Jean-Hubert Martin’in 1989 yılında Centre Pompidou ‘da açılan “Magiciens de la terre” (Yeryüzü Büyücüleri) adlı sergisinin yankıları hala sürüyor.

Sanatçının İkametgâh Adresi: E-Posta

//

Doksanlı yılların sanatı, karşılıklı eylemliliğe dayanan, sanat yapıtının yerini insan ilişkileri alanına bırakan, iş birliği yapmaya götüren bir dünyayla ilişki kuran, bir kurgu üzerinden bizi gerçekle yüzleştirirken, kültür temelinde bellek oluşturmaya çalışır. Kültürün tanımı ve kültüre ait kavramlar –yer, yurt, kimlik, sınır, göç, öteki, batı, batı dışı gibi- kavramlar gündemde yerini alır.

Uygarlık olarak kültür sadece sanatın bir sorunu değildir; öncelikli olarak bir yaşam tarzının maddileşmesidir. Bugün kültür kavramı siyasetin panzehri, azınlık gruplarına gösterilmesi gereken adaletin duygusu gibi algılanır, sanki sınıfsaldır… Uygarlık ve kültür kelimeleri ironik olarak yer değiştirebilir; Eaglaton bununla ilgili “Garip bir tersine çevirmeyle, yabanlar kültürlü uygarlar kültürsüzdür’’ der. “Yaban” –Batı ya göre- toplumlara, Asya, Afrika, Üçüncü Dünya Ülke toplumlarına romantik bir sempatiyle bakıyor gibidir. 1989 yılında Pompideou’da açılan “Yeryüzü Büyücüleri” sergisi Üçüncü Dünya Ülkeleri sanatçılarının Batı’nın merkezinde, kendilerini gösterdikleri, egzotizmin ön plana çıkarıldığı ilk büyük sergi olarak akılda kalmıştır. Bu tarihten sonra Sao Paola, Sidney, Kassel, İstanbul, Berlin gibi şehirlere ve Çin, Küba, Rusya gibi Batı’nın bir zamanların düşman ülkelerine büyük sanat etkinlikleri hızla yayıldı. Acaba sadece imge olarak temsil edilip, kültürel melezleşmenin pazarı mı oldular? Farklılıklarından çok, benzeşmelerin sergilenmesinin yolunu mu açtılar?

Yirminci yüzyıldan başlayarak sanatın “fildişi kule” mitosu dağıldı. Modernist sanat kuramındaki estetik düzen, sanatın aurası, yapıtın temsil ettiği arka-dünya formun kendisinde değil, yapıtın karşısında sergilenirken ürettiği kolektif formda yerini aldı. Dünyanın bir anda hem ne kadar geniş hem de ne kadar küçüldüğü, kuzey ve güney yarım kürelerin ne kadar farklı yaşadığı, ama etkilenmeden de duramadığı, sanatsal deneyimlerin giderek çoğaldığı, bildiğimiz geleneksel auranın yok olmasını birlikte yaşıyoruz.

Edward Said: ‘’Bütün kültürler iç içedir; hiçbiri tek ve saf değildir, hepsi melez, heterojen, son derece farklılaştırılmış ve hiçbiri tek parça değildir’’ der. Kültür; yersiz yurtsuz, soyut olduğu için bir yere yerleşmeye kiracı olmaya daha çok meraklıdır. Yerlilik iddiası kültürel bir iddiadır ve modern ile yerlilik birbirine karşıt bir ruh oluşturma çabası içinde olmuşlardır. Modernliği yaymaya, merkezileştirmeye ve deneyime açmaya yönelik çabası, yerlilik iddiasının içine kapanma ve kendisi olarak kalma tepkisi ile karşılaşır.

Belli düşünce alışkanlıklarına sahip, bir dizi örtük ya da açık ortak özelliğe, önyargıya sahip toplulukların etrafımızda inşa ettikleri sınırlardan ve duvarlardan kaçmanın yolu yokmuş gibi görünüyor. Halk dilinde “Avrupalılar”, “Araplar”, “Amerikalılar” ya da “Afrikalılar” gibi tek tipleştirmeler çok sık kullanılır ve bu sözcüklerle sadece bütün bir kültür değil özgül bir zihin yapısı anlatılmak istenir.

Said’in ailesiyle Mısır’a göç edip, Mısır’da aldığı İngiliz sistemli eğitim, ABD’de devam ettiği üniversite eğitimi, yazdığı otobiyografik kitabı “Yersiz Yurtsuz” göçmenliğin muhasebesidir. Doğduğu coğrafyaya, Orta Doğu ve Filistin sorununa sahip çıkar; sığ milliyetçiliğin ötesinde barışçıl yaklaşımla, yer, yurt, göç kavramlarıyla ele alır.

