2014 yılında Paris’te açılan Fondation Louis Vuitton, önemli sergilere yaptığı ev sahipliği ile kısa zamanda şehrin sanat simgelerinden biri haline geldi. Binasını Frank Gehry’nin tasarladığı Fondation Louis Vuitton, 2022’de Joan Mitchell Retrospektifi ve 2023’te Basquiat x Warhol gibi önemli sergileri ziyaretçileri ile buluşturdu. Müze, bu sene mayıs ayında Henri Matisse ve Ellsworth Kelly retrospektifini ağırlamaya hazırlanıyor. Yakında sona erecek olan kapsamlı Mark Rothko Retrospektifi ise son dönemde müzenin en dikkat çeken sergilerinden biri oldu.
Mark Rotho Retrospektifi sergisi, 1999’da Musée d’Art moderne de la Ville de Paris’te düzenlenen sergiden bu yana Fransa’da Mark Rothko’ya (1903-1970) adanmış ilk retrospektif olmanın önemine sahip. Retrospektif, Washington D.C.’deki Ulusal Sanat Galerisi, sanatçının ailesi ve Londra’da bulunan Tate dahil olmak üzere en büyük uluslararası kurumsal ve özel koleksiyonlardan yaklaşık 115 eserden oluşuyor. Küratörlüğünü sanatçının oğlu Christopher Rothko ile Suzanne Page’in üstlendiği sergi, Rothko’nun ilk figüratif resimlerinden bugün en iyi bilinen soyut çalışmalarına kadar tüm eserlerini kronolojik olarak bir araya getirdi.
1930’larda Rothko’ya ilham veren New York metrosu görüntüleri gibi samimi sahneler ve kentsel manzaralarla başlayan sergi, daha sonra sanatçının savaş dönemi trajedilerini ifade etmek için kullandığı antik mitlerden ve sürrealizmden esinlenen bir repertuara doğru ilerliyor.
Rothko’nun resimle yolculuğu, figüratif sanat ile başladı. Sanatının ilk yıllarında (1900-1930), sürrealizm ve toplumsal gerçekçilik de dahil olmak üzere dönemin çeşitli sanat akımlarından etkilenen eserler yarattı. Bu ilk dönem eserleri genellikle kent sahneleri, mitolojik temalar ve figüratif öğeler içeriyordu ve 20. yüzyılın başlarındaki çalkantılı siyasi ve sosyal durumları anlatıyordu.
1940’larda ise Rothko’nun imgeleri giderek daha sembolik bir hal aldı. 1930’ların sonlarına ve İkinci Dünya Savaşı yıllarına hakim olan toplumsal kaygı ortamında, gündelik hayattan görüntüler onu tatmin etmemeye başlamıştı. Rothko, eğer insanların yaşadığı trajedileri ifade edecekse, yeni konular ve yeni bir üslup bulması gerektiğini düşünüyordu. Şöyle diyordu: “Figürün amaçlarıma hizmet edemeyeceğini büyük bir isteksizlikle fark ettim. Ama öyle bir zaman geldi ki, hiçbirimiz figürü parçalamadan kullanamaz olduk.”
Bu değişim ihtiyacı Rothko’yu, 1946’da soyut dışavurumculuğu keşfetmeye itti. Bu geçişin ilk aşaması, kromatik kütlelerin tuval üzerinde bir tür denge içinde asılı durduğu resimlerden oluşuyordu. Bu belli belirsiz kütleler giderek yok olmaya başladı ve resimlerinin mekansal organizasyonu hızla Rothko’nun 1950’lerdeki “klasik” eserlerine doğru evrildi. Dikdörtgen şekiller ikili ya da üçlü bir ritme göre farklı renk kombinasyonlarıyla yan yana geldi ve böylece sanatçının “bilinmeyen bir alanda bilinmeyen bir macera” olarak tanımladığı eserler ortaya çıktı.
1949’dan itibaren yarı saydam renk lekelerine dönüşen Rothko eserleri, ima ve ayrıntıdan uzak. Yumuşak kenarlı bloklarla, hayatın ve sanatın en zor sorularına hücum eden bir soyutlama anlayışını benimseyen resimlerini pek çok insan rahatlatıcı bulsa da Rothko hiçbir zaman bu düşüncede olmatdı. Hatta sanatçının 1959 yılında söylediği sözler hissettiklerini tam anlamıyla özetler: “Rengin ardında felaket yatar.”
Rothko 1950’lerin sonlarından itibaren koyu tonları ve kontrastta sessizliği tercih etse de, 1967’den birkaç resmin ve atölyesinde yarım kalan son kırmızı resmin de gösterdiği gibi, parlak renk paletini hiçbir zaman tamamen terk etmedi.
Rothko’nun bu eserler Frank Gehry tasarımı binanın en üst katında, Alberto Giacometti’nin büyük ölçekli heykel figürleriyle birlikte sergilendi. Rothko’ya derin bir saygı duruşu niteliğindeki Mark Rothko Retrospektifi, sanatçının sorgulayıcılığı, izleyiciyle sözsüz diyalog kurma arzusu ve bir “renkçi” olarak görülmeyi reddedişini bir kez daha izleyicilere hatırlattı.