İnsan hayatında tanımdan en uzak konu belki de aşk. Aşkın birlikteliğe dönüştüğü hâli, sevgili olmanın dinamikleriyse birçok anlamda karmaşık. Kimi hayatımıza niçin alırız? Onunla belki de hayatımızda kimseyle paylaşmadığımız şeyleri niçin paylaşırız, niçin bir insanı bize en yakın ve böylece en çok zarar verecek biçimde konumlandırırız? Bütün bunlar uzun ve çoğu zaman nesnel verilere dayanmayan bir tartışmanın odağındayken kimi sanatçılar için birlikteliklerinde paylaştıkları aşk, kişisel bağlar, etkileşim ve cinsel çekimin çok ötesindedir. Sanatsal pratiklerinde de birlikteliği tercih ederler ya da birbirlerinden derinden etkilenirler. Bu durum aşkın yaratıcıkla ilgisi olup olmadığı sorusunu gündeme getirirken sanatsal anlamda zaman zaman birbirlerini besleyen, zaman zaman birbirlerinin kısıtlayan bu çiftlerin gündelik yaşamla sanatı birleştirerek nasıl ikili bir varoluş biçimine dönüştüklerini gözlemlemek hem sanat tarihi hem de sosyoloji için verimli bir alan oluşturur.
İlişkiler ve Sanatsal Kariyer
Söz edeceğimiz bazı çiftlerin hikâyelerinden kişilerin sahip oldukları yaratıcı zihin ve sanatsal mirasa öteki olmadan ulaşamayacakları kanısı doğar. Öyle ki aralarındaki bağ sanki aşktan daha güçlü, sevgililikten daha kalıcıdır. Bu sanat çiftlerinin ister beraber ister ayrı ayrı olsun benzer temalardan, bakış açılarından ya da estetik kaygılardan beslendiğini görürüz.
Bu dosya sanat dünyasında iz bırakan çiftlerden bazılarının ilişkilerine ve sanatsal kariyerlerine dair derinlemesine bir bakış sunuyor. İlişkilerinin sanatlarını, sanatsal seçimlerinin ilişkilerini nasıl biçimlendirdiğine ve bunun sanat dünyasındaki yankılarına dair betimlemeler içeriyor. Gilbert ile George, Ugo Rondinone ile John Giorno, Herb ile Dorothy, Sylvia Plath ile Ted Hughes, Georgia O’Keeffe ile Alfred Stieglitz ve Patti Smith ile Robert Mapplethorpe’un ilişkilerine odaklanırken hepsinin kendine özgü, farklı kazanımlar içeren dinamikleri olduğu belirginleşiyor.
Yaratıcı Gücün Kaynakları
Bu dosyada ayrıntılı incelemelerde yer almayan ama adlarının anılmasının önemli olduğunu düşündüğümüz başka bazı sanat çiftleri arasında Frida Kahlo ile Diego Rivera, John Lennon ile Yoko Ono, Marina Abramoric ile Ulay, Ingeborg Bachmann ile Paul Celan, Gustav Klimt ile Emilie Flöge, Robert Rauschenberg ile Jasper Johns, Leonard Cohen ile Marianne Ihlen, David Hockney ile Peter Schlesinger, Lee Krasner ile Jackson Pollock, Kandinsky ile Gabriele Münter, Helen Frankenthaler ile Robert Motherwell, David Smith ile Dorothy Dehner, Edward Weston ile Tina Modotti, Christo ile Jeanne-Claude, Sonia Terk ile Robert Delaunay, Niki de Saint Phalle ile Jean Tinguely ve Aleksander Rodchenko ile Varvara Stepanova bulunuyor. Birlikte ya da birbirlerinden etkilenerek gerçekleştirdikleri yaratımlarıyla hem çağlarını hem de sanat tarihini etkileyen bu çiftler, sanatın aşkla ve gündelik hayatla iç içeliğini kanıtlar nitelikte. Sanat dünyasına kattıkları iz, eserlerinin yanı sıra ilişkilerinin anlatısını da barındırıyor. Bize yaratıcı gücün kaynakları hakkında yeniden düşünmeye davet ediyor.
