İlkokulu yeni bitirmiş olmalıydım, yetmişlerin sonlarıydı. Siyah önlüklerimiz, beslenme çantalarımız vardı, Milliyet Çocuk, Teksas-Tommiks ve eczanelerde satılan Matchbox arabalardan sonra en büyük eğlencemiz tek kanallı siyah beyaz televizyonumuzdu. Ders aralarında Uzay 1999’culuk oynadığımızda hep Alan olurdum. Kumral arkadaşım Nalan Maya, sarışın Tijen ise, evet bunu siz de tahmin ettiniz, Helena’ydı – Hafızanın nasıl bir muamma olduğunu bu isimlerin hâlâ orada duruyor olmasından anlıyoruz. – İşte yetmişlerin sona erip seksenlere girdiğimiz, yakalarla paçaların yavaş yavaş küçülmeye başladığı o yıllarda kardeşimle birlikte anneanneyle dedenin evinde Aga marka televizyonumuzun karşısına dizilip seyrettiğimiz bir diziden bahsetmek istiyorum size, uzun zaman sonra tekrar buluştuğumuz bu sayımızda.
O yıllardan hafızamda silinmez bir iz bırakan bu dizi Rainer Werner Fassbinder’in Berlin Alexanderplatz’ıydı. İkinci Dünya Savaşı sonrası yıkılmış bir Almanya’da hapiste yeni çıkan Franz Biberkopf’un hikayesini anlatan diziyi Fassbinder Alfred Döblin’in 1929 tarihli romanından adapte etmişti – bunları elbette çok sonraları merak edip araştırdığımda öğrenecektim. – On beş saati aşan bu uzun hikayeyi biz on üç bölüm ve tabii siyah-beyaz olarak izledik. Berlin Alexanderplatz’ı hiç unutmadım, yıllarca bir yerden bulup izlemek için aradım. Yıllar sonra yeniden seyrettiğimdeyse tahmin ettiğimden de çok beğendim.
Berlin Alexanderplatz bugünün yüksek tempolu dizilerinin aksine yavaş akan, sinema tarihinin en anti anti-kahramanının peşinde toplumun en dibinde hayata tutunmaya çalışan kaybedenleri anlatan son derece gerçekçi bir öyküydü. Fassbinder Berlin’in savaş sonrası yıkıntısı içinde hapisten yeni çıkmış, yeniden ‘iyi olmaya’ çalışan bir adamın gitgide zorlaşan hayatını anlatmıştı. Bugün Berlin Alexanderplatz’da beni bu kadar etkileyen şeyin ne olduğunu tam olarak çözemiyorum. Sanırım çocukluktan çıkıp ergenliğe adım attığım o yıllarda ekranda böyle bir gerçeklik yaratılmış olması, bunun yapılış şekli, o zamanlarda bile ekranı ve sinema perdesini dolduran filmlerin hepsinden bu kadar farklı oluşu beni kalbimden vurmuştu. Hikaye böyle anlatılmalıydı. İyi sinema diye bir şey vardı, ve o şey işte buna benzer bir şeydi.
Aradan geçen yıllarda bulabildiğim Fassbinder filmlerini seyrettim, çok etkilenmekle pek de bayılmamak arasında gidip geldiğim bu filmlerin sayısı iki elin parmaklarını geçmedi. Sözkonusu Fassbinder olunca bu sayı pek bir şey ifade etmiyordu. 37 yaşında hayata gözlerini yuman bu büyük usta kırktan fazla film çekmişti. Ve sonra bir gün karşıma Welt Am Draht çıktı. Welt Am Draht İngilizcede ‘World on a Wire’ adıyla yayınlanmıştı, Türkçe’de ise Yalan Dünya olarak biliniyor. Fassbinder Welt Am Draht’ı iki bölümlü bir televizyon dizisi olarak çekmişti. Dizi Daniel F. Galouye’nin – bu ismi ilk kez duyuyordum – 1964 tarihli Simulacron-3 adlı romanından uyarlanmıştı, ve seyrederken hayretler içinde farkına varacaktım ki, bir bilimkurgu şaheseriydi.
Şimdi, bu noktada siz okurlarımı uyarmak zorundayım: Yazının kalan kısmı Welt Am Draht ve benim ilk romanım Hodbinler hakkında ağır ‘spoiler’lar içeriyor.
Welt Am Draht bir şirketin, belli ki önemli bir şirketin, yönetim katında açılıyor. Sanayi bakanı – ülkenin Almanya olduğunu varsayıyoruz ama kesin bir bilgimiz yok – yönetim kurulu başkanına çok vakit kaybettiklerini, artık simülasyon sonuçlarını görmek istediklerini söylüyor. Şirketin baş “bilim adamı” ise toplantıda garip davranışlar sergiliyor. Toplantıdan hemen sonraysa korumasına “çocukken bir oyun oynardık hatırlıyor musun” diye soruyor, “senin bilmediğin bir şey biliyorum. İşte ben, senin bilmediğin bir şey biliyorum.”
