alan olduğu söylenebilir. Gönüllülük; bu heterotopik, yani çeşitli kesimden insanın girip çıkabileceği ve ortak bir amaç doğrultusunda çalışabileceği özgür, özgün ve kendiliğinden ortamların hayata geçirilmesindeki toparlayıcı güç.
Serkan Turgut, kolektif koordinasyon sürecinin Foucault’nun heterotopya kavramıyla düşünmenin mümkün olduğunu onaylıyor, Foucault’nun heterotopyalarını mevcut toplumsal düzenin sınırları içinde var olan, ancak bu düzenin normlarından saparak alternatif bir düzenin sahnelendiği mekânlar olarak tanımladığını söyleyerek afet sonrası dayanışma süreçlerinde ortaya çıkan dayanışma mekânlarının bu tanıma oldukça uyan heterotopik alanlar olduklarının altını çiziyor. Bu mekânların, toplumsal normların ve hiyerarşilerin geçici olarak askıya alındığı, dayanışma ve kolektif çabaların hem yeni toplumsal bağlar oluşturduğu hem de kriz durumlarında mevcut düzenin eksiklerini görünür kılarak bireyleri ve grupları alternatif düzenler kurmaya teşvik ettiğini belirtiyor. İşte Serkan Turgut’la gerçekleştirdiğimiz söyleşi:
Bölgede yaşayanların travması sizce nasıl bir yas sürecine evrilebilir?
Depremin ilk dört günü kamu yardımlarının ulaşmadığı, kendisinden haber alınamayan Hatay, birçok kişi için sahip olduğu politik ve kültürel özellikleri nedeniyle ikinci plana atıldı. Bu düşünce ülkenin birçok yerinden yüzlerce gönüllünün bu bölgeye akın etmesine ve burada gerçekleşen dayanışma faaliyetlerinin yeni anlamlar kazanmasına neden oldu. Kimlik ve ayrımcılık algısının rengini verdiği bu dayanışma süreci yeni bir kamusalın talep edildiği, inşa edildiği “başka mekân”ların doğmasına yol açtı. Kolektif koordinasyon etrafında şekillenen dayanışma süreci tipik bir insanî yardım sürecini aşıp birbirinden farklı kişi ve grupların ortak iyiyi var etmeye çabaladıkları, sürecin her safhasında katılımcı bir perspektifle hareket etmeye çalışan sivil bir yapıya dönüştü. Antakya’da yaşanan kayıp, sadece sevdiklerini yitiren insanların bireysel kaybı değil, büyük bir aidiyet duyulan kentin kaybıyla kolektif ve çok ağır bir yas süreci olarak yaşandı, yaşanıyor. Bu yalnızca birinin ölümüne ağlamaktan farklı. Antakya gibi köklü bir geçmişe, zengin bir kültüre sahip bir yerde, yıkım aynı zamanda geçmişe, anılara ve kimliğe dair de bir kayıp demek.