“Ugo Rondinone: I ♥ John Giorno”
Ugo Rondinone & John Giorno
Çağdaş Sanatçı – Şair, Görsel Sanatçı ve Performans Sanatçısı
Yıllar boyunca –ölüm onları ayırana dek– bir arada olmuş ve sanatsal pratiklerinde birbirinden etkilenmiş ilk sanat çiftimiz Ugo Rondinone ile John Giorno. Çift, sanat dalları arasındaki geçişkenliğin ete kemiğe bürünmüş hâli adeta. Mix-media sanatçısı Ugo Rondinone ilişkileri boyunca işlerinde şair partneri John Giorno’nun mısralarından sıklıkla faydalanırken Giorno da Rondinone’nin sanatsal ifadesinin etkisinde kaldı.
1964 doğumlu İsviçreli çağdaş sanatçı Ugo Rondinone ile 1936 doğumlu Amerikalı şair, görsel sanatçı ve performans sanatçısı John Giorno, 1997 yılında New York’ta Giorno’nun katıldığı bir şiir performansında tanışırlar. İki yıl sonra bir sergi için işbirliğinde bulunan ikili o günden sonra hiçbir zaman ayrılmaz. Rondinone o zamanlar bir sanat simsarı ve galerici olan Eva Presenhuber ile evlidir. Rondinone’nin Giorno ile ilişkisini de kapsayan 2012 yılına dek süren bu evliliğin ayrıntıları pek bilinmese de bugün İsviçre ve Avusturya’da bulunan Eva Presenhuber Galeri’nin John Giorno’nun işlerinin yurtdışı temsilcilerinden biridir.
Andy Warhol’la da Birlikteydi
Rondinone ile tanıştığında 61 yaşında olan Giorno, şiiri sanat pratiğinin merkezine koyan ve daha görünür kılmak için görsel sanatlar, performans sanatları gibi farklı medyumlarla da iş yapan öncü bir figürdü. Giorno’nun hem işbirliği hem de romantizm içeren bilindik ilk ilişkisi Rondinone değildi. 1964 yılında Andy Warhol’un 321 dakikalık the Sleep filminde süre boyunca uyuyup Por Art’ın ikonlarından biri hâline geldiğinde Warhol ile birlikteydi.
Ardından Robert Rauschenberg ile iki yıllık bir ilişkisi olan Giorno, yine ressam Jasper Johns ile birlikte olmaya başladı. Pop Art’ın bilindik bu iki adı onu buluntu imgeleri kendine mal etme tekniklerini şiirlerine uygulama konusunda ilham oldu.
İşbirliğine ve multidisipliner üretime gebe sanat pratiğiyle adından sıkça söz ettiren Giorno, o yılları şöyle açıklıyor: “1960’ların başında pek çok sanatçıyla tanışma şansına sahip oldum. Andy Warhol, Jasper Johns, Robert Rauschenberg, John Cage, Trisha Brown ve Carolee Schneeman. Bir şair olarak beni asıl etkileyenler bu sanatçılar ve ressamlardı. İster bir performans ister bir resim olsun, akıllarında ne varsa onu yaptılar ve gerçekleştirdiler. Şiirin resim, heykel, dans ve müzikten yetmiş beş yıl geride olduğunu fark ettim. Kendi kendime dedim ki, bu sanatçılar bunu yapabiliyorsa, ben neden şiir için yapamayayım?”
“… ve Markiz’de Dehşetli Güzel” Sayısı şimdi hem basılı hem de dijital versiyonuyla satışta!
ArtDog Istanbul basılı dergi satış noktalarını görmek için tıklayın.
Şiir Hep Odağındaydı
Yine şiiri odağa alan projelerinden biri ise ilk kez 1968’de gösterilen Dial-A-Poem oldu. Şiirin erişilebilirliğini amaç edinen proje bugün hâlâ aktif. Bir telefon numarası ile 135 şair, sanatçı, müzisyen ve aktivistin 293 kaydına ulaşmak mümkün.1989 yılında ise sanat pratiğini biraz daha genişletip ilk “Poem Painting”ini yaptı. Mark Michaelson tarafından kendisi için tasarlanan bir yazı tipini kullanan Giorno, Budist metinlere olan ilgisini Pop estetiği ile birleştiren şiirlerinden alınan mısraları tuval üzerine serigrafi ile işledi.