Film şüpheli ölümler, ortadan yokolmalar, cinayet suçlamaları ve tabii sarışın “güzeller” ile devam ediyor. Yalnız baştan uyarayım, 1984 Alman sinemasının güzellik anlayışı bugününkinden oldukça farklı.
Ve ilk bölümün finalinde birden kendimizi Matrix’te nefesimizi kesen o müthiş fikrin içinde buluyoruz: bu dünya gerçek değil. Bu dünya biz öyle algıladığımız için bize gerçek geliyor. Dahası, bizler de gerçek değiliz, bizler kendimizi dev bir bilgisayarda alternatif bir dünya tasarlayacak kadar zeki varlıklar zannediyorken aslında başka zeki varlıklar tarafından bir bilgisayarın içine kodlanmış algoritmalarız. Son sahnede 1970’ler Yeşilçam’ından alınmışa benzeyen bir yumruklaşma sahnesi sonrası yere düşen ‘algoritma’ kahramanımıza kahkahalar atarak ‘sen de bir algoritmasın’ diye bağıracaktı.
Daniel F. Galouye Simulacron-3’ü 1964’te bilgisayar daha çok hayali bir kavramken yazmıştı. Fassbinder Welt Am Draht’ı 1983’te, ben taze bir lise-1 talebesiyken çekmişti. Sonra ben 2018’de bir roman yazdım, Hodbinler. İşte Welt Am Draht’ın benim için çok özel bir yerde durmasının hikayesi burada başlıyor.
Tekrar uyarı, burada ciddi bir Hodbinler spoiler’ı var.
Hodbinler bir hiciv. Bir asır önce yaşamış ve yazmış üstad romancıyı bulmak için kendisi de bir roman yazan genç bir romancının hikayesi. Liseden bir arkadaşı ona ‘üstadı araştırmalarda, ansiklopedi sayfalarında bulamazsın, onu bulmak istiyorsan sen de bir roman yazmalısın’ tavsiyesinde bulunur. Kahramanımız üstadın hikayesinin modern bir versiyonunu yazmaya başladığında üstad bir anda ortaya çıkar, onun meşhur eseriyle genç romancımızın romanı biribirine karışır, ve tabii işler de karışır. İşler o kadar karışır ki üstad çaresizlik içindeki kahramanımıza “istersen kendi romanının içine girip işleri düzeltebilirsin” der ve onu tebdil-i kıyafet kendi romanının içine gönderir. Tahmin edersiniz ki buralarda ciddi bir ‘hayat mı gerçektir edebiyat mı?’ hicvi var. Heyecanlı bir kovalamaca sonrası üstad genç öğrencisinin aklını başına getirmek için şöyle der:
“…İşte bütün bu gerçek gibi olma meselesi aslında insan denen mahlukun kendisine sunulan tatlı bir hayalle dahi avunamayacak kadar bön olmasındandır. Yani asıl gerçek romandır, yok değildir, bu dünya gerçek midir, bu dünya mı bir romandır yoksa roman mı bu dünyanın yani gerçeğin kendisidir bunları çok düşünmemek icabeder…”
Pek çok macera yaşayan kahramanımız final sahnesinde birden anlaşılmaz bir durumla karşılaşır. Çaresiz ne yapacağını düşünürken karşısına o lise arkadaşı çıkar, ve kendisinden yardım isteyen kahramanımıza gülerek şöyle der:
“Ah sevgili dostum, bunu böyle söylemek istemezdim ama, sen de bir roman kahramanısın.”
Welt Am Draht’ın tonu ne kadar ciddiyse Hodbinler de bir o kadar hiciv dolu. Bunu kendi haneme yazılmış bir artı olarak kabul ediyorum. Ama filmi, özellikle de final sahnesini seyrettiğimde yaşadığım şaşkınlığı tahmin edeceğinizi düşünüyorum.
Ama Hodbinler’in Welt Am Draht ile olan bağ? burada bitmiyor.
Berlin Alexanderplatz’ı dedemin evinde, kardeşim, dedem ve anneannemle birlikte seyrettik. Hodbinler’in efsane hikaye anlatıcısı Efgan kardeşimle bana bütün çocukluğumuz boyunca nice hikayeler anlatmış olan dede’den başkası değildi elbette. Hodbinler’i anneanne ve dedeye ithaf ettim. Ve bir gün, yıllar önce birlikte keşfetmiş olduğumuz Fassbinder’in başka bir filminin finalinde onlara ithaf etmiş olduğum Hodbinler’in finalini gördüm. Büyük üstad Efgan’ın dediği gibi: “…bu dünya mı bir romandır yoksa roman mı bu dünyanın yani gerçeğin kendisidir bunları çok düşünmemek icabeder…”