Zamanın ve Mekânın Sesleriyle: Berke Can Özcan - ArtDog Istanbul
32.İstanbul Caz Festivali (2025), Fotoğraf: Mete Kaan Özdilek.

Zamanın ve Mekânın Sesleriyle: Berke Can Özcan

Berke Can Özcan’ın perküsyon dünyasından gelen sesler, anılarla ve doğaçlamayla örülü bitmeyen bir yolculuğa dönüşüyor. Uluslararası sahnelerin ardından Aralık’ta Arter’deki solo konseri öncesinde, bu uzun yolculuğu ve müziğinin hikâyesini konuştuk.

/

Müzisyen Berke Can Özcan’ın perküsyon dünyasından gelen sesler ve müziği, hem kendisi hem dinleyenler için epey uzun ve sürekli bir yolculuk gibi… Geçtiğimiz aylarda Show of Hands Müzik Festivali’nde ve 32.İstanbul Caz Festivali’nde uluslararası müzisyenlerle birlikte sahne alan Berke Can Aralık ayında Arter’de vereceği solo konserde tekrar izleyicilerle buluşacak. Ve bu da yeni bir yolun başlangıcı olacak aslında… Kendisiyle uzun ve hâlâ devam eden yolculuğunu konuştuk…

Hikâyenin en başından başlayalım… Müzikle ilişkin ve ses(ler)le yolculuğun nasıl başladı?

Hikâye çocukken bir tür yalnız kalma, uzaklaşma, kendi oyun alanını kurma isteğiyle başladı muhtemelen. Evin içinde üzerine örtüler kapatılan masaların altında kendime çadırlar yapıyordum ve bu oda içinde odanın içine eşyalar, tencereler, ziller taşıyordum. Sonra bu eşyalarla küçük setler kurmaya başladım. “Şunları birbirine vururum, Beta video kasetten kendime pedal yaparım, bu iple tencerenin kapağını asarım…” diye düşünüyordum hep. Davul setlerimdeki kapaklara benzeyen garip objeleri çocukken kendi kurduğum oyun alanımda dizmeye başladığımı hatırlıyorum. 

Bir taraftan da beni müzikle çok yakın zamanda maalesef vefat eden dayım tanıştırdı diyebilirim. Yazlık evine gittiğimizde o plaklar çalarken, bir taraftan da aynı döneme denk gelen  Wimbledon Tenis Turnuvası’nı izleyip elimizdeki raketlerle gitar çalışıyor gibi yapıp plaklara eşlik ettiğimiz bir dünya vardı. Dayımın çok etkisinde kaldım… Sanıyorum onun çocukken dinlettiği müzikler, albümler, o plakların kapakları, evde dönen bu dünya çokça ilgimi çekiyordu. 

Berke Can Özcan. Fotoğraf: Mehmet Duran.

Kullandığın davul setlerinde karşımıza çıkan ve görmeye pek alışık olmadığımız objelerin kaynağını duymuş olduk böylece… Peki ses çıkaran her objeyi enstrüman olarak kullanabilir misin? Bu açıdan alanın ne kadar geniş?

Yine çocukken ailemle gittiğim bazı konserlerde “perküsyoncu” diye birinin etrafında hep garip aletler görürdüm. Albümlerin arkasını okuduğumda gitar, piyano gibi enstrümanların yanısıra bir de “perküsyon” diye bir şey vardı ve onun ne olduğu hiçbir zaman belli değildi. Bu da bana “demek ki her şey olabilir” diye düşündürüyordu. Çünkü isminin yanında “perküsyon” yazan müzisyenlerin kimisi “conga” çalıyordu, kimisi bambu yapraklar sallıyordu… Böylece gündelik sesleri sevdiği müziklerin içine alan bir takım sanatçılar olabildiğini keşfettim. Yine dayımın plaklarından birinin kapağında Okay Temiz’in etrafında enstrüman olup olmadıklarından emin olamadığım bir sürü alet gördüm… Hangisinden ne ses çıkıyor bilmeden müziğini dinlediğim zaman “bu çılgın seslerin hepsi kabul” dedim. Bu, perküsyon dünyası diye bir şeyin varlığını düşündürdü bana. 

Çalan korna öten kuş da benim müziğimin bir parçası bu bağlamda. İçinde bu sesler kasten yoksa bile zaten öyle bir dinleme pratiği benimsediğinde bu sesler hep doluyor müziğin içine. 

Düşünsene açıkhavada bir konser dinlerken bir ambulans geçebiliyor ve onu da duyuyorsun…Ben de bu seslerden irite olup, onu gürültü olarak algılamaktansa, hepsini iç içe kabul ediyorum ve bu beni bilinçsiz bir şekilde içeriden ateşliyor. 

Müzik okuyup, sonra müzik üzerine düşünen filozofları, John Cage gibi isimleri araştırınca da bunların bende neden böyle yankılandığını anladım ve kendi kendime “demek böyle düşünmek garip değil” diyerek cesaretlendim. 

Biraz performanslarına dönersek; doğaçlamanın kendi içinde sınırları ve çerçevesi var mı? Doğaçlamayı nasıl tarif edersin?

