1550 sandalye, canlı kurtlar, tonluk heykeller Bienal’in 32 Yılı

1987’den bu yana 1000’in üzerinde sanatçı ve iki milyondan fazla izleyici rakamına ulaşan Bienal, çeyrek asrı aşkın bir süredir sanat dünyasının ve izleyicilerin karşısına çıkıyor. Bu sayede, birlikte üretme ça- basına dair bir niyet ortaya koyuyor, sanatsal üretimin mesele edindiği pek çok güncel, yerel ve küresel başlık altında ortak bir payda sunup, bu paydayı bir şekilde tartışmaya aç- mayı sürdürüyor.

İstanbul Bienali’ni, güncel sanat alanındaki yeri, söylediği söz, yarattığı etki, oluşturduğu zemin, parçası olduğu tartışma üzerinden veya bu yılki teması, içeriği ve projeleri bağlamında her dair tartışıldı ve yine tartışılacak. Diğer yandan bienal, temelinde ve en başından beri bir insan ve kent hikayesi aynı zamanda. Dolayısıyla, insanlar ve kentle kurduğu ilişki, geçmişten bugüne taşıdığı insan hikayeleri ve kentteki izleri üzerinden İstanbul Bienali’ne bakmanın ayrı bir anlamı var.

2001’de İkiz Kulelerin vurulması, ’99 depremi, Gezi olayları ve darbe girişimi bienalin gerçekleştiği yıllarda, hatta etkinliğin açılmasından birkaç ay önce meydana geldi.

Körfez Savaşı, 99 Depremi, Darbe Girişimi
İstanbul Bienali’nin 1987’den bu yana olan yolculuğu, bize elbette güncel sanatın gelişimiyle ilgili çok şey söylüyor. Diğer yandan bienalin, Türkiye’deki yerel ve küresel ölçekli olaylarla paralel yürüyen seyri de bir hayli enteresan… Örneğin bienalin 1989’daki ikinci edisyonu ile 1992’deki üçüncü edisyon arasındaki üç yıllık ara, 1991 yılındaki Birinci Körfez Savaşı’nın bölgede yarattığı sonuçların bir yansıması. Körfez Savaşı bienalin küresel anlamda karşılaştığı ilk büyük olay olmakla birlikte, bienal yakın geçmişte de sarsıcı olayların çalkantısına maruz kaldı. 2001’de İkiz Kulelerin vurulması, ’99 depremi, Gezi olayları ve darbe girişimi bienalin gerçekleştiği yıllarda, hatta etkinliğin açılmasından birkaç ay önce meydana geldi. Siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel ve elbette toplumsal anlamda derin izler bırakan bu olaylar, doğal olarak bienali de bir şekilde etkiledi.

İnadına Bienal

İstanbul Bienali Direktörü Bige Örer, bu olayların bienal üzerindeki etkisinden bahsederken her durumu ayrıştırarak değerlendirmek gerektiğine vurgu yapıyor. Yine de bu durumlar için ortak bir söz söylemek gere- kirse, Örer, “yaşanan tüm krizlere ve içinde bulunulan zorlu zamanlara rağmen, sanata, sanatın bir araya getirme kudretine ve farklı hikayeleri, dünyaları, dilleri çağırma gücüne derinden bir inancımız olduğunu” belirtiyor.

Örer bunun vazgeçilebilirlilikten çok uzakta, tam aksine, bu tip zorlayıcı durumlarda daha fazla ihtiyaç olunan bir duygu olduğunu ifade ediyor. Bienal çalışmaları, kimi zaman mecburi olarak yapılması gereken planlama değişiklikleriyle birlikte, yıllar boyunca böylesi bir inançla gerçekleşmeyi sürdürdü diyebiliriz. Bu aslında temelinde başlı başına bir umut vaadi belki de…