Yurdundan, yerinden başka bir yere yerleşme, hayata kalınan yerden devam etme, oranın yurttaşı olma, oraya ait olma hakkını kolay vermez. Said, yarattığı metaforik entelektüel kimliği sürgün ve marjinal kavramlarıyla ele alır: “Bir entelektüel için gerçekten sürgün olan biri kadar marjinal ve yabancı olmak, otorite ve güç sahibine değil, gezgine, alışkanlığa değil geçiciliğe ve rizikoya, otoritenin belirlediği statükoya değil yeniliğe ve deneye duyarlı olmak demektir”.

Almanya’yı bir dönem terk edip ABD de yaşayıp tekrar Frankfurt’a dönen Adorno: “Sözcüğün bilinen anlamıyla bir yere yerleşmek, artık imkansızdır. İçinde büyüdüğümüz geleneksel meskenler tahammül edilemez bir hale gelmişlerdir: Bunlardaki her bir konforun bedeli bilgiye ihanet etmek, her barınak izinin bedeli aile çıkarlarıyla küf kokulu anlaşmalara girmektir” der.

Anavatanı olmayan, sürgün entelektüeller için, yazdıkları eserlere yerleşmeleri önerisini sunar. Said ise; marjinal bir figür olan entelektüelin sürgün olma halinin verdiği hazla, hayatına farklı eksantrik bakış açıları katabileceğini söyler.

‘Habitus’

Pierre Bourdieu’nun deyişiyle kültür “habitus” tur. Kültür bizi geleneksel bir yaşam biçimine genellikle bilinçsizce bağlayan duygu alışkanlıklarına işaret eder; kültür biçimlendirilemez, yapısı gereği açık uçludur, bir yandan yaşanırken, kısmen bilinmeyen kısmen de fark edilmemiş olarak kalandır. Kültür ortak anlamlar, eylemler ağıdır; ancak toplumun ve buna bağlı olarak da insanlığın tamamen bilincinde gelişmeye doğru ilerler. Ortak bir kültür bir azınlığın değerleri şekillendirdiği ve çoğunluğunda bunları alıp pasif olarak yaşadığı bir kültür değil, üyelerinin kolektif bir pratikle sürekli yeniden yaptığı ve yeniden tanımlanandır. Gandhi’nin İngiliz uygarlığı ile ilgili görüşü çarpıcıdır: “Gandhi bastırılan yetilere ‘kültür’, bastıranlara da ‘uygarlık’ denebileceğini” söyler. Buna göre uygarlık, yabancılaşmış, parçalanmış, faydacı; kültür ise organik, duyumsal, tarihsel süreci olan, onunla beslenen geçici olmayandır. İki kavram arasındaki çatışma, aynı zamanda gelenek ve modernlik arasında çatışırken, Modern Sanatın ilkel bir modernliği yaşatmak için tarih öncesi çağlara ait kavramlardan, mitolojilerden yararlanmayı ihmal etmediğini hatırlamakta fayda var.

Yakın dönemde yapılan sanatsal etkinlikler, düşünme biçimleri, yaratma stratejileri; kendine ayrılmış alandan kopmuş, yurtsuzlaşmış, topraksızlaşmış, kolektifleşmeye dönüşmüş gibi görünüyor. Sanat, artık kavramların, yöntemlerin ithal edildiği yer, bir melezleşme alanı olarak tanımlanıyor. Dünyanın hemen hemen her yerinde rastladığımız, dünyayı dolaşan, aynı isimlerden oluşan sanatçı listeleri Baudrillard’ın yorumuyla “Değer salgını, metastaz” yaratıyor. Sosyal bilimlere ve sanata yerleşmiş olan postmodernite, postkolonyalizm, ulusötesi, çok kültürlülük gibi kavramlara eklenen melezlik, Lyotard’ın ifade ettiği gibi: “Biri reggae dinliyor, Western izliyor; öğleyin McDonald’s ürünleri, akşam da yerel yemekler yiyor; Tokyo’da Paris parfümü sürüyor ve Hong Kong’da eski moda giysiler giyiyor. Göçmen dünyayı dolaşırken, dünya kozmopoliti dolaşır. Göçmen evine gidemez, oysa kozmopolitin gidecek bir evi yoktur”.

Merkezsizleştirme

Bu merkezsizleştirme çabası, modernliğin deneyime açılmasıyla, geleneksel olandan hem uzaklaşma hem yararlanmayı küreselleşmenin kitle kültüründe sorgulatıyor. Yer, yurt kavramını sadece o ülkede ya da başka bir yerde ikamet etmekten başka kimliği oluşturan kazanımları sürekli tecrübe edebilecek duygulara taşıyor.