“Kayıplarının Yasını Tutamadılar”
Ne yazık ki yaşanan yıkımı hâlâ tüm çıplaklığıyla görebiliyorsunuz hatta yıkım farklı alanlara sirayet ederek yeni boyutlar kazanıyor. Şehrin içi geçici barınma alanları, ağır hasarlı yapılar ve enkaz döküm sahalarıyla dolu. Bunlar, orada yaşayanların her gün yeniden yüzleştiği bir gerçeklik. Bir de terk edilmişlik duygusu var. Depremin ilk günlerinde yardımların geç gelmesiyle başlayan bu duygu, enkaz kaldırma sürecindeki hoyratlık ve inşa sürecinin yürütülme tarzıyla devam ediyor. Hâlâ Hatay’da sevdiklerinin akıbetini bilmeyen insanlar var bu durum iyileşmeyi neredeyse imkânsız kılıyor. Antakyalılar, şehirlerinin bir daha eskisi gibi olmayacağı korkusuyla yaşıyor. Bu yıkım ve belirsizlik, yas sürecini uzatıyor. İnsanlar sevdiklerini kaybetti, evlerini yitirdi ama uzun bir süre boyunca bu acılarını yaşayamadılar, kayıplarının yasını tutamadılar. Hatay’da insanlar uzun bir süre yas tutmak yerine hayatta kalma ve kenti yeniden ayağa kaldırma çabası içinde oldular. Bu ne yazık ki oldukça sıkıntılı bir durum. Çünkü yas, insanın içindeki acıyı sağaltması için bir ihtiyaç. Yıkım devam ettikçe, belirsizlik sürdükçe, bu acı bir türlü işlenemiyor. Bu durum, insanların yalnızca bireysel değil, toplumsal olarak da büyük bir yükle baş başa kalmasına neden oluyor. Unutmayalım ki yas, yalnızca acı veren bir süreç değil, aynı zamanda bir dönüşüm ve yeniden anlamlandırma süreci. Yas sürecinde bireyler ve toplumlar, kaybın çıkardığı boşluğu anlamlandırarak tekrardan ayağa kalkabilir. Bu anlamda yas, sağaltıcı ve dayanışmayı güçlendiren bir süreç olabilir. Ancak bu, bireyler ve toplumların bu süreçte yeterli destek bulabilmesine bağlı.
Kolektif Suç Ortaklığı
Depremzedelerle kurtarıcı gönüllülerin kolektif suç ortaklığı nasıl açımlanabilir? Ya beton şehir kavramı?
Depremle mücadele üç aşamada ele alınabilir: birincisi, deprem öncesi yapılması gereken hazırlıklar ve alınması gereken önlemler; ikincisi, deprem anındaki ilk müdahaleler; üçüncüsü, toparlanma ve iyileşme sürecidir. Kitapta kolektif suç ortaklığı derken özellikle birinci aşamaya dikkat çekmek istedim. Hatay, ülkedeki diğer birçok şehir gibi, rant odaklı bir dönüşümün ve çarpık kentleşmenin olumsuzluklarını taşıyan bir şehir.
Ne yazık ki, ülkemizde mesele rant olduğunda, hepimiz uzak bir gelecekte gerçekleşeceği varsayılan bir felaketi görmezden gelebiliyoruz. Tekil bireyler olarak rant sistemine dahil olmasak bile onun birer izleyicisi olmaktan kaçınamıyoruz. Bu bağlamda, kolektif bir suç ortaklığından söz etmek mümkün. Ancak bu suç ortaklığı, herkesin eşit sorumluluğa sahip olduğu anlamına gelmiyor. Bu süreçte sorumluluğu olanları aynı kefeye koymak yanlış olur. Sistemin yasalarını ve denetim mekanizmalarını oluşturan kurumsal yapılar ile sessiz kalan, ses çıkaramayan bireyleri aynı düzlemde değerlendiremeyiz.
“Sistemik Çürüme”
Yaşananların en büyük sorumlusu deprem öncesi alınması gereken önlemleri almayan rant odaklı yapılaşmayı sürdüren ve bu süreci denetlemeyenlerdir. Ancak bireyler olarak da bu süreçlerin izleyicisi olduğumuz ve gerektiği gibi karşı çıkmadığımız gerçeğiyle yüzleşmeliyiz. Bu anlamda, kolektif suç ortaklığı yalnızca geçmişe değil, gelecekte aynı hataları tekrar etmeye devam etme riskimize de işaret ediyor. Büyük felaketler karşısında gerçeği unutarak aynı davranışları sürdürme eğilimimiz, bu çürümenin devamı.
Sonuçta, deprem sonrası dayanışma ve inşa süreçlerinde aktif görev alan gönüllülerin ve bölge insanının çabası bir umut ışığı oluşturmuş olsa da bu umut ancak deprem öncesi sistemik çürümeyle yüzleşilirse kalıcı olabilir.