İZLEYİCİLERİN GÖZÜ İLE

Bienal yolculuğuna izleyiciler üzerinden bakmak da dikkate değer bir okuma sunuyor. 1987’de Beral Madra genel koordinatörlüğünde, “Geleneksel Yapılarda Çağdaş Sanat” başlığıyla gerçekleşen, o zamanki adıyla Uluslararası İstanbul Çağdaş Sanat Sergileri’nin izleyici rakamı 10.000 olarak kayıtlara geçmiş. Şimdiyse artık yarım milyona yaklaşan uluslararası izleyiciden bahsedebiliyoruz. 30 yıl sonundaki bu artışın yıllar içinde katlanarak meydana geldiği açık. Ancak bunun, dikkat çekici boyutlarda bir değişime sahne olduğu belirgin yıllar var. Örneğin 1992’de 14.000 izleyicinin ziyaret ettiği bienal, 1995 yılında 65.000 kişiye ulaşıyor. Bu artışta iki yerine üç yıllık mecburi aranın etkisi olmalı.

1995 yılındaki 4.İstanbul Bienali René Block küratörlüğünde ve 118 sanatçının katılımıyla gerçekleşmişti. Bu, Block’un yurtdışından gelen ilk küratör olarak bienal tarihinde yerini aldığı yıldı.

İlk Yabancı Küratör

1995 yılındaki 4.İstanbul Bienali “ORIENT- ATION – Paradoksal Bir Dünyada Sanatın Görünümü” başlığında, René Block küratörlüğünde ve 118 sanatçının katılımıyla gerçekleşmişti. Bu, Block’un yurtdışından gelen ilk küratör olarak bienal tarihinde yerini aldığı yıl idi. Üstelik bu bienal sayısal anlamda sanatçı katılımı özelinde de 32 yılın en yoğun bienali olarak dikkat çekiyor. Böyle bakıldığından izleyici sayısındaki katlanmada küratöryel etkinin izleri olması çok muhtemel. Bienal direktörü Bige Örer’in paylaştığı üzere; “Bu bienalde, ulusal temsile dayalı anlayış yerine, tek küratörlü bir modeli benimseme kararı alındı.” René Block, sanatçılar için İstanbul’da görsel argümanları ve tartışmaları sergileyecekleri bir buluşma ortamı oluşturma, İstanbul’u, bütünüyle bir yer ve kavram olarak sanatçı atölyesine dönüştürme fikrini geliştirdi. Karaköy’deki eski antrepo binalarından biri ilk kez sergi mekanı olarak kullanıldı. Dolayısıyla tüm bunlar izleyici için yeni bir bienal deneyimi ortaya koyuyordu.’

100.000 İzleyici

Sonraki yıllarda benzer bir durumun 2007 ‘de de meydana geldiğini görüyoruz. Hou Hanru küratörlüğünde ve yine yoğun denilebilecek, 96 sanatçı katılımıyla gerçekleşen bienalin izleyici sayısı 100.000’e yaklaştı.

Louise Bourgeois’nin dünyaca ünlü Örümcek eseri 1997 yılında 5. İstanbul Bienali’nde sergilendiğinde büyük ilgi görmüştü.

O yıl onuncusu gerçekleşen bienalin başlığı “İmkânsız Değil, Üstelik Gerekli: Küresel Savaş Çağında İyimserlik” idi. Bienal, aralarında Antrepo No: 3, Atatürk Kültür Merkezi, İMÇ, santralistanbul, Kadıköy Halk Eğitim Merkezi ‘nin olduğu bir hayli heyecan verici sergi mekanlarından oluşuyordu. Bige Örer, bu edisyonda izleyiciye yansıyan mekânsal ve içeriksel kurgunun etkisi ile ilgili şunları ifade ediyor: “10.İstanbul Bienali modernliğin vaadini eleştirel olarak yeni- den tartışmaya açtı. Yakmalı mı yakmamalı mı? adlı temayla AKM, Dünya Fabrikası ile İMÇ, Entre- Polis ile Antrepo, bağımsız sanatçı inisiyatiflerinin yer aldığı sergileme ile santralistanbul ve Kadıköy Halk Eğitim Merkezi bienal mekanları olarak kullanıldı. İstanbul’un yaşayan bir şehir olması düşüncesinden hareketle Antrepo ilk kez, haftada iki defa gece de izleyiciye açıktı. Antrepo’nun içinde yaratılan Düş Evi, Çin’deki Kültür Devrimi sırasında halkın eleştirilerini dile getiren ‘dazibao’lara gönderme yapıyordu. Ayrıca, İstanbul’da otuza yakın mahalleyi dolaşan Gecegezenler projesi, AKM’nin, İMÇ’nin yıkılma tartışmaları ve yaşanırken bu yapıların sergi mekanı olarak kullanılmaları, kamuoyunda geniş yankı uyandırdı.”

