Emin Barın hat sanatının geleneksel bir anlayıştan çıkıp çağdaşlaşması açısından sanat tarihinde çok önemli bir figür. Bina içerisinde her hafta aksatmadan gerçekleşen, fikir ve sanat dünyasında insanların bir araya gelip tartıştıkları ve ürettikleri Perşembe toplantıları ile de bir zamanlar Çemberlitaş’ta önemli bir buluşma noktası olmuş. Barın ailesi de bu binanın geçmişte olduğu gibi bugün de bir buluşma noktası olmasını, sanat ve fikir üretimine bir katkı sunmasını çok arzu etmiş. Sergi fikri onları bu istekleri doğrultusunda ortaya çıkmış.
Küratörlüğünü Bengü Gün’ün yaptığı Atonal 9 adlı sergi farklı nesillerden 9 sanatçının solo sergisi tek bir çatı altında bir araya getiriyor.
Sergide yer alan sanatçıların bazılarının yolları akademik hayatta Emin Barın ile kesişmiş, kimisi için ise daha az tanıdıkları bir isim. “Bu ilk sergide amacımız farklı nesillerden ve üretim pratiklerinden gelen sanatçıları bir araya getirerek, binanın yapısına çok da müdahale etmeden, oradaki yaşanmışlığı da hissettirmek” diyen Gün içinde yaşadığımız günlerde sanatçıların yaşadıkları endişelerle başa çıkma pratiklerini gözlemleyebileceğimizi dile getiriyor.
Sergiye Cins, Eda Soylu, Emre Zeytinoğlu, Fulya Çetin, İrfan Önürmen, Merve Denizci, Metin Ünsal, Numan Okutan ve Rafet Arslan katılıyor. Sanatçılar sergide, 21. yüzyıl dünyasında ideal yaşam diye bize sunulan şeyin aslında ne olduğu sorusuna yanıt arıyorlar.
Kapılarını 19 Eylül tarihinde izleyiciye açacak ve 17 Kasım’a dek ziyaret edilebilecek sergide yer alan sanatçılardan Cins, Emre Zeytinoğlu, Fulya Çetin, İrfan Önürmen ve Eda Soylu ile hem Atonal projesini hem de sergiye dahil oldukları işlerini konuştuk.
“EVET, HALA KORKUYORUM!” : Eda Soylu
Kişisel serginizin ismi “korktum”. Çok yalın, çok sade bir isim bu. Bunun sebebi hakikaten Gezi dönemine ait hissiyatınızın büyük bir korku olmasında mı yatıyor? Çok mu korkmuştunuz? Hala korkuyor musunuz?
Gezi Parkı olaylarının yaşandığı 2013 yazı, hayatımın en zor yazlarından biriydi. RISD’den mezun olduğum sabah yakılmıştı çadırlar. Mezuniyetime saatlerce ağlayarak ve cüppemin arkasına #direngezi ve #istanbul yazarak gitmiştim. Ne saflık ama değil mi! Ve evet, ben o yaz çok korkmuştum. Bu korkumdan ötürü müthiş bir utanç ve hınç içindeydim. Kapsülleri kimse görmesin, üstünü ört, sakla. “Korktum” projesinin temeli işte tam da bu saklama eylemine dayanır. Bu saklama eylemi içinde aslında koruma içgüdüsü de yatar. Bu kapsüller insana ve insanlığa yapılan ayıbın birer kanıtıdır, belgesidir ve elbet bir gün özgürce sergilenebileceklerdir. Kapsüllerin her birinin üzerindeki ilk iki madde şu şekildedir: 1. Direkt olarak kişilerin üzerlerine atış yapmayınız, ciddi yaralanmalara ve ölümlere sebebiyet verebilir. (Direkt olarak kişilerin üzerlerine atış yapıldı, ciddi yaralanmalara ve ölümlere sebebiyet verildi.) 2. Sadece açık alan kullanımına uygundur, kapalı alanlarda yangın başlangıcına sebebiyet verebilir. (Kapalı alanda kullanıldı.) Bu bir inisiyatif meselesidir. En az 137 metre mesafeden atılması gereken gaz kapsülünü 2 metre mesafeden atmak bir inisiyatif meselesidir. Kalbinin kara olma meselesidir. Bu korku öyle hemen kaybolabilecek bir duygu değil. Bu topluma yerleşmiş, toplumu sindirmiş bir korkudur.
4 YIL BEKLEDİKTEN SONRA…
Bu sergilemeyi yapmak için geriye dönük yıllara bakıp bir muhasebe yapmanı istesem. O zamanlar şartlar neydi, şimdi bu sergilemeyi rahat yapacağını düşünüyor musun?