Deprem sürecinde kolektif koordinasyon bünyesinde oluşan eğitimin sağaltıcılığı devam ettirilebilir mi?
Deprem sonrası dayanışma faaliyetlerinin en etkileyici ve en dönüştürücü faaliyetlerinden birinin eğitim alanında gerçekleştiğini gördük. Kolektif koordinasyonun gönüllüler aracılığıyla kurduğu “umut kampüsünde” bine yakın öğrenci eğitim gördü. Bu alan, eğitimin yalnızca bir bilgi aktarımı değil, aynı zamanda umudun ve iyileşmenin bir aracı olabildiğini gösterdi. Eğitim, hâkim grup dışında kalan topluluklar için gündelik hayatta karşılaşılan zorlukları ve eşitsizlikleri aşabilmenin en önemli yoludur. Bu nedenle Hataylılar için eğitim sürecini bir an önce hayata geçirmek çoklu anlamlara sahipti. Deprem sonrası Hatay’da devlet kurumlarının okulları açamadığı bir dönemde, bölgeden öğretmenler çadır alanlarını dev bir eğitim kampüsüne dönüştürdüler. Gönüllü öğretmenlerin öncülük ettiği bu çaba, geleneksel okul sistemini hayata geçirmenin ötesinde bir anlama sahipti. Okul onlar için bölge insanının Hatay’ı yeniden inşa edeceklerine dair sembolik bir direniş alanıydı. Kitapta hem öğrenci hem de öğretmenlerin anlatımlarında bu sürecin sağaltıcı rolünü anlatmaya çabalıyorum.
Ancak, hepimizin bildiği üzere eğitim devletlerin alternatif oluşumlara devretmek istemeyeceği önemli bir alan. Deprem sürecinin akut dönemi geçtikten sonra okular dışındaki alanlarda eğitim faaliyetlerinin yasaklandığını gördük. Bu tür alanlar ancak okula destekleyici faaliyetler yürütebilen topluluk merkezleri olarak çalışmalarına devam edebiliyor.
Kitap bir umut kitabı ama ya umutsuzluk?
Kitabın ismi Yıkımdan Umut Çıkarmak, yıkımla yalnızca binaların yıkılmasından bahsetmiyorum. Buradaki yıkım, toplumsalın, tarihin, anılarla dolu olan kadim bir kentin yıkımı. Hatay bu 6 Şubat depremlerinde yanı başındaki şehirler gibi on binlerce canını kaybettiği büyük bir felaket yaşadı. Birçok kişi için bu yıkım, yalnızca geçmişin değil, bugünün ve geleceğin de yıkımıydı. Kitap, elbette bir umut hikâyesi anlatıyor. Ancak bu umut, kendiliğinden belirmiyor; büyük bir çabayla, dayanışmayla ve mücadeleyle oluşturulmaya çalışılan bir umut. Kendiliğinden oluşan bir duygu arıyorsak bu ne yazık ki umutsuzluk olabiliyor.
“Mücadeleci ve Eyleme Dayalı Bir Umut”
Depremin ikinci yılına yaklaşırken Hatay’ı görmeye giderseniz içinizi saracak duygu ne yazık ki umutsuzluk ve öfke olacaktır. Bu kitap, umutsuzluğun da derin bir şekilde yaşandığı bir ortamda yazıldı. Umutsuzluk çoğu zaman mevcut düzenin sürdürülemezliğine dair güçlü bir işarettir ve bu anlamda toplumsal dönüşümün tetikleyicisi de olabilir. Kitabın “umut” vurgusu, yüzeysel bir iyimserlikten uzak, mücadeleci ve eyleme dayalı bir umudu tarif ediyor. Bu umut, dayanışmayı, bir arada yaşamayı ve ortak bir geleceği yeniden inşa etmeyi içeriyor.