Carsten Höller, Flugapparat, 5. İstanbul Bienali, 1997

Kente Kalıcı İz Bırakmak

Dünyanın pek çok farklı noktasında gerçekleşen güncel sanat bienallerinin en merak edilen ve sorunsallaştırılan tarafı, mesele edindiği konu, tartışmaya açtığı tema, katılan sanatçılar ve eserlerin kendileri elbette. Diğer yandan, bienalin gerçekleştiği kentin sosyal, kültürel, ekonomik olarak ve yaratıcı üretim anlamında kendisine edindiği küresel konum bienalin gördüğü ve görme potansiyeli olan ilgi konusunda önemli bir unsur olmaya devam ediyor. İstanbul’un bu anlamda yıllar içinde gördüğü ilgi hem kent, hem de bienalin kendisi ile ilgili önemli bir gösterge.

Halil Altındere’nin 2013’te sergilenen Harikalar Diyarı isimli video projesi bizi, Tahribad-ı İsyan gençleri ile tanıştırdı.

Bu nedenle bienalin kentsel cazibesi meselesine, kullanılan sergi mekanlarının etkisi üzerinden bakmak anlamlı olabilir. Uluslararası bienaller arasında İstanbul’da olduğu gibi, her yıl farklı mekanlarda ve kentin çeşitli noktalarında gerçekleşenler olduğu gibi, sabit bir sergileme mekanını kullanan ve programlar aracılığıyla kente belli bir oranda yayılsa dahi sergilemenin ana strüktürünü bu sabit mekanda düzenleyen örnekler var. Organizasyonun kendisi için farklı süreçlerin yürütülmesi anlamına gelen bu iki mekânsal ayrım, içerik ve sergileme anlamında birbirinden ayrışan deneyimler sunuyor elbette. Çeşitli mekanların bienal kapsamında yer almasının içerik ve sergileme anlamında daha özgün ve kapsamlı bir yorumlama ve deneyim sunduğunu düşünmek yanlış olmazdı. Hele ki zorlayıcı olmasına rağmen yine de sürprizlerle dolu İstanbul gibi bir kentten bahsediyorsak.

Bige Örer: “Mekan arayışı temelde, bienal ekibinin arayıp bulduğu mekanlar, küratöryel ve kavramsal çerçeveye bağlı olarak yeni bir arayış sonucu keşfedilenler ve sanatçıların projeleriyle ilişkili olarak eklemlenen mekanlar olarak üç kategoride şekilleniyor.”

Mekan Arayışları

Bige Örer mekan arayışını bitmeyen bir süreç olarak tanımlıyor. Ve kendisinin anlatımıyla İstanbul Bienali’ni İstanbul Bienali yapan unsurlardan birinin de, tüm zorluklarına rağmen, her bienale uygun olarak farklı, alternatif mekanların bulunabilmesi, oralarda çalışılabilmesi, sanatçıların mekana özgü işler üretebilmeleri ve bu sürecin sürekli desteklenmesi olduğunu söylüyor. Süregelen bu arayış, bienalin mekan listesinin sürekli zenginleşmesini sağlarken, bir yandan da kimi işlerde kavramsal çerçeveye uygun olarak ayrıca bir mekan arayışı söz konusu olabiliyor. Örer’in hatırlattığı gibi 2017’deki İyi Bir Komşu başlıklı bienalde yer alan Mahmoud Khaled’in İstanbul’a geldiğinde bir ev müzesi yaratmak istediğini ifade etmesiyle birlikte Ark Kültür’ün mekanlar arasına eklenmesi gibi. Dolayısıyla mekan arayışı temelde, bienal ekibinin arayıp bulduğu mekanlar, küratöryel ve kavramsal çerçeveye bağlı olarak yeni bir arayış sonucu keşfedilenler ve sanatçıların projeleriyle ilişkili olarak eklemlenen mekanlar olarak üç kategoride şekilleniyor. Örer, bu süreçte alternatif mekanların kullanımıyla birlikte aslında kentin de yeniden tecrübe edilmesinin önemli olduğunun altını çiziyor.