“Ve Sonra Sevgili Olduk”
1997 yılına gelindiğinde 33 yaşında olmasına karşın sanat kariyerinde önemli noktalara gelmiş Ugo Rondinone, MoMA PS1’in Uluslararası Stüdyo Programına kabulüyle New York’a taşınır ve burada Giorno’nun bir performansını izledikten sonra şairle tanışır. Giorno, birlikte verdikleri bir söyleşide ilişkilerinin başlangıcını şöyle tanımlar: “1997 yılında Ugo, performanslarımdan birini izledikten sonra sergilerinden birinde yer alıp alamayacağımı sordu. Enstalasyonunun ardındaki fikir oldukça şaşırtıcıydı: ağaçlara yerleştirilmiş hoparlörler müzik değil, şiir yayıyordu. Ugo bunun benim sözlerim olmasını istedi. Bu yüzden konuştuk. İçmemiz gerekenden daha fazla içtik. Ve tabii ki kafayı bulduk. Ve sonra sevgili olduk. Bu kadar basit. Ve son on sekiz yıldır bu böyle.”
Bu uzun süre boyunca Ugo Rondinone döneminin ses getiren land art örneklerinden olan Nevada’daki Seven Magic Mountains (2016), Target Paintings serisi ya da Giorno’nun şiirinden etkilenerek yaptığı Everyone Gets Lighter (Herkes Hafifler, 2004) gibi birçok kariyerinde dönüm noktası olan işe imza atarken, Giorno’nun Rondinone üstünde hem romantik hem de sanatsal anlamda etkileri Ugo Rondinone: I ♥︎ John Giorno sergisi ile bütün meyvelerini verdi. 2015’te Rondinone’nin küratörlüğünde Palais de Tokyo için hazırlanan sergi; 2017 yılında New York’ta 13 ayrı mekânda resim, film, ses enstalasyonu, çizim, arşiv sunumları ve video ortamı ile Giorno’nun hem kendi çalışmalarını hem de ilham verdiği çalışmaları içeriyor. Sanat dünyasında etkili çift, 2019’da Giorno’nun ölümünden iki yıl önce, 2017’de evlendi.
“İşbirliği Değil Birlikte Üretmek”
Gilbert & George
Sanatçı İkilisi
Bugün seksenlerinde olan Gilbert Prousch ve George Passmore, belki de sanat dünyasının birlikte üretme pratiğiyle en çok bilinen çifti. Sanat üretimlerinde “işbirliği” içinde olma ifadesinden kaçınıyorlar. Independent’a 2023’te verdikleri bir söyleşide Gilbert işbirliği sözcüğünü reddederek, “Yaptığımız şeyi tek başımıza asla yapamazdık,” ifadesini kullanıyor.
Tek bir varlıkmışçasına yaşamlarını sürdüren Gilbert ve George, 1967’de St Martin’s School of Arts’ta birer heykel öğrencisiyken tanıştılar. Okul yıllarından itibaren hem hayat hem sanat pratiklerinde ayrıksı bir ikili oldular. 2022’de Ron Brownson’a verdikleri bir söyleşide, “İnsani anlamı olan, bir amacı olan sanat eserleri yaratmak istedik. Hayatı şekillendirebilen, yarınları şekillendirebilen, seks, para, yaşam, korku, suç ve ölümle konuşabilen. Sanat hakkında sanat değil, şekiller hakkında biçimci sanat değil. Biz asla şekiller istemedik, biz sadece önümüzde insanlığı istedik,”diyerek o günden bugüne süregelen sanat pratiklerini özetlerler. Biçim, form, renk ve açıların öne çıktığı okul eğitiminin sonunda, hocaları Anthony Caro bu farklılıklarına gönderme yaparak, “Başarılı olamayacağınızı umuyorum ama olabileceğinizi düşünüyorum,” der. Öngörüsünün doğru çıkması uzun zaman almaz ve Gilbert ve George kendi bedenleri başta olmak üzere insan formunu olduğu gibi kullanarak büyük başarı elde ederler. 1969 yılında The Singing Sculpture (Şarkı Söyleyen Heykel) adlı performansları kısa sürede beğeni kazanır ve gerçekleştirmek üzere dünyada birçok yere davet edilirler.