İlginizi çekebilir:  Çağdaş Sanat Müzesi Kapanıyor

Bugün hayatın radikal biçimde hızlandığı hissine kapılan ve bundan şikayetçi olan insan, uzam ve zamanda kendine yerleşik koordinatlar bulmakta zorlanır. Alışkın olduğumuz zaman ritminin değişmesinin yarattığı gerilim, tarihsel enerjisini şimdiki zamanda dağıtır. Şimdiki zaman hedefini bulamaz, doğru an, doğru yer soruları geçmiş ve gelecek ilişkilerinde doğrusallığını yitirmeye başlar; zaman noktada şimdiye dönüşür.

Enformasyon olarak bilgi; anlar, noktasal zamanlar silsilesine dönüştüğünde diyalektik gerilimini kaybetmeye başlar. Zamansal pratikler olan, tarih, miras çökmeye, psikolojik anlamda huzursuzluk, kaygı, bağlanma, hem bireyin, hem de sanatçının sorunları olarak giderek artan süreksizleşmeye dönüşür. Zaman içi boşalarak hep ileri doğru atılmaya, sürüklenmeye başlar, telaşa dönüşür. Yeni imkânlarla artık hızlanmış zamanda yapmak istediklerinin fazlasını yaptığını zanneden, sürekli yeniden başa dönen telaşlı ve huzursuz insan; yaşamının anlamlı bir sona ulaşma hedefinden mahrum bırakıldığını fark etmez bile. Aslında yaşam hızlanmamış, zaman dağılmıştır.

Tarihsel zamanda şimdi sadece bir geçiş noktasıdır. Doğrusal olan tarihsel zamanda, geçmiş ve gelecek birbirinden uzaklaşır, zamansal anlamlılık gelecekte temellenir. Zaman hattının belli bir istikameti vardır. Aydınlanmanın zaman anlayışında zamanın öznesi olan insan; kendini geleceğe doğru tasarlar. Devrimler yapar, zaman yazgı değil, tasarı olur. Hedefe doğru ilerleyen zamandaki hız anlamlıdır. Ancak anlamlı bir hedef varsa hız, zamanın anlamlılığı nedeniyle algılanmaz. Zaman tarihsel anlamlılığını kaybetmeye başladığında hızlanma anlamsız bir geleceğe doğru sürüklenerek sorunlu olmaya başlar. Bugün tedirgin eden hızlanma; zamanla yaşam arasındaki çekim merkezinin eksikliğinde zamanın dayanağını kaybetmesidir ki Byung-Chul Han’ın da söylediği gibi; “Zaman, sürem kazandığında, bir anlatı gerilimi elde ettiğinde, derinlik ve enginlik, yani bir uzam kazandığında bir koku yaymaya başlar. Zaman bütün derin yapısından veya anlamından koparıldığında, atomlaştığında, düzleştiğinde, cılızlaştığında veya kısaldığında kokusunu kaybeder”.