İlginizi çekebilir:  23 Yıldır Kayıp Klimt Eseri Bulundu
2007’deki İstanbul Bienali’nde yer alan Vahram Aghasyan’ın “Hayalet Şehir” resimlerinin AKM’de sergilenmiş olması, bugünden bakınca hayli anlamlı geliyor.

Bu anlamda bienalin mekan kullanımı ve tercihlerine dair geçmişine bakmak ve kentte bıraktığı kalıcı izleri takip etmek heyecan verici. Bienalin 80’lerin sonu ve 90’ların başındaki ilk edisyonlarında Aya İrini Müzesi, Süleymaniye Külliyesi, Feshane, Darphane-i Amire, Yerebatan Sarnıcı gibi tarihi mekanların ağırlıklı olarak kullanıldığı görülüyor. Sonraki yıllarda bienalde yerini alan ve bu vesileyle kent sakinlerinin zihninde bienal ile özdeşleşen antrepolar, ilk olarak Antrepo No.1’in 1995’teki dördüncü edisyonda kullanılmasıyla birlikte bu dünyaya girmiş oldu ve Bige Örer’in değindiği gibi bienal ile yıllar içinde gelişen organik bir ilişkisi oluştu. 8. İstanbul Bienali o zamanın 4 numaralı antreposunda gerçekleştikten
bir sene sonra İstanbul Modern orayı kendine mesken edindi ki, bu önemli bir kilometre taşı sayılabilir. 1997’de Rosa Martinez küratörlüğünde, “Yaşam, Güzellik, Çeviriler / Aktarımlar ve Diğer Güçlükler Üzerine” başlığıyla gerçekleşen 5. İstanbul Bienali’nde Sirkeci ve Haydarpaşa Garları, Kız Kulesi, Atatürk Havalimanı, Pera Palas Oteli ve Karanfilköy, Akatlar, Taksim ve Sultanahmet Meydanlarının kullanılmasıyla birlikte, bienalin sunduğu mekan deneyimi yeni bir boyut kazandı. Sonraki yıllarda bu deneyim, Kız Kulesi, Boğaz Köprüsü, Tütün Deposu, şu anda İKSV’nin içinde bulunduğu o zamanki adı ile Deniz Palas Apartmanı, Feriköy Rum Okulu, Atatürk Kültür Merkezi, Kadıköy Halk Eğitim Merkezi, İMÇ gibi yerlerin kullanımı, mekan konusunun her seferinde merakla beklenen unsurlarından biri haline gelmesine neden oldu. Ayrıca geçmiş örneklerde olduğu gibi kentin sanatsal ve kültürel mekan zenginliğine yeni yerler eklendi. Bienal sergisinin yer almasının ardından İMÇ de bu anlamda yeni bir anlam kazandı. 5533, İMÇ’de bir sanat mekanı olarak çalışmalarına başladı ve halen devam ediyor. Yine Tütün Deposu, 2005’te bienal tarafından mekan olarak kullanmasının ardından, şu anda halen faaliyetlerine devam eden bir alana dönüştü. Eski okul binalarının kullanımı da önemli biz kazanım. Feriköy Rum Okulu, Galata Rum İlköğretim Okulu gibi yapıların bienallerde ziyarete açılması, artık eğitim faaliyetinde olmayan azınlık okullarının kamusal mekanlara dönüşerek, farklı kapsamlarda kullanılan ve yaşayan mekanlar haline gelmesine destek oldu.

1995’te Bienalin dördüncü edisyonunda, Yerebatan Sarnıcı’nda Görünmeye Başlamak isimli eseriyle Marina Abramovic, bienale katılan en önemli sanatçılardan biri oldu.