Hikâye anlatıcılığı bir ihtiyaç… Müzisyen, şef, DJ her kimse bize bir hikâye sunuyor muhtemelen. Ve birinin hikâye anlatıcısı olduğu bir şeylerin takipçisi olmak bence bütün doğaçlama dünyasında önemli. Doğaçlamanın da bir çerçevesi olması lazım elbette. Sonuçta anlatan kişinin aklında bir şey var ve bir tür resim yapıyor. Ama birisi sana gelip, “…güneş doğdu, tatlı bir yolda yürüyordun, kafanın içinde bir müzik çalıyordu, derken bir tümsek çıktı karşına, ayağın takıldı, düştün ve yağmur başladı…”yı önündeki enstrümanda dene dediğinde, işte bu bir doğaçlama konusudur. 

Çok uzun yıllardır çeşitli analog yöntemlerle, uzun süreçlere ve geniş alanlara yayılan bir kayıt pratiğin var ve bu senin üretiminin çok önemli bir parçası. Nerelerde, nasıl kayıtlar alıyorsun? Ve sonuçta bunlar neye dönüşüyor? 

Benim bir kulağım duymuyor. Bu 15 yıl önce halihazırda müzisyenken oldu ve artık buna alıştım. Kulaklık takıp kayıt cihazıyla gezmek ve onun sesini köklemek benim için işitme cihazı kullanma işlevi görebiliyor. Bir yandan da gözümü kapatıp bir ortam sesini dinleyip “onu kaydettiğim yeri bu sefer kulaklarımla görebiliyor muyum?”diye bakmak çok eğlenceli. 

Neredeyse her şeyi kaydediyorum… Her yerde bir ses var… Kaydettiğim sesler, sokakta çalan bir enstrüman, şarkı söyleyen bir kadının güzel sesi gibi şeylerden ziyade, hatırlamaya çalışmak için, halihazırda yaptığım kayıtları geri dinlerken duyduğum ilginç şeyler… Apartman kapısının mekanik sesi, boş odaların sesi gibi… Apartmanda, otopark kapısını açarken “gıcırtı ne güzeldi, durup yeniden kaydedeyim, menteşenin oraya mikrofonu koyup daha yavaş açayım…” diye tekrar tekrar kayıt aldığım oluyor. Bu tatlı bir oyun benim için. Ve onların belli saniyelerini kesip, bunun üzerine ne çalınabilir diye bakıyorum sonrasında. Bir taraftan da çok seyahat ediyorum ve ilginç birçok akustik ortama giriyorum. Aslında müzikâl bir hadise olmasına bile gerek olmuyor. 

Anı biriktirip onları kullanan bir müzisyenim. Gündelik hayatta biriyle sohbet halindeyken arkadan gelen ve kaydettiğim bir korna sesini piyanonun ortasındaki -do’ya oturtarak bir şey ortaya çıkarıyorum. Ve benim ürettiğim anıların dünyasından gelen o ses çok kıymetli. O nedenle albümlerimde, konserlerimde çıkan sesler kusursuz “synth” sesleri değil de, biraz daha “paslı” seslerden bulup devşirdiğim şeyler… Çünkü o anıyla çalışmayı seviyorum sanırım. 

Berke Can Özcan, Show of Hands Müzik Festivali (2025), Fotoğraf: Armaghan Boustan.

“Yolculuk” kelimesi senin işlerini çok güzel anlatıyor diye düşünüyorum… Bu açıdan hiç unutamadığın, senin için çok özel kayıt yolculukların var mı? 

Tayland’da yaptığım kayıtların etkisinden çıkamıyorum. O kayıtları başkalaştırıp çok da kullandım. Adım başında içeride tütsü yanan bir tapınağa giriyorsun ve etrafta hep oraya özel, kendine has ritimleriyle dönen bir insan sesi var. Teknoloji sayesinde insan sesi olarak duyduğun şeyi bambaşka bir hale büründürebiliyorsun da artık… 

Twin Rocks albümünü yaptığım zaman çok fazla kuş sesi topladım. İnternetteki veri haritalarında da yağmur ormanı, kent arşivi gibi kaynaklardan çok ses çekip aldım. Bu iki seyahatteki kayıtlar en fazla kullandıklarım sanırım. 

Twin Rocks aslında bir tür “yolculuk içinde yolculuk”tu. Yaşayacak bir yer bulmaya çalıştığım bir zamandı ve pandeminin ortasında İstanbul’dan uzaklaşıp, Likya’nın etrafında bir yerde iki sene geçirdikten sonra yaptım kayıtları. İlginçtir ki, yaşayacak yer bulma gayesi, meğer bitmeyen bir yolculukmuş. Twin Rocks‘ı yaparken Likya’nın etrafında her gün yaklaşık 50 kilometre kadar bisiklet yolculuklarına çıkıyordum. Ve niyetim o yolculuklarda internetten bulduğum bir şeyleri dinlemek yerine kulaklıkla dinleyebileceğim bir müzik yapmaktı. O nedenle bir yandan etraftaki kuşları, böcekleri, rüzgârı duyabileceğim, alttan da bana müzik olacak bir şeyleri dinleme oyunu ile başladı kayıtlar. O albüm böyle bir oyunla ortaya çıktı ve benim için çok özel. “Yolculuk içinde yolculuk” demem bu yüzden. Sonrasında işler gelişti elbette ama başlangıcı böyle bir boş sayfaydı. 