Umutsuzluk ve umut, birbirinden kopuk değil, iç içe geçmiş gün be gün yer değiştiren duygular. Umutsuzluğun hâkim olduğu koşullarda, dayanışma ve kolektif bir çaba ile umudu yükseltmek mümkün. Kitabın odaklandığı da tam olarak böyle bir süreç.
Depremin İkinci Yılında
6 Şubat 2023’te Hatay iki deprem ile sarsıldı. 20 Şubat’ta bir deprem daha oldu. Acısı hâlâ taze. Böylesi bir katastrofta, sanatçıların işleriyle tanıklığı olmazsa olmazdı. Bir de deprem kurtulanının. Murat Germen, Şubat depremlerine tanıklığını, tek bir ânı yansıtan Antakya işiyle şöyle anlatıyor:
“Antakya’da hiçbir şey belli değil; kesif bir muğlaklık, endişe, öfke var. Rezerv alan veya başka bir bahane ile kimin evine ne zaman çökülecek kaygısı ile insanlar evlerinin üzerine yazılar yazıyorlar. Kendilerine haber verilmeden onlarca yıllarını geçirdikleri yuvaları apansızca yıkılmasın diye. Cephelerin üzerine ‘hasarsız’, ‘az hasarlı’, ‘tescilli’, ‘mahkeme sürecinde’ gibi büyük punto yazılarla uyarılar ve cep telefonu bırakarak, binaların hukuksuzca yıkılmasını önleme çabalarının bolca fotoğrafını çektim ama bu duvar yazısı insanların ne kadar çaresiz, umutsuz olduğuna delil: ‘İçinde insan var!’”
Yıkımın pek çok ânını Saat: 16:17 adlı işinde tek bir karede yansıtan Burcu Aksoy ise şunları söylüyor: “Nesne ya da mekânların bilinçte var olan tanımlarını kaybedip birbirine karışarak yeni yapı ve şekillere dönüştürdüğüm fotoğrafik imgelerden olan Saat 16:17 isimli yapıtım, tek bir andan oluşmayıp farklı pek çok ânı tek bir fotoğraf karesinde yansıtması bakımından deprem ve sonrasının bütün kırılma noktalarını kapsayan bir zaman dilimini hatırlatıyor.
Tahayyül ettiğim bir fotoğrafik imgenin, kendisini oluşturan ‘kaynak fotoğraf’lar olarak tanımladığım birden fazla sayıda fotoğrafik imgenin bir araya gelip düzenlenişi sayesinde bir ‘son kare’ye dönüşmüş olması söz konusu. ‘Son kare’yi yansıtan tekil bir ânın olmayışı deprem ânının çoğulluğunu, diğer anlarla iç içeliğini, belki de umutsuzluğun umutla at başı gidişini düşündürüyor.”
Son söz ise Hatay depreminden kurtulan Kubilay Arık’ın:
Çoğu evin önünde üstleri örtülmüş cesetler vardı. Her şey korku filmi gibiydi. İnsanlar acının henüz farkında değildi. Sanki bu bir rüya idi ve herkes biraz sonra uyanacaktı. Kime üzüleceğinizi neye sevineceğinizi bilemiyorsunuz. Feryat edenler vardı; onlar çoğumuzdan daha şanslı idiler, içlerinde biriken zehri dışarı atabiliyorlardı.İlk gece en kötüsüydü. Keşke ilk gelen kamyonda dağıtılan battaniyeler yağma edilmeseydi. Ama o kadar insan yardıma geldi ki… Bu şehir sonsuza kadar bir harabe olarak kalmayacak elbette. Belki eskisinden daha güzel olacak. Ama biraz umutsuzum. Zor olan depremle birlikte yok olan dev bir kültürün yeniden inşası.”
“… ve Markiz’de Dehşetli Güzel” Sayısı şimdi hem basılı hem de dijital versiyonuyla satışta!
ArtDog Istanbul basılı dergi satış noktalarını görmek için tıklayın.