Farklı mekanların bienal kapsamında yer alması kendi başına mekansal bir deneyim sunarken, oralarda konumlanan işlerin kapsamı da kimi zaman bu deneyimi daha akılda kalıcı hale getirebiliyor. Bienal tarihine bu açıdan göz gezdirince akla ilk gelen mekan-sergileme eşleşmelerinden biri Hou Hanru küra- törlüğünde İMÇ’de gerçekleşen sergi. Öne çıkan bir diğer sergileme, kamusal alanda yaptığı işlerle ve bu işlerin dokunduğu meselelerle öne çıkan Doris Salcedo’nun 2003’teki ‘Şiirsel Adalet’ başlıklı 8. İstanbul Bienali için hazırladığı Untitled (İsimsiz) başlıklı yerleş- tirme. Sanatçının İstanbul’daki göç ve yer değiştirme olaylarını irdeleyen bu işi, Karaköy Yemeniciler Caddesi’ndeki iki bina arasına sıkıştırılmış, İstanbul ve çevresinden bulunarak oraya getiri- len 1550 kadar ahşap sandalyeden oluşuyordu. Mekan –sergileme deneyimleri arasında dikkat çekici özelliğe sahip bir diğeri de, 2015’te Carolyn Christov-Bakargiev tarafından şekillendirilen ve “TUZLU SU: Düşünce Biçimleri Üzerine Bir Teori” başlığını taşıyan on dördüncü bienal oldu. Rumeli Feneri ve Riva kumsalından, farklı noktalardaki ev, dükkan, otopark ve otel odalarına kadar otuzu aşkın mekanda sergilerin yer aldığı bienalde hafızalara, Büyükada’da denize yerleştirilen hayvan heykellerinden oluşan, Arjantinli sanatçı Adrián Villar Rojas’ın Tüm Annelerin En Güzeli adlı eseri ve Troçki’nin adadaki evi kazındı.

 

Sahne Arkası

Her bienalde onlarca proje izleyici karşısına çıkıp, bir izleme, okuma ve sorgulamanın parçası haline gelirken, kimi projeler “nasıl” yapıldığına dair de merak uyandırıyor.

Haftalarca süren bir ilginin odağı haline gelen bienal sergilerinin kurulumu ve eserlerin üretimleri aslında, pek çok yaratıcı alan- da olduğu gibi heyecan verici. Bienal tarihine baktığımızda bu süreçte 1550 ahşap sandalye, elyaf ile beslenen canlı kurtlar, reçineler ve tonlarca ağırlığı olan heykeller var.

Sergi kurulum süreci, aslında bienalin izleyiciyle buluştuğu andan ayrı olarak düşünmeye değer. Bu yıl üç mekanda gerçekleşen 16. İstanbul Bienali’nde, geçmiş yıllarda olduğu gibi prodüksiyon sorumlusu olarak görev alan Gamze Öztürk, işlerin prodüksiyonunda ve sergi kurulumunda akıllarında hem izleyici deneyiminin hem de sanatçı hassasiyetlerinin olduğuna vurgu yapıyor. Gamze’ye göre sürecin en önemli ayağı bu ikisini uzlaştırabilmek.

Prodüksiyon ve kurulum sürecini elbette mekanlardan bağımsız olarak düşünmek mümkün değil. Bu ilişkiyi ve mekanların bu bağlamdaki önemini şu şekilde anlatıyor; “Bienal izleyicisinin alışkın olduğu mekanların yanı sıra bienal vesilesiyle yeni tanıştığı mekanlar da oluyor. Alışkın olunan mekanlarda, işlerin sahip olduğu potansiyelin itici gücüyle aynı mekanı başka bir şekilde deneyimlemek imkanı doğuyor. 15. İstanbul Bienali’nde, Galata Rum Okulu’nun çatı katındaki Leander Schönweger’in işi aklıma geliyor mesela. Bir yandan da mekan, hem işlerin yerleşimi hem de birbirlerine nasıl bağlanacağı ile ilgili kısıtları ve potansiyelleri aynı anda barındıran bir araç. Tam da bu sebeple, izleyici deneyimi açısından oldukça kritik bir önemi var.” Tüm bu süreç, ziyaretçilerin sergileri gezmeye başlamasıyla bir- likte başka bir boyuta geçiyor. Sürecin devam ettiğini söyleyen Öztürk, izleyicinin eserle buluşmasını bu sürecin tamamlayıcısı olarak tarif ediyor, “özenle koruyup gözettiğin bir şeyi asıl sahibine emanet etmek gibi…”

 

Ne-Nerede-Ne zaman- Nasıl-Neden-Kim
16. İstanbul Bienali
14 Eylül – 10 Kasım 2019

Mekanlar
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi İstanbul Resim ve Heykel Müzesi, Pera Müzesi ve Büyükada

Küratör
Fransız yazar ve akademisyen Nicolas Bourriaud

Tema
Yedinci Kıta
Yedinci Kıta başlığını okyanuslarda yüzen devasa atık yığınına bilim çevrelerinin verdiği isimden alan bienal, insanların sebep olduğu doğal veya kültürel atıklara antropoloji veya arkeolojinin araçlarıyla bakan çalışmalara yer vererek sanat ve ekoloji arasındaki ilişkiyi de tartışmaya açmayı hedefliyor.

Katılımcı detayı
25 ülkeden 56 sanatçı

Program
Şehrin üç farklı noktasındaki bienal mekanlarında yer alan ücretsiz sergilerin yanı sıra çeşitli buluşmalar, konuşmalar ve film programıyla farklı bakış açıları da Yedinci Kıta’ya dahil ediliyor.

Yayınlar
Vehbi Koç Vakfı’nın katkılarıyla hazırlanan ve Ali Taptık ve Okay Karadayılar’dan oluşan Onagöre tarafından tasarımı gerçekleştirilen rehber ve bienal kataloğu bienal mekanlarında satışa sunuluyor.

TAKVIM

9 Mayıs 2018

16. İstanbul Bienali’nin küratörlüğünü Fransız küratör, yazar ve akademisyen Nicolas Bourriaud üstleneceği duyuruldu

11 Aralık 2018

16. İstanbul Bienali’nin başlığı, İstanbul Özel Saint-Joseph Fransız Lisesi’nde düzenlenen bir basın toplantısında duyuruldu. Küratör Nicolas Bourriaud, bienalin Yedinci Kıta başlığını taşıyacağını açıkladı ve bienalde bizleri nelerin beklediğine dair ilk ipuçlarını paylaştı.

30 Nisan 2019

Bienalin gerçekleşeceği mekânlar açıklandı.

14 Haziran 2019

İstanbul Bienali’nde yer alacak 26 ülkeden 50’nin üzerinde sanatçı ve eserlerinin hangi mekânlarda yer alacağı duyuruldu.

21 Haziran 2019

Bienalde yer alacak işlerin bazılarının üretim süreçlerine dair detaylar paylaşılmaya başlandı.

6 Ağustos ve 15 Ağustos 2019

Bienal mekanlarından biri ile ilgili değişiklik kararı alındı ve ardından Pera Müzesi ve Büyükada’nın ardından mekanlar arasına İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nin Tophane’deki yeni binasının eklendiği duyuruldu.

21 Ağustos 2019

Geri sayım
Kurulum çalışmaları hızla sürerken, ziyaretçilere rehberli tur, katalog ve ziyaret günleri ve saatleriyle ilgili detaylar paylaşıldı.

Previous Story

birbuçuk ile Ekolojiyi ‘Sindirmek’

Next Story

Tarihi Barın Han Kapılarını Karma Sergiyle Açıyor

0 0,00
02_ArtDog_CD_Logo_RGB_Black

BÜLTEN

Türkiye ve dünyadan haftalık kültür-sanat haberleri, inceleme yazıları, sergiler ve etkinlikleri takip et.

Bülten aboneliğinde ArtDog Istanbul’un gizlilik sözleşmesini kabul etmiş olursunuz.