Herkes İçin Sanat
Otoportrelerini toplumsal temalarla harmanlayan, izleyicileri kimlik ve kültürle ilgili karmaşık konularla ilgilenmeye davet eden kışkırtıcı eserler ortaya koyan çift, kapsayıcı ve erişilebilir sanat eserleri yaratmayı önemsiyor. Kişinin geçmişi, eğitimi, ırkı ya da cinsel yönelimi ne olursa olsun “herkes için sanat” kavramını ortaya attıklarında bu dönemleri için oldukça devrimsel nitelikteydi. Bu kavramı yalnızca söylemlerine değil sanat pratiklerine de yediren sayılı sanatçılardan ikisi olarak hâlâ üretmeye devam ediyorlar. “Herkes için sanat” kavramını işlerine uygularken en sık kullandıkları yöntemlerin arasında “Yaşayan Heykeller” var. 1960’lardan bu yana sürdürdükleri bu hem performans sanatı hem de heykelle ilişkilendirilebilecek form, sanatı galerinin kapalı kapılarının ardında kalan bir yapı olmaktan çıkarıp gündelik varoluşun bir parçası hâline getiriyor.
Yüksek Sanat Kavramına Karşılar
Sanatın demokratikleşmesi konusunda adımlarıyla bilinen çift, bunun için bütün toplumun aşina olduğu din, cinsellik ve farklı toplumsal konuları ele alarak tema anlamında erişilebilirlik sağlamayı amaçlıyor.
Çift yüksek sanat kavramına da karşı çıkıyor; popüler kültür ile yüksek sanat arasındaki aşılmaz görünen farkı yıkmaya çalışıyor. Anlamlı, kavramsal olarak doygun sanatın pekâlâ gündelik hayat deneyimlerinden doğabileceğini savunan çift, elitizme bu anlamda karşı tavır koyuyor.
Sayısız başarının yanı sıra 1986 yılında Turner Prize’ı alan ikili; performans, çizim, video ve en çok da fotoğraf alanlarında üretimlerine devam ediyor.
Gilbert & George politik olarak geri kalan sanat dünyasıyla farklı bir yerde duruyor. Kendilerini muhafazakâr olarak tanımlıyor ve sanatın solla özdeşleştirilmesini eleştiriyorlar. Margaret Thatcher’a büyük hayranlıklarıyla ve Brexit’e açık destekleriyle bilinen çiftin dile getirmekten çekinmedikleri, sıklıkla işlerine yansıttıkları başka bir hayranlıkları da İngiliz monarşisine karşı.
Romantik nedenlerden çok vakıflarının getirdiği pratik gerekliliklerden 2008’de evlenen Gilbert ve George, aşkı dünyadaki en büyük ikinci itici güç olarak tanımlıyor. İlki ise seks, cinsel çekim. İkili sanatın başlangıcının da cinsel çekim olduğunu ifade ediyor.
“Minimal Sanatın Ebeveynleri”
Herb & Dorothy
Sanat Koleksiyonerleri
Sanat koleksiyonerleri yeni bir bakış açısı getiren, hem sanat anlayışı hem de pratik anlamda koleksiyonerlik konusunda bir benzeri daha olmayan çift Herb ve Dorothy Vogel, dönemlerinin etkin figürlerindendi.
Liseyi bitirmeyen Herb Vogel çeşitli mesleklerle uğraştıktan sonra İkinci Dünya Savaşında görev aldı. Dorothy ise kütüphanecilik üstüne yüksek lisans eğitimi almıştı. 1962 yılında evlendiklerinde ve emekli olana dek Herb bir postane çalışanı, Dorothy ise bir kütüphaneciydi. Evliliklerinin ilk yıllarında ikisi de resim dersleri alsalar da bir süre sonra sanata olan tutkularını koleksiyonerliğe yönlendirdiler. Tutkun oldukları minimal sanat ve kavramsal sanat alanlarında eser sahibi olmak için gelirlerini ikiye bölmüşlerdi. Kira kontrollü tek yatak odalı Manhattan’daki evleri ve yaşam giderleri Dorothy’nin maaşından karşılanırken Herb’ün postanedeki işinden gelen geliri tamamen sanat alımına ayrılmıştı.
Minimalist, Kavramsal ve Post-Minimalist
Yıllar içinde Herb & Dorothy’nin koleksiyonunda olmak sanatçılar için bir ayrıcalık hâline gelmiş, varlıkları minimal ve kavramsal sanatın görünürlüğüne büyük katkı sağlamıştı.
İş seçimlerinde pratik ve kavramsal normlar güdüyorlardı. Aldıkları iş evlerine sığabilecek ve metro ya da taksi ile götürebilecekleri küçüklükte olmalıydı. Ana odakları ise minimalist, kavramsal ve post-minimalist işlerdi. Sadece birlikte yaşayabilecekleri sanat eserlerini toplayan ve finansal yatırımdan çok duygusal bağa önem veren çift, koleksiyonları büyüdükçe işleri yataklarının altı, banyoları gibi birçok yerde muhafaza ettiler. İşleri sanatçıların atölyelerine ziyaretlerde bulunarak, uzun soluklu ilişkiler geliştirerek ediniyorlardı ve çoklukla ödemeleri bölerek yapıyorlardı. Bir süre sonra galeri sisteminin tepkisini çeken bu alım biçimini sürdüren çift, bir yandan da sanatçılarla uzun sohbetleri sırasında sanata yön veren birer figür hâline geldiler. Farkında olarak ya da olmayarak Sol LeWitt ve Richard Tuttle gibi bilindik sanatçılarına kariyerlerinin çok erken basamaklarında destek oldular.
Koleksiyonlarını Bağışladılar
Koleksiyonerliğe, koleksiyonlarını yatırım amaçlı kullanmamaları açısından da yeni bir anlayış getiren Herb ve Dorothy çifti 1992 yılında bütün koleksiyonlarını National Gallery of Art’a devrettiler. Bu seçimleri sanata yaklaşımlarını özetler nitelikle: müze çünkü giriş ücreti almıyor ve bağışlanan eserleri satmıyor. Böylece sanat eserlerinin kamuya açık olmaları sağlanıyordu. Koleksiyonlarını bağışlamalarının başka bir nedeni ise sekiz kedi, yirmi kaplumbağa ve balıklarıyla paylaştıkları evlerinde sanat eserlerini koruyamama kaygısıydı. Manhattan’daki bir oda bir salonluk evlerinden 2400 sanat eseri 5 adet kamyonla müzeye getirildi. Gelecek yıllarda Vogel çifti müzenin yaptığı küçük yıllık ödemelerle eser almaya devam edecekti.
Herb & Dorothy koleksiyonunun önlenemez artışı müzeyi ABD’deki öteki kurumlarla işbirliği içinde The Dorothy and Herbert Vogel Collection: Fifty Works for Fifty States projesini yapmaya itti. 50 eyalette bulunan 50 müzeye 50’şer işin gösterimine olanak tanıyan projede böylece Vogel’ların 2500 işi yuva bulmuş oldu. Koleksiyonları bugün LeWitt ve Tuttle’ın yanı sıra Robert Barry, Edda Renouf, Michael Goldberg, Richard Francisco, Roy Lichtenstein, Robert Mangold ve Cindy Sherman’ın işlerinin de bulunduğu 4782 işten oluşuyor.
“Birlikte Olmak İçin Yaratıldık”
Vogel’ların hayatına dair Megumi Sasaki’nin iki belgesel filmi bulunuyor. 2008’de yayınlanan Herb & Dorothy, ikilinin koleksiyonlarını nasıl oluşturdukları ve National Gallery of Art’a bağışlama sürecini kapsarken; 2013’te yayınlanan ikincisi Herb ve Dorothy 50×50, 50 eyalete 50’şer işin dağıtım sürecine ışık tutuyor.
Tam adıyla Herbert Vogel 2012 yılında 89 yaşındayken bir huzurevinde hayatını kaybederken Dorothy bugün hayatta, Herb’le berbaber yaptıkları bir şey olduğu için artık eser almasa da koleksiyonlarının görünürlüğü çalışmalarını sürdürüyor. Bir söyleşisinde, “Hiçbir pişmanlığım yok,” diyor Dorothy. “Harika bir hayatım oldu. Herb ve benim birlikte olmak için yaratıldığımıza inanıyorum.”
“Sayfalar Dolusu Birliktelik”
Georgia O’Keeffe ile Alfred Stieglitz
Ressam – Fotoğraf Sanatçısı
Ressam Georgia O’Keeffe, Alfred Stieglitz ile tanıştığında Stieglitz 52 yaşındaydı, Manhattan’da 291 diye bilinen avangard bir galerisi vardı ve New York sanat dünyasının en önemli simalarından biriydi. O’Keeffe ise Teksas’ta 28 yaşında bir sanatçı ve sanat dersleri veren bir öğretmendi.
Tanışmaları sanat vasıtasıyla olur. Bir arkadaşı Stieglitz’e O’Keeffe’nin soyut karakalem çalışmalarından bazılarını gönderir. Aynı yıl Stieglitz onları galerisinde sergiler, yalnız O’Keeffe’nin iznini almayı unutmuştur.
Binlerce Mektuplaşma
Aralarında böylece mektuplaşmalar başlar. 1916 yılında O’Keeffe’nin New York’a ziyaretiyle aralarındaki ilişki dönüşüm geçirir. O’Keeffe 4 Kasım 1916’da Canyon, Teksas’tan Stieglitz’e şöyle yazacaktır: “Senden o kadar çok hoşlanmaya başlıyorum ki bu beni bazen korkutuyor … Sana kendimi bu kadar çok anlattıktan sonra – tanıdığım herkesten daha fazla – seni istememden başka bir şey olabilir mi?” Stieglitz ise 2017 tarihli bir mektubunda, “Seni nasıl da fotoğraflamak istedim – ellerini – ağzını – ve gözlerini – ve siyahla sarmalanmış bedenini – beyazın dokunuşunu – ve boğazını – ama zamanını bölmek istemedim – ” der.
İlişkilerinin belki de en dikkat çekici yanı bu mektuplardır. 1946’ya dek aralarında 5 binden fazla mektuplaşma olur; birbirlerine, kendi hayatlarına, gündelik konulara dair yaklaşık 25 bin kâğıt doldurmuşlardır.
Bu mektupların ilk cildinin yer aldığı My Faraway One: Selected Letters of Georgia O’Keeffe and Alfred Stieglitz kitabı editörü Sarah Greenough, Stieglitz’i şöyle tanımlar: “Stieglitz son derece karizmatik bir insandı, inanılmaz derecede bencil ve narsistti ama insanlarla derin bir iletişim kurma yeteneği vardı.”
İlişkilerinde Çatlaklar Oluşur
İlham O’Keeffe New York’a taşınmaya karar verir. Stieglitz bununla ilgili endişelerini mektubunda belirtse de bir yandan büyük bir heyecan içindedir. O’Keeffe ile taşınır taşınmaz birlikte yaşamaya başlarlar. Stieglitz o zamanlar Emmeline Obermayer ile evlidir ve bir kızları vardır. Bu evlilik 1924’e dek sürer, Stieglitz hemen ardından aynı yıl O’Keeffe ile evlenir.
Kişisel ilişkilerinde aralarındaki tutku sanatta Stieglitz’in ona rehberlik etmesi, O’Keeffe’nin ise Stieglitz’in ilham perisi olmasıyla katman katman artar. Yine de ilişkilerinde belirgin çatlaklar vardır. Bunlardan ilki Stieglitz’in O’Keeffe’yi de yanına alarak yaz dönemini ailesiyle Lake Georgia’da geçirmesi O’Keeffe’nin kendini sanatsal özgürlüğünün elinden alınmış gibi hissetmesine neden olur. İkincisi ise O’Keeffe’nin çocuk istemesi ve Stieglitz’in bu konudaki gönülsüzlüğüdür.
Bu arada O’Keeffe çoklukla da Stieglitz’in desteği sayesinde kariyerinde iyi bir noktaya gelmiştir. 1929 yılında New Mexico’ya gitmeye karar verir. Taos’ta sanata desteğiyle bilinen Mable Dodge Luhan’ın yanında kalır. Orada hem gördüğü her şeyden büyülenir hem de nefes aldığını hisseder.
“Belki Bunun İçin Beni Sevmeyeceksin”
Taos’ta geçirdiği iki aydan sonra Stieglitz’e şöyle yazar: “İçimde çok fazla hayat var – her zaman sana doğru hareket ederken kontrol edildiğinde – bir şeye doğru hareket edemezse öleceğini fark ettim … Uzaklaşmayı seçtim çünkü burada en azından kendimi iyi hissediyorum – ve bu bana içimde çok uzun ve düz büyüdüğümü hissettiriyor – ve çok durgun – Belki bunun için beni sevmeyeceksin – ama benim için senin için yapabileceğim en iyi şey bu gibi görünüyor – Umarım bu mektup seni incitmez – Bu dünyada yapmak istediğim son şey. Bugün yağmur yağıyor.”
İlişkileri artık ayrı bir rotaya girmişti. Stieglitz’in hayatını kaybettiği 1946 yılına dek evli kalsalar da birçok çalkantı yaşadılar. O’Keeffe sanatında her gün daha fazla başarı elde ediyordu. Stieglitz’ten esinlendiği temalardan uzaklaşmıştı, New Mexico’nun doğasının etkisi işlerinde sıklıkla görünüyordu. Artık altmışlarının ortasında olan Stieglitz ise O’Keeffe’nin yükselen kariyerinin kendi mirasını gölgeleyebileceğinden endişeliydi. Yine de O’Keeffe’nin işlerini galerisinde sergilemeye devam etti. Çift sanatsal ve kişisel, hem birbirleriyle hem de hayatla mücadelelerini yine sayısız mektuba döktü. Bu arada O’Keeffe yılın yarısını New Mexico yarısını New York’ta geçirerek hayatını sürdürüyordu. 1949 yılında, Stieglitz’in ölümünden üç yıl sonra tamamen New Mexico’ya taşınacaktı.
Mektuplaşmaları Devam Etti
1940’lı yılların başında Stieglitz’in bozulan sağlığı aralarındaki çatışmaya rağmen O’Keeffe böylece New York ve New Mexico arasında birçok seyahat gerçekleştirerek Stieglitz’e baktı. Aralarındaki mektuplaşmalar Stieglitz’in yaşadığı hayal kırıklığı ve güvensizliği barındırırken O’Keeffe alan ve yaratıcı özgürlük gereksiniminden söz ediyordu. İlişkileri ve mektuplaşmaları Stieglitz’in 1946 yılında ölümüne dek devam etti. 1986’da 98 yaşında hayatını kaybeden Georgia O’Keeffe modern sanatın en önemli figürlerinden biri sayılıyor.
“Ölümden Sonra Hayat”
Sylvia Plath & Ted Hughes
Şair ve Yazar İkili
Amerikan edebiyatını olduğu kadar dünya edebiyatını da etkileyen şair ve yazar Sylvia Plath, duygusal yoğunluğunun gücü ve kullandığı canlı imgelerle kendine genç yaşta ayrıksı bir yer edindi. Özellikle şiir kitabı Ariel ve romanı Sırça Fanus ile anılan şair ve yazar, depresyon gibi psikiyatrik durumları cesurca dile getiren üslubu ve kadının uğradığı toplumsal baskıları ele alış biçimiyle büyük yankı uyandırdı. Kadın karakterlerinin ağırlığı ve deneyimlerini ustalıkla betimlemesi onu feminist edebiyatın da köşe taşlarından biri hâline getirdi. Bütün bu edebî kariyer ne yazık ki hayatta olduğu otuz kısa yıl içinde gerçekleşti.
“Kendimizi Aniden Evlenirken Bulduk”
Kendisi gibi şair olan Ted Hughes ile tanıştığında Plath 23, Hughes 25 yaşındaydı. Plath ilişkilerini, BBC’ye Hughes ile birlikte verdikleri 1961 tarihli bir söyleşide, “Bir dergide Ted’in bazı şiirlerini okumuştum ve çok etkilenmiştim, onunla tanışmak istedim. