Topluluk kelimesini sözlük anlamı “nitelikleri yönünden bir bütün oluşturan bireylerin, kimselerin tümü, herhangi bir toplumsal küme” olarak karşımıza çıkıyor. Son yıllarda pek çok alanda olduğu gibi mimarlık alanında da ‘topluluklar’ için ‘topluluklar’la birlikte çalışma, bir arada üretme gibi konular önemli bir odak noktası haline geldi. Tıpkı sürdürülebilirlik kelimesinin tüm ağırlıklarıyla birlikte hayatımıza, üretim pratiklerine ve iş yapış şekillerine bir zamanlar girmesi gibi, “topluluklar”ın mimari ve kentsel bağlamda gündeme oturması da hızla olmuş gibi görünse de, bu konuya odaklanan kapsayıcı ve çok katmanlı çalışmaların ve girişimlerin her biri gelecek için anlamlı adımlar olarak nitelendirilebilir.
Küreselleşmenin ve kapitalizmin yarattığı ekonomik, sosyal, kültürel deformasyonlarla yüzleştiğimiz bir dönemde, artık kolektif çalışmanın, birlikte üretmenin zamanı olduğu ortak bir kabul. Topluluklar tam olarak bu nedenle önemli. Ortaklıkların ve toplulukların üretimin nesnesi değil öznesi olduğu pratikler artık daha yaygın bir etki alanı yaratma potansiyeline sahip. Bu eksen değişikliğinin etkileri, mimarlık üretiminde, çeşitli projelerde, yapı tasarımında, kentsel planlama ve kamusal alan projelerinde görülmenin yanı sıra, amacı yeni tartışma alanları açmak, ortak zemini genişletmek olan çeşitli platformlarda da kendini gösteriyor.
Venedik’te Geleceğin Laboratuvarı
Venedik Bienali 18. Uluslararası Mimarlık Sergisi 20 Mayıs-26 Kasım 2023 tarihlerinde gerçekleşecek. Bienalin küratörü geçtiğimiz aylarda Lesley Lokko olarak açıklandı. Lokko, Venedik Bienali Yönetim Kurulu tarafından 14 Aralık 2021’de Mimarlık Departmanı’nın sanatsal direktörü seçilmişti. Lokko’nun yaklaşık 30 yıldır mimarlık ve edebiyat alanlarında yürüttüğü çalışmaların ortak noktası temelde ırk, kültür ve mekan ilişkisine dayanıyor. Irksal ve kültürel kimlikler üzerine uzun yıllardır çalışan mimar, akademisyen ve yazar, Afrika kıtasını dünya için pek çok yeni öneri sunabilecek potansiyele sahip, geleceğin laboratuvarı olarak tanımlayan African Futures Institute’un kurucusu. Bienal başkanı Roberto Cicutto’nun vurgu yaptığı üzere, Lokko’nun mimarlık sergisinin yeni edisyonu için küratör olarak atanması, ‘mimarlık ve kent üzerine süren tartışmalarda kendi konumunu ve kültürel kimliğini çeşitli yollar aracılığıyla yorumlayabilen uluslararası bir ismin bakış açısını paylaşma imkanı sunuyor’.
Lokko’nun uzun yıllardır alanın en önemli tartışma platformlarından biri olmayı sürdüren Venedik Mimarlık Bienali’nin küratörlüğünü yapacak olmasını küresel ölçekte mimarlık camiasının kolektif üretim ve topluluk çalışmalarına yönelmesi bağlamında önemli bir vurgu olarak değerlendirmek mümkün. Bu açıdan bakıldığında bienalin başlığı da destekler nitelikte. The Laboratory of the Future / Geleceğin Laboratuvarı başlığı odağı pek çok bağlamda Afrika’ya çeviriyor. Afrika, ekonomik, kültürel, politik ve sosyal açıdan çeşitli toplulukların bir arada olduğu bir coğrafya. Dolayısıyla mimarlık ve kent çalışmalarının topluluklarla olan ilişkisi açısından önemli açılımlara ayna tutabilir. Lesley Lokko, açıklamasında şunları söylüyor: “Yeni teknolojiler, sürekli ortaya çıkıp kaybolurlarken, dünyanın anlamak şöyle dursun büyük olasılıkla ziyaret bile etmeyeceğimiz köşelerine filtresiz bakışlar sunuyor.”
Tabii yakın ile uzağı aynı anda görmek, Du Bois ve Fanon’un meşhur ifadesiyle ‘ikili bilincin’, yani madunlaştırılmış ve kolonize edilmiş her grubun iç çatışmasının bir biçimi.
Bu gruplar da yalnızca “orada”, yani gelişmekte olan, üçüncü dünya veya Arap önadlarıyla nitelendirilen ülkelerde değil; “burada”, yani Küresel Kuzey’in metropolleri ve manzaralarında da çoğunluğu oluşturuyor. Avrupa’da azınlıklardan ve çeşitlilikten bahsediyoruz, oysa Batı’nın azınlıkları dünyada çoğunluk. Bu gezegende eşitlik, ırk, umut ve korkunun birleştiği, bütünleştiği tek bir yer var, o da Afrika. Antropolojik açıdan bakarsak, hepimiz Afrikalıyız. Afrika’nın başına gelenler de hepimizin başına geliyor.
Öncelikle Afrika zaten geleceğin laboratuvarı. Dünyanın en genç kıtası; yaş ortalaması Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nin yarısı; Asya’dan ise 10 yıl daha genç. Yıllık yüzde 4’ü bulan bir oranla dünyanın en hızlı kentleşen kıtası. Bu ani ve büyük ölçüde planlanmamış büyüme genellikle yerel çevreler ve ekosistemler pahasına gerçekleşiyor; bu da hem bölgeyi hem de tüm gezegeni iklim krizinin sonuçlarıyla karşı karşıya bırakıyor. Yalnızca yüzde 15’lik bir oranla halen en az aşılanmış kıta olsa da ölüm ve enfeksiyon sayılarının kayda değer bir oranda düşük olmasını bilim dünyası bugün bile tam olarak açıklamakta zorlanıyor. Çoğunlukta umudu kaybetmiş, tarihten yana şansı pek yaver gitmemişken direnci, kendi kendine yetmesi, bir de köklü bir tarihe sahip, toplulukların taban örgütlenmesine dayalı sağlık hizmetleri sayesinde durumu birden lehine çevirmeyi başardı. Bugün tüm dünyada ardı arkası kesilmeyen insan hakları ve sivil toplum mücadeleleri, Transatlantik Köle Ticareti’nin mecbur bıraktığı göçün uzun ve travmatik tarihiyle aynı zemine oturuyor. Sürekli karbonsuzlaştırmaktan bahsederken, Avrupa’nın modern dünyayı şekillendiren emperyalist yayılmacılığı için ihtiyaç duyduğu ilk yakıtın siyah bedenlerin emeği olduğunu unutmak kolay. Irk eşitliği ve iklim adaleti aslında aynı madalyonun iki yüzü.
Yine de umut güçlü bir değer. Umutlu olmak demek, insan olmak demek. Şahsen bugün bu masada bulunmamı, benden önceki nesillerin daha adil, kapsayıcı ve eşitlikçi bir dünya talebini yorulmaksızın yinelemesine borçluyum. Modern, çeşitliliğe önem veren, kapsayıcı bir toplum hem cezbedici hem de ikna edici; ancak imge olarak kaldığı müddetçe bir seraptan ibaret. Bize temsilden fazlası lazım; bunu da imgeleri gerçeğe dönüştürmekte tarih boyunca önemli roller üstlenen mimarlar sunabilir.
İkinci olarak, mimarlığın bu dünyadaki –ve bundan sonra gelecek dünyadaki– geçerliliğine dair düşüncelerin ortaya konduğu bir mekân ve zaman sağlayan Venedik Bienali de geleceğin bir laboratuvarı gibi. Günümüzde ‘laboratuvar’ sözcüğü bilimsel araştırmayla özdeşleşmiş durumda; genellikle de çok belirgin bir oda veya bina görüntüsünü akla getiriyor. Oysa Richard Sennett’in laboratuvar sözcüğünün türetildiği ‘atölye’ üzerine yaptığı inceleme, ortaklaşa çaba kavramının farklı bir açıdan derinine iniyor. Atölyeler Antik Dünya’da (hem Çin’de hem de Yunanistan’da) medeni hayatı ayakta tutan kurumların başında geliyordu. Amerikan İç Savaşı’nın ardından, eski bir köle olan Booker T. Washington, özgürlüğüne kavuşanların evlerinden ayrılıp iki kurumda (Hampton Enstitüsü ve Tuskegee Enstitüsü) eğitim aldıktan sonra topluluklarına dönmelerine dayalı bir proje geliştirmişti. Bu geçici süreç boyunca eşitler arasındaki ilişkilerin kurulduğu deneyimler ve gündelik temaslar aracılığıyla işbirliklerinin oluşturulması önemliydi. Biz de sergimizi bir tür atölye; yaratıcı disiplinlerin geniş yelpazesinden gelen mimar ve uygulamacıların güncel üretimlerinden örnekler çıkararak izleyicilere (hem diğer katılımcılara hem de ziyaretçilere) geleceğe dair kendi hayallerini kurabilecekleri yollar ördükleri bir laboratuvar olarak düşünüyoruz.” (Kaynak: İstanbul Kültür Sanat Vakfı)
Venedik Mimarlık Bienali’nde koordinasyonunu İstanbul kültür Sanat Vakfı’nın üstlendiği Türkiye Pavyonu sergisinde yer alacak proje için yapılan açık çağrı ise 20 Ekim tarihinde sona erdi. Proje Aslı Çiçek, Neyran Turan, Prof. Dr. Ayşen Savaş, Han Tümertekin ve Ertuğ Uçar’dan oluşan seçici kurul tarafından ve iki aşamalı açık çağrı yöntemiyle belirlenecek.
Chicago Mimarlık Bienali’nde ‘Sivil katılım’ Vurgusu
2023’ün eylül ayında beşincisi gerçekleşecek Chicago Mimarlık Bienali’nin sanatsal direktörlüğünün Chicago merkezli kolektif Floating Museum tarafından yürütüleceği geçtiğimiz aylarda açıklandı. Jeremiah Hulsebos-Spofford, Faheem Majeed, Andrew Schachman, ve Avery R.Young tarafından yürütülen Floating Museum, tasarımcıların, sanatçıların, şairlerin ve eğitimcilerin bir arada olduğu bir kolektif ve odağında mimarlık, sanat, topluluklar ve kamu kurumları arasında bağlantılar inşa etmek var. Beslendikleri ve süreçlerini şekillendiren temel unsurlar ise disiplinler arasındaki kesişmeler ve sivil katılım. Floating Museum tarafından 5. Chicago Mimarlık Bienali için belirlenen başlık ise This is a Rehearsal. Bu başlık altında amaçlanan, ‘bugünün çevresel, politik ve ekonomik meselelerinin ulusal sınırlar arasında nasıl paylaşıldığına, diğer yandan da sanat, mimari ve sivil katılım yoluyla dünya çapında nasıl farklı şekillerde ele alındığını keşfetmek’ olarak açıklandı.
Floating Museum ekibinin Ekim 2021’de gerçekleştirdiği Sustainable Societies for the Future: The Chicago Edit projesi de mimarlığı içine alan pek çok küresel meselede toplumun dâhiliyeti, sosyal katılım ve kolektif üretim başlıklarına odaklanan çok temel sorular ortaya atıyordu. Kurumlar ve sergileme mekanlarıyla ilişkimizi de çeşitli bağlamlarda sorgulamak ve hareketlilik, coğrafya ve haritalama ağları gibi konulara dikkat çekmek üzere mobil bir sergi formatında gerçekleşen projede gündeme getirilen sorular arasında şunlar yer alıyordu: “İklim, sosyal eşitsizlik ve dünyanın artan nüfusu ile ilgili olarak bugün yüzleştiğimiz tüm zorluklar karşısında toplumu nasıl daha nasıl daha kapsayıcı, güvenli, dayanıklı ve sürdürülebilir hale getiririz? Ve birlikte daha iyi bir gelecek için kolektifliği ve sosyal katılımı keşfetmekte olan sanat yoluyla nasıl değişim yaratırız?”
Bir Topluluk Mekanı Olarak ‘Bilgi Bahçesi’
Mimarinin topluluklar için ve topluluklarla birlikte bir yaklaşım ve fiziksel bir alan sunduğu örneklerden biri de 2022 yılında gerçekleşen Venedik Bienali 59. Uluslararası Sanat Sergisi kapsamında yer alan Özbekistan pavyonuydu. 2013 yılında kurulan ve tasarım, teknoloji, politika ve kamunun kesişim alanlarında çalışan mimarlık ve araştırma stüdyosu Space Caviar tarafından tasarlanan pavyondaki Dixit Algorizmi – The Garden of Knowledge projesi, bir ‘topluluk’ alanı olarak sunuldu. Kökler, tarih ve mitler üzerine, modern teknolojilerle çevrili bir yeni okuma ve keşif sunmayı hedefleyen pavyonun, yeni bir fikir üretim ve paylaşım alanı olması hedefleniyordu. Böylece referans verdiği bahçe geleneği, araştırma, yansıtma, paylaşma ve deney alanı ve bir araya gelme, değiş tokuş yeri olarak yeniden şekillendi. Bu yaklaşımla tasarlanan kamusal program ise pavyonu bilgi alışveriş alanı olarak etkinleştirmekle birlikte, alanı, gelecekteki kolektif üretim ihtimallerine açık bir şekilde tasarımcılardan, müzisyen, sanatçı, şair ve sanatçılardan oluşan çeşitli toplulukların bir aradalıklarının ve kolektif üretimlerinin şekillendiği bir ağ haline getirdi.
Oslo Mimarlık Trienali’nde toplulukların temsili olarak “Mahalle”
Bu yıl 22 Eylül-20 Ekim tarihleri arasında gerçekleşen Oslo Mimarlık Trienali topluluk meselesini mahalle ölçeğinde ve komşuluk üzerinden ele aldı. Çalışma başlığı Mission Neighbourhood – (Re)forming communities olarak açıklanan, daha sonra Oslo Neighbourhood Lab olarak kesinleşen tema doğrultusunda amaç, çok temel sosyal ve çevresel zorluklarla iç içeyken, merceği kentler üzerine yeniden düşünmek için ufuk açıcı bir alan olan ‘mahalle’ye çevirmek olarak sunuldu. Gündelik olanı mekanları başkalarıyla paylaştığımız alanların toplamını temsil eden mahalle, bu açıdan toplu, toplumsal faaliyetlerin gerçekleştiği yer aynı zamanda. Bu bağlamda toplum yapısını belli bir ölçekte temsil de ediyor. Dolayısıyla mahalle üzerine düşünmek, topluluk temsili olarak anlamlı bir çerçeve sunuyor.
Bienal kapsamındaki kapsamlı sergilerden biri Mission Neighbourhood: (Re)forming Communities idi. “Çeşitliliği daha fazla kucaklayan, daha cömert ve daha sürdürülebilir mahalleleri nasıl oluşturabiliriz?” sorusu ve topluluklar etrafında şekillenen sergide Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden projeler yer aldı. Bu projelerde ele alınan altı perspektif, Understanding Places-Mekanları Anlamak, Social Infrastructure-Sosyal Altyapı, On Streets-Sokaklarda, Naturehood, Reforming Systems-Yeniden Şekillendirme Sistemleri ve Artistic Practices-Sanatsal Uygulamalar başlıkları altında toplanıyordu. Elbette bu perspektiflerde ele alınan pek çok konunun temeli ise ‘topluluk etkileşimi için yeni alanların nasıl geliştirilebileceğini keşfetme çabası’ olarak paylaşıldı.