“Korktum” adlı projenin bütün işlerini 2014-2015 arası ürettim. Sergi metni dahil her şey o zaman hazırdı, “Haydi, sergile!” deseler sergileyebilecek konumdaydım. Lakin bunu ne zaman denediysek bir duvara tosladık. Ya bombalar patladı ardı ardına, ya barış bildirisini imzalayanlar bir bir içeri alındı, ya darbe girişimi oldu ve benim işlerim her zaman geri çevrildi. Artık umut tohumlarının ekildiği, çok güzel ve dinamik bir döneme giriyoruz. Bu sayede üzerimizden kalkacak olan sis perdesi ile en temel haklarımızdan biri olan düşünce ve ifade özgürlüğü de hak ettiği saygıyı görecektir.
“Yaralı Anlar” nedir kendi cümlelerinle anlatır mısın?
“Yaralı Anlar” bir anın somutlaştırılmış halidir. Düşün ki bir gaz kapsülü fırlatılıyor, insana çarpıyor, ağaca çarpıyor, sokağın köşesindeki duvara, kaldırım kenarına çarpıyor ve bu çarpma yüzünden ezilip bükülüyor ve bambaşka bir şekil alıyor. O aldığı şekil uygulanan şiddetin birebir aynası. Gaz kapsüllerine, birer silah değil de yaralanabilen varlıklar olarak bakarsak -sonuçta onların tercihi değil, atılmak- onlar sadece bükülen metal parçalar, o zaman işte uygulanan şiddeti daha iyi okuruz. Atıldığında bu hale gelebilen bir gaz kapsülü parçası insana neler yapmaz ki?
Bu karma serginin mekanı Çemberlitaş’ta. Bu mekan senin için ne ifade ediyor?
Emin Barın çok önemli bir hat ve cilt sanatçımız. Torunu Emir Barın benim Üsküdar Amerikan Lisesi’nden çok yakın arkadaşım. Barın ailesi bu hanı bir kültür sanat merkezine dönüştürmek ve dedelerinin mirasını korumak istiyorlar. Bir palimpsest misali bu sergi vasıtasıyla o günleri okuyabileceğiz. Bir nevi mekan yeniden nefes alacak ve bizler o nefeste eskilerin ışığı altında can bulacağız.
VARLIK İLE YOKLUK ARASINDA : İrfan Önürmen
Atonal 9’da, çizimleriniz, desenleriniz ve notlarınızdan oluşan bir arşivi yırtarak ve keserek oluşturduğunuz kolaj çalışmasını sergiliyorsunuz. Bu eylemi sanatsal pratiğinizde ve yaşamınızda bir dönüm noktası olarak adlandırabilir miyiz?
Bu işin yaşamımda dönüm noktası olması gibi bir beklenti içinde olmaksızın sanatsal pratiğimde her sergimin ve projemin hatta her yapıtımın beni dönüştüreceğine ve dilimi zenginleştireceğine inancım vardır. Bu bağlamda kendime ait bir topoğrafya oluşturmak düşüncesi ile desenlerimi yırtarak ya da keserek desenin hem biçimsel hem de anlamsal bütünlüğünü bozduğum doğrudur ama tam olarak yok ettiğim söylenemez. Yırtıyorum ama hemen ardından bu parçaları yeni bir bütün oluşturmak için birbirleri ile ilişkilendirmeye başlıyorum. Gördüğümüz benim anılarım, notlarım ve düşüncelerimle ilgili, artakalan izleridir. Yaptığım, bunları yeni bir kavram çerçevesi içinde tekrar biçim ve anlam ilişkilerini kurgulamak olmuştur. “Hiç” adını verdiğim çalışma kendime ait bir topoğrafya oluşturmak düşüncesiyle kendi tarihime, desenlerime, notlarıma baktığımda oluşmuştur.
Eski üretimleri yok edip üzerine yenisini üretme veya parçalarını alıp yeni bir eser ortaya çıkartma pratiği ve bunun felsefesinin sorgulanmaya başlanması kolaj sanatını doğuran etkenlerden biri aslında. Kendi sanat arşivinizi yok edip tek bir eser altında toplamak, bundan yeni, güncel bir sanat eseri oluşturmak size ne ifade ediyor?