Teknoloji

Teknolojik yenilikler insanla yeryüzü arasındaki mesafeleri açar, yerçekimini ortadan kaldırır; Uçak hızıyla yeryüzünden uzaklaşma yerküreyi küçültür. Çabuk ulaşılabilirlik, yerçekimi kuvvetinden kurtulma, özgürleşme sağlarken, gerçeğin, tarihin referansından mahrum bırakabilir. Hız arttıkça, yabancılaşma da artar. İkametgâh adresi elektronik posta olarak coğrafyadan kopan özne, arkasında mekânsal delil bırakmadan dolanmaya başlar. Günümüz toplumunun karşılaştığı bu durum; fragmanlaşmış bedenlerin, mesajların kendi kültürel, tarihsel olgusundan, mekânından koparak savrulmasıdır. Anlam kaybının nedenlerinden biri aşırı hızlanmadır. Anlatıdaki bu sorun kronolojiye sığınarak da çözülemez. Çünkü zamansal bir sentez oluşturma yetersizliğinin neden olduğu dağılma kimlik krizine neden olur; zamansal kriz, kimlik krizine döner. Zamanı yönetebilme, tutarlı ritimler yakalayabilme, toplumsal olgularla eş güdümü yakalama, teknolojinin olanaklarına uyum; amaçsız dayanaksız bir dolanmada kalmaya başlar. Kültür ve kültüre ait kavramlar, yeryüzünün çekimi; hızlanmaya, hiçbir şeyi kaçırmadan yakalama telaşına refleks vermede zorlanır. Geçmişte kaçırılan şeye elektronik kayıt cihazlarıyla hemen geri dönülür, geri çağrılır, ancak; elektronik posta mekânsal aralıkları bypass eder, erişime açar. Mekân ve zaman anlamını yitirir, mekanı ortadan kaldırır. Mekân ve zaman ’şimdide bulunma’ ile bekleme zamanı olan arifeyi de yok eder. Buradanın hemen gerçekleşmesi mesafe aurasını yok eder. Oradanın bahsi bile olmaz. Yönü olmayan uzam, algı ve hayatı kendi argümanlarıyla yapılandırır. İnternet yönsüz bir uzamdır; göz gezdirilir, sörf yapılır; Derin düşünmeyi imkansızlaştıran bir imge, bilgi istilasına yol açar, insanı sürekli zapping yapan bir avcıya dönüştürür. Geçmiş ve geleceği şimdide toplayan kütle çekimi yoktur. Dijital olan bu ürünlerin ömürleri de kısadır, sürekli yeni nesil modeller piyasaya sürülür. Acelecilik çağında algıyı derinleştirecek epik bir zamandan söz edilemez. Han, bunu şu şekilde ifade eder; “Algı nedensel olmayan ilişkilere karşı duyarlı olur. Katı bir seçicilikle olayları dar bir patikaya zorlayan doğrusal anlatının sonu, yüksek yoğunluklu olayların ortasında yön bulup hareket edebilmeyi gerekli kılar. Günümüz sanatı ve müziği de bu yeni algı biçimini yansıtır. Estetik gerilim sadece anlatısal gelişimlerle değil, olayların üst üste bindirilmesi ve sıkıştırılmasıyla da yaratılır”.

Postmodernizmin temsilcileri anlatısal zamanın sonuna karşı, zamanın çöküşünün yerine konacak zaman ve varlık stratejileri kurarlar. Lyotard anlam krizini özel bir varlık deneyimine çevirir. Han, Lyotard’ın düşüncesi üzerine; “Ona göre, anlatının sonlanması, zamanı çekim kuvvetinden tamamıyla mahrum bırakmaz. Aksine ‘anı’serbest bırakır’’ der. Lyotard renklerin, seslerin kültüre ilişen anlamlarından koptuğunu; kültürel anlamlılığından kopan sanatın dikkatini bir olay olma niteliğine yöneltmek zorunda kaldığını iddia eder; “Lyotard’ın, zamanın uçurumunun kenarında duran çatlaklarla dolu, süreksiz olay-zamanı, yaşama veya ikamet etme zamanı değildir”.

Mesafeler Yok Olur

Yeni medyanın linkleri her şeyin mesafesini ortadan kaldırır; mekânı tasfiye eder. Elektronik postanın göndericisi alıcıya ulaşmak için dağları, yolları kilometrelerce aşmak zorunda değildir. Mesafeler yok olur. Mekân, şimdi ve burada da içeriye doğru patlar. Geleneksel üretimin, imalat ekonomisinin yerine finans, iletişim teknolojileri geçerken; sınıf politikaları kimlik politikalarında biçimlenmeye başlar. Yüksek kültür, alt kültür birbirine yaklaşır, bulanıklaşır. Zaten sanat ile günlük yaşam arasındaki sınırda iyice erimiştir. Merkezsiz, eklektik, melezleşen bir dizi dağınık kültürler, kimliklerin tutarlılığı hakkında kuşku yaratır. Alt kültür, öteki, merkez, kenar her an yer değiştirebilir, içi içe geçebilir. Eskinin marjinallere yüklenen devrimci rollerinden umut kesilir.

Yer yurt kavramı sadece o ülke ya da başka bir yerde ikamet etmenin ötesinde kimliği oluşturan kazanımları sürekli tecrübe edilebilecek duygulara taşır. Kültürel melezlik daha çok orta sınıfa yerleşip, bütün kültürleri aşan yeni bir kültür oluştururken, teknolojide karşılığını cam ekranın arkasına taşır. Sentetik imgeler televizyon, bilgisayar, cep telefonunda sayısallaşır ve sanatçının ikamet adresi elektronik postada aranır.

Previous Story

İstanbul ve Ankara Sokaklarında Yaratıcı İlanlar

Next Story

Christie’s Müzayede Evinden Ukrayna’ya Destek

0 0,00
02_ArtDog_CD_Logo_RGB_Black

BÜLTEN

Türkiye ve dünyadan haftalık kültür-sanat haberleri, inceleme yazıları, sergiler ve etkinlikleri takip et.

Bülten aboneliğinde ArtDog Istanbul’un gizlilik sözleşmesini kabul etmiş olursunuz.