Performansın çeşitli dallarıyla kolektif üretimlere yakın bir yerde duruyorsun sanıyorum. Çıplak Ayaklar Kumpanyası (ÇAK) ile gerçekleştirdiğiniz Taşıdıklarımız tam olarak böyle bir iş. Bu ortak üretimler, beslenme ve karşılaşmalar senin kendi yaratıcı süreçlerinde nasıl bir yerde duruyor?

Benim için insanlar önemli. Yola dansçılarla bir şeyler yapmalıyım diye düşünerek çıkmadım. Mihran (Tomasyan) sevdiğim, işini ve aklını çok beğendiğim biriyken, arkadaşlığımız beni bu sürecin içine çekti ve kendimizi birlikte üretmeye başlamışken bulduk. ÇAK, etrafındaki insanlar, özellikle Mihran ve Leyla (Postalcıoğlu) ve birlikte Taşıdıklarımız performansı çok büyük bir şanstı ve bana çok şey kattı. Her şeyden önce dansın müziğimi tamamlaması benim için çok şaşırtıcıydı. Kendime kendime “bir şeyin altına mı müzik mi yapıyorum” diye düşünürken, üzerinde dansı görebilmek çok güzel oldu. İkinci olarak özellikle Mihran ve Leyla’nın yaratım sürecindeki çalışma şekillerini analiz etmek, objelerle ilişkilerini görmek çok öğretici oldu benim için. Seslerin dünyasında çalışırken insan bazen kendini zorlamak yerine “tamam bu aletten bu ses çıkıyor” diyerek durma eğiliminde oluyor, ancak onlarla çalışırken daha ne kadar zorlayabileceğimizi gördüm. Çok geri beslemeli ve sonuna kadar denediğimiz, ilk provadan sahnelendiği güne kadar belki bir sene kadar üzerine çalıştığımız bir üretim süreciydi. Bir taraftan da eşya toplama alışkanlığımdan dolayı elimde olan, rüzgârda sallanan anahtarlar, iplere dizdiğim binlerce gazoz kapağı gibi bir sürü objeyi nerede kullanacağımı düşünürken, bu iş onlara da alan açmış oldu. 

Kayıt süreçlerin analog görünüyor ama dijital dünyayla ilişkini de merak ediyorum. Dijital dünyanın ve son yıllarda hızla gelişen teknolojilerin en belirgin hissedildiği alanlardan biri müzik üretimi sanıyorum. Sen dijitalden ve teknolojiden faydalanıyor musun? 

Hiç öyle duyulmasa da aslında sonuna kadar kullanıyorum. Seçtiğin sesler tozlu, gündelik hayattan, sokaktan gelen sesler olduğunda kullandığın teknoloji çok anlaşılmıyor olabilir. Sürekli kayıt cihazlarıyla gezen biriyim evet ama bu cihazlar yanımda olmadığında dahi, neredeyse sürekli insanın yanında olan telefon şu anki teknolojisiyle müthiş bir mikrofon aynı zamanda. Ben de bu amaçla çok kullanıyorum. Gezerken, “şu sokağa gidip bu sesi kaydetmem lazım” diyerek dönüp telefonla aldığım kayıtlar oluyor. Bu açıdan elinde bir mikrofonla gezmek ve tüm sesleri o anda kaydedebilmek çok çılgın bir fırsat… Ayrıca müzik yapmak için çokça kullandığım yazılımın da telefon versiyonu var ve çok büyük oranda parçaları yapmaya telefonda başlıyorum. Sonrasında onu bilgisayara atıp daha büyük aranjmana geçiyorum. 

Masanda heyecan verici neler var şu anda seni bekleyen?

En başta solo albümüm var. Arter’de gerçekleştireceğim konserle ilk adımını atacağım albüm bu. Bugüne kadar albümleri hep üst üste sesler kaydetme metoduyla yapıp, daha çok ekranda bitirip sonra onları yeniden sahneye nasıl taşıyacağıma çalıştığım bir süreç vardı. Bu süreçte  kaydettiğim parça ile, sahnede çaldığım arasındaki farkı kabul etmeyi öğrendim. Şimdiyse bir dizi konser yapıp, o konserlerde canlı olarak nasıl çalıyorsam, onları bölge bölge albümleştireceğim bir yola çıktım. Konserlere de böyle hazırlanıyorum. Bu beni çok heyecanlandırıyor. Masamdaki en büyük iş 2026’nın muhtemelen sonuna doğru bunu kaydetmeye hazır olacağım bir hâle getirmek kendimi. Belki de bir adaya gidip orada kaydedeceğim… Başka projeler de var ama şu anda en büyük heyecanım bu…

Previous Story

Güven Zeyrek’in Ardından: Tenduvar

0 0,00