Eş zamanlı olarak The National Museum’da gerçekleşen trienal özel servisi de katılımcıları ‘topluluk ve dışlama’ konuları üzerine düşünmeye davet ediyordu. Konuyu belirgin olarak ‘queer’ kimlik üzerinden ele alan serginin ortaya attığı şu sorular ise bireysel, toplumsal ve küresel ölçekte çarpıcı bir yüzleşmeye kapı aralar nitelikteydi: Queer çevre açısından ortak topluluk duygusu ne tür bir öneme sahip? Bir alanı güvenli hissettiren nedir? Mimari insanları birbirine yaklaştırmaya yardımcı olabilir mi? Ortaya konulan sorulardan biri olan ‘Topluluk kavramı mimariyi ve tasarımı ne yönde şekillendirdi?’ sorusu bağlamında ise sergide son 70 yılın mimari ve kentsel planlama yaklaşımları inceleniyordu. Burada temel mesele ‘marjinal’ grupların kentsel planlamayı nasıl deneyimlediği, kimlerin dahil edilip kimlerin dışarıda bırakıldığı olarak ele alınmıştı. Ayrıca sergide mimar, aktivist Phyllis Birkby’nin arşivinden seçilmiş video, çizim ve çeşitli malzemeler üzerinden sunulan kentsel planlamaya dair feminist yaklaşımlarla birlikte, ‘70’lerin, ‘80’lerin yaygın eleştirisi olan ‘kentlerin erkekler ve arabalar için olduğu’ söylemi de yeniden gündeme getirildi.
Sesini Duyuran Mimarlık
Geçtiğimiz günlerde Salt Galata’da açılan ve 6 Kasım tarihine kadar devam eden Commons & Communities Global Mimarlık sergisi, Brezilya, Çin, Danimarka, Türkiye ve Baltık ülkelerinden (Estonya, Letonya, Litvanya) seçili projeleri bir araya getiriyor ve bir yandan ‘ortak yaşam kültürü’ne odaklanıyor. Danimarka Kültür Enstitüsü Türkiye tarafından yürütülen ve küratörlüğü In-Between Design Platform tarafından gerçekleştirilen, Commons & Communities / Müşterekler ve Topluluklar platformunun İstanbul sergisinde ortaya konulan temel söylem, ‘toplum için tasarlamak’ anlayışının ‘birlikte tasarlamaya’ doğru dönüşmesi. In-Between Design Platform’un kürasyonu ise mimarlık ve şehircilik alanındaki karar verme süreçlerine farklı sesleri dahil eden küresel eğilimlere odaklanıyor. Sergi metninde bu bağlamda şu sözlere yer veriliyor: “Bu bağlamda mimarlar, çeşitli toplulukların kendi yaşam alanlarını inşa etmelerine yardımcı olan ve disiplinlerarası diyalog ortamları yaratan kolaylaştırıcılar olarak öne çıkıyor. Sergide yer alan projeler, mimarlık pratiğinin değişen küresel dinamikler doğrultusunda toplumu kolektif bir şekilde dönüştürebilen etkili bir araç olarak işlevine dair açılımlar barındırıyor.”
Mimarlar Politikaya Müdahil Olmalı
Commons & Communities / Müşterekler ve Topluluklar sergisinin katılımcılarından, Aarhus School of Architecture (Danimarka) bünyesinde küratör ve sergiler başkanı olarak görev yapan Karen Kjærgaard toplulukların mimarlık üretimi bağlamındaki yeri ve önemiyle ilgili sorularımızı yanıtladı.
- Son dönemde pek çok alanda olduğu gibi mimarlıkta da topluluk çalışmalarının yoğunlaştığını gözlemliyoruz. Sizce bunun nedeni ne olabilir? Bugünün dünyasında topluluğun tanımını nasıl yaparsınız?
Topluluk ya da topluluklar Danimarka’da ve dünyanın başka yerlerinde bir paradigma kaymasıyla karşı karşıyalar. İnsanlar politikacıların ihmali ve girişimcilerin açgözlülüğüne dair inançlarını kaybetmekle karışık bir duyguyla, belli bir seviyeye kadar protesto etmeye ve kontrolü kendi ellerine almaya başladılar. Kamusal alandan, evsizler için barınak konusuna, zehir saçan oyun alanlarından büyük konut projelerinin inşasına veya yıkımına kadar kentsel planlama ile ilgili pek çok konuda seslerini duyurmak için gruplar halinde bir araya geliyorlar. Bu grupların mimari bir dili veya doğrudan adres ettikleri mimari bir mesele olmasa da, tüm bunlar mimariyi kapsıyor.
Danimarka’da fiziksel çevremizin zihinsel sağlığımıza olan etkisinin önemine dair oluşan bilinç üzerinden, kullanıcı katılımında ve protestolarda genel olarak bir artış da gözlemliyoruz. Ben bunu toplulukların mimarlık üzerinden, mimarlıkla birlikte veya mimarlığa karşı katılımının ve tepkisinin bir göstergesi olarak sağlıklı bir yaklaşıma işaret şeklinde görüyorum.
- Kolektif Üretim Üzerinden Şekillenen Mimarlık başlıklı oturumun konuşmacılarından biri olarak, kolektif üretim ve disiplinler arası veya ötesi yaklaşımların mimarlığı nasıl geliştireceği konusunda ne düşünüyorsunuz?
İnsanların bir şeyleri protesto etmesi ve seslerini duyurması politikacıları kentsel stratejiler konusunda yeniden düşünmeye zorluyor. Büyük kararlar öncesinde çeşitli disiplinlerden vatandaşların bir araya gelmesiyle, ‘yeşil’ ve küçük ölçekli, mahalle ölçeğindeki girişimlerin desteklenmesiyle çeşitli dinleme alanları yaratılıyor. Sonuç olarak bunlar -umuyorum ki- engelliler, mülteciler ve ‘öteki’ler dahil olmak üzere kentlerimizin ve mimarinin nihai ifadesini etkileyecek.
- Aarhus School of Architecture web sitesinde, okulun, mimarlığa sanatsal, bilimsel ve uygulama olmak üzere üç yaklaşım etrafında odaklanarak bir akademik eğitim sunduğu belirtiliyor. Okulda bu yaklaşımın nasıl hayata geçtiğini açıklayabilir misiniz?
Mimarlık sanatın aksine tektonik, malzeme ve ilgili bilim alanları hakkında bilgi veren, sanatla bağlantılı bir form. Bununla birlikte, mimarlığın bilime dayalı, uygulama üzerinden gelişen ve böylece bizi mühendislik okulundan farklı kılan sanatsal bir disiplin olduğunu vurgulamak da önemli. Mimarlığı, bu üç yaklaşımı birleştirerek, onları yansıtarak, diyalog ve ortak eleştiriler üzerinden geliştiriyoruz ve öğretiyoruz. Özgün atölye çalışmalarımızda öğrencilerimiz yeni malzemeler ve üretim yöntemleriyle bunun çok daha fazlasını deneyimliyor ve çeşitli deneyler yapabiliyorlar.
- Mimarların ve akademisyenlerin yeni tartışma alanları açmak, ortak, sosyal kamusal ve toplumsal zeminleri oluşturmak üzere aldığı pozisyonla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Biz mimarların politikaya daha fazla müdahil olmamız ve kararların alındığı yerde daha fazla seslerimizi duyurmamız gerekiyor.
- İçinde bulunduğumuz koşullarda, -optimist bir yerden bakarsak- mimarlığın kuvvetli bir etki yaratma potansiyeli olan en acil küresel mesele nedir sizce?
Mevcut yapı kitlelerini dönüştürerek ve -mimar ve kentsel tasarımcı Charlotte Malterre Barthes tarafından ortaya atıldığı gibi- mimari moratoryum önerisiyle, iklim üzerindeki kocaman ve negatif etkimiz azaltılabilir.