Her yapıtı yeni bir yapıtın habercisi hatta doğduğu bir yer olarak düşünebiliriz. Orada bir çok halledilmesi gereken meseleyi gelecek yapıta ya da projeye devrederiz. Ayrıca yapıt yeni fikirlerin ortaya çıktığı bir yerdir de. Yönünüz belirlenir bazen yol ayrımına gelirsiniz. Her yapıt bir tartışma alanıdır. Benim bütün derdim kendi tarihimle yüzleşmek, konuşmak, kendimi tekrar ele almaktı. Bu anlamda ben bu çalışmaya “Dekonstrüksiyonlar bütünü” de diyorum.
ATONAL’DA FELSEFİ SORGULAMALAR
Serginin başlığı neden “Hiç”? Bu arşivle hiçliğin bağlantısı nedir, size geçmiş üretimleriniz hiçlik kavramını mı çağrıştırıyor?
Geçmiş üretimlerim hatta şimdilerde yaptığım yırtıp yapıta yapıştırdığım desenlerin “hiç” kavramıyla direkt ilişkisi yok tabii. Bu üretimler somut gözlemlerden, dışavurumcu notlardan tutun da bir enstalasyonun krokisine kadar çeşitlilik gösterirler. Büyük kolajda oluşacağını umut ettiğim sembolizm beni hiçlik kavramına baştan beri götürmüştür. Çünkü siyah zemin ile temsil edilen boşluk ve bu boşluğa asılan ve hiçbir şeyi temsil etmediğini düşündüğüm biçimler beni varlık – yokluk düşüncesiyle baş başa bıraktı. Sonuçta insanı ve yaşamı temsil etmeyen, boşlukta asılı gibi duran imgelem var ortada. Diğer yandan “Hiç” kavramı felsefe ile ilgili bir kavram. Ayrıca İslam tasavvufunda önemli bir kavramdır. Buradan hareketle sergide yer alacak başka bir işim olan “HİÇ – Emin Barın ustaya saygı” adını verdiğim bir enstalasyonum olacak.
21. yüzyılda “ideal yaşam nedir?” sorusuna nasıl yöneldiniz? Bu sizce somut bir cevabı olan bir soru mu?
Çok zorlu bir coğrafyada yaşıyoruz ve savaşlar var. Etkilenmemek ve duyarsız kalmak mümkün değil. Kapitalizmin ve sistemin acımasızlığı, açmazları içinde temel hak ve özgürlükler için toplumların ve insanların mücadelesi sürüp gidiyor. Sorun Türkiye özelinde değil. Doğayla ve insanla barışık, bilim temelli, sevgiden beslenen, adil bir yaşam özlemimiz olmalıdır diye düşünüyorum.
SOKAKLARDAN GALERİLERE : Cins
Organik olarak adlandırdığınız formlar nedir? Bunları, sizin tanımınızla organik yapan nedir?
Bu görsel bir tanım. Yaptığım çalışmalarda çeşitli soyutlamalar kullanıyorum. Bu soyutlamalarda kıvrımlı, yuvarlak formlar, seçtiğim renklerle, organ çağrışımlı imgelere dönüşüyorlar. Yapmak istediğim aslında farklı bir tür yaratıp, bunları kimi zaman figür gibi kullanıp bir hikayenin parçası haline getirmek, kimi zaman da soyut birer form olarak kullanmak.
Türkiye’de sizce neden grafiti sanatını tuval, heykel, video gibi medyumların arasında, güncel sanat çatısı altına alamıyoruz? Tüm toplumun gözünün önünde olan bir sanat türü olduğu için mi?
Dünyanın diğer yerlerinde de toplumun gözü önünde. Bunu belki de bizim sanatla olan genel ilişkimizle açıklayabiliriz, ona verdiğimiz değer ve hayatlarımızda kapladıkları alanla ilgili olabilir. Burada sanatla iç içe olmamız Batı’da olduğu kadar eskilere dayanan ve o yoğunlukta yaşanan bir kültür değil. Tabii bunu genelleme yaparak söylüyorum. Durum böyle olunca, sokak sanatı çok daha geri planda kalıyor. Fakat son birkaç yıldır sokakta nitelikli üretim yapan sanatçıların sayıları artmaya başladı. Bu durum da grafitiye karşı ilginin artmasına, yavaş yavaş galerilerde de yer bulmasına neden oluyor.
Hala birçok ülkede suç olarak kabul edilen bir sanat türünde üretim yapmanın kısıtları nelerdir?
Özellikle illegal üretimlerden bahsetmek gerekirse, bu işin yasadışı ve izinsiz olması en büyük zorluk. Bir yandan da bu olayın asıl amacı ve keyfi de burada yatıyor. Mesela sert bir iş yapmak istiyorsunuz ve lokasyon olarak da merkezi, işlek bir yer seçtiniz; burada saatlerce vakit geçirip bir çalışma yapmak büyük riskler barındırıyor. Yapılan işin ne olduğu, nereye yapıldığı (kamu malı mı, özel mülk mü, devlet binası mı vb.) ve ne zaman yapıldığı çok önemli faktörler haline dönüşüyor.
Sergi metninde “Herkes birçok şeyin ters gittiğini düşünüyordu. Bütün bunlar bence tam da olması gerektiği gibiydi” derken neyi kastediyorsunuz?
Aslında bu sergi metni yaptığım çalışmalar gibi yaşadığımız hayattan referanslar alsa da birebir ilgili değil. Kurgusal bir metin. Kimin söylediği, neyi temsil ettiği belli olmayan bir söz. Sergide karşılaşılacak bir tuvalin içindeki bir formun veya bir figürün de demiş olması muhtemel bir durum. Eğer tüm bunların dışında bahsetmek gerekirse, evet dünya genelinde ters giden birçok şey var. Kimi zaman yaşanan bu dönemin kaçınılmaz bir gidişatın doğal süreciymiş hissini uyandırıyor bende.
GÖRMEYENLERE, DUYMAYANLARA… : Fulya Çetin
Kendinize özgü sanatsal pratik ve diliniz, bu sergide yaratılan kolektif imgeye nasıl yansıdı?
2017’den bu yana hissi, kaygısı, problemi, sözü… birbirine çok benzeyen bir sürü iş yaptım. Nerdeyse bir tekrardan ibaret olduklarını fark ettim. Neden bu kadar tekrar ettiğimi kendime sorup bu tekrarın üzerine gittim, neredeyse obsesif bir şekilde aynı imajları; dağılan, neredeyse soyutlaşan peyzajları yapıp durdum. Bütün bunlar sergideki odaları kurgulamama sebep oldu. Aslında aklımda dönüp duran, içimde hazmedemediğim adaletsizlik hissinin görsel biçimleri oldular. Uzun zamandır tekrarlanan bir sancının dışavurumu yaptıklarım. Uzun yıllar Emin Barın’ın hat ve ciltevi olarak kullandığı, sanatçıların bir araya gelerek Perşembe toplantıları yaptığı, zaten kolektif bir ruhu barındıran bu binada, yıllar öncesinde olduğu gibi yine bir araya gelmek çok güzel.
Biraz Hafriyat’tan bahsedebilir misiniz? Sanatınız bu kolektiften nasıl beslendi?
Bir sürü pratiğin içinde olarak deneyimlemek, tartışarak, düşünerek üretmek ve sergileme biçimleri bulmak, başka inisiyatif ve sosyal sorumluluk projelerine alan açıp, ev sahipliği yapmak, özgürlük alanlarınızı hep beraber genişletmek, bir arada olmanın verdiği güç… bunlar ve bir sürü şey. Bütün bunlar bireysel duruşunuza, kararlarınıza ve tercihlerinize yansıyor ve hatta üretiminize.
Kolektif bir proje yaratmak, veya kolektif bir çatı altında sanat üretmenin size nasıl bir katkısı oluyor?
Biz Hafriyat’ta birbirinden güç alan, güç aldıkça özgürleşen bir gruptuk, toplanıyor, birlikte düşünüyor, birlikte karar veriyorduk, yatay bir yapılanma yani. Atonal 9 Solo’da ise bir küratör var, kişisel sergiler var ve katlar birbirinden tamamen bağımsız. Atonal 9 Solo’da bizi bir araya getiren iki şey var. Biri küratörümüz Bengü Gün diğeri ise Emin Barın binası.
Hatıraları sanata dökmek, anıları bir sanat eseriyle tekrar canlandırmak nasıl bir pratik?
Nostaljik bir üretim süreci gibi duruyor ama değil. Görmeyen, duymayan, hiçbir şey yokmuşçasına hayata devam edenlere yönelik bir haykırış diyebilirim.
CANAVARLAR VE KAHRAMANLAR ÜZERİNE : Emre Zeytinoğlu
Kıbrıs Türkleri ile Kıbrıs Rumları arasında yaşanan uzun süreli gerilimi neden bir aşk hikayesini baz alarak yansıtmayı seçtiniz? Kahramanlık ve canavarlık kavramlarının sorgulandığı kitapta, karakterin aşık olması, karakteri insanlaştırıp, bu kavramlara nasıl bir boyut ekliyor?
Ben aslında bu çalışmayı, Kuzey Kıbrıs’ta sergilemek amacıyla yapmıştım ve bir ay kadar orada kalıp tamamladım. Bu proje belgesel bir nitelik taşıyor. Kıbrıslı sanatçı Kemal Ankaç ile Girne’deki bir üniversitenin galerisinde “Muhasara” adlı bir sergi yapmak niyetindeydik. Ama sergi açılışına birkaç gün kala, üniversite yönetimi, bunun çok politik olduğunu öne sürüp sergiyi iptal etti. Açıkçası sansürledi. Çünkü toplumlar ve onların içinde yer alan kişilerle kurumlar, “insani” yönlerin öne çıkmasını, ortalığa serilmesini istemezler. Yalnızca ekonomiyle filan ilgili bir şey değil bu; iktidar kavramıyla ve o kavrama uygun kişi imal etmekle ilgili, uzun vadeli bir şey. Bu projede benim söylediğim hiçbir şey yok; tek bir cümlem bile yok. Tümünü, Mehmet Ali Tremeşeli adlı bir mücahit komutan söylüyor. Ben bu cümleleri onun anılarının yayımlandığı Ayios Sipiridon’un Çanları kitabından aldım. Oysa o kitabın tamamı, 1950’lerden itibaren Türklerle Rumlar arasındaki çatışmalarda, Türk tarafındaki bir mücahitin “kahramanlık öyküsü”dür. Doğru, politiktir. Fakat tuhaflık şu ki; bu sergiyi sansürleyenler de Mehmet Ali Tremeşeli’nin tarafındandır. Pekiyi o halde niçin rahatsız oldular bu sergiden? Çünkü bu kitabın bazı sayfalarında, o “insani” yönlerin ifşası var. Böylece iktidarın ihtiyaç duyduğu toplumsal kimlik, ansızın yok olup gidiyor.
Canavarlık meselesi de böyle bir şey; yani yine Kıbrıs örneğinden bakacak olursak, bu canavar tabiri, Rumlar tarafından yakıştırılıyor tabii. Ne var ki Kıbrıslı Türklerin bazıları da Tremeşeli’yi hiç sevmiyor ve yaptıklarını onaylamıyor, o aşk hikayesine rağmen “insani” bulmuyorlar. Demek ki toplumsal kimlik, bıçak sırtında dolaşan bir şey. Her an bozulabilir ve iktidarın düzenini bulandırabilir.
Gerilimin devam ediyor olmasının ve ülkeye giriş yasalarına yansıyor olmasının sebepleri sizce nelerdir? Türklerin Yunanistan’a giriş yapması diğer Avrupa ülkelerine göre daha kolay. Türkler ve Yunanların zamanla oluşan siyasi ve toplumsal ateşkesi neden Kıbrıs’a yansıyamadı?
Türkiye ve Yunanistan arasındaki yumuşak durum, Kıbrıs’ta geçerli değil. Ama şunu biliyoruz ki Kuzey Kıbrıs dediğimiz yer, bir işgal bölgesi. Uluslararası politikada KKTC diye bir devlet yok. Şu anda kuzeydeki Türkler, işgal altında bir toplum sayılıyor ve zaman zaman güneydekilerden daha büyük haklara sahip olabiliyor. O halde kuzey ile güney arasında nasıl bir normal ilişkiden söz edebileceğiz? Uluslararası meşru statüler önemli burada. Pekiyi bu iş nasıl halledilir? Onu bilemem, hiç kimse de bilmiyor. 1974 yılından itibaren çok sorun birikti. Bunlar da birleşme yönünde negatif etkenler tabii.
ATONAL, BENZEMEZLİKLERİN SİSTEMİ
9 sanatçının solo sunumlarından oluşan bu konsept serginin, “kolektif imge” yaratan bir deney olduğu yazıyor basın bülteninde. Bu kolektif imge nedir ve nereden ortaya çıktı?
Birbirine hiç benzemeyen farklı bakış açıları, farklı yöntemler içeren sergiler yan yana durduğunda, elbette bu farklılıkları oluşturan durumlar, bir arada olma halini de oluşturacak. Ben, benzerlikleri yakalayıp hemen bir karara varmak yerine, benzemezlikler arasında dolaşmayı ve her bir parçayı gördükten sonra, onları yeniden ve birbirlerine etkileriyle zihnimde anlamlandırmayı tercih ederim. Serginin hazırlığı sırasında, buradaki hiçbir sanatçıya “ne yapıyorsun?” diye sormadım. Bu konuda hiçbir iletişimim olmadı. Çünkü bu bir karma sergi ya da bir grup sergisi değil. Herkes kendi sergisini, ayrı ayrı mekanlarda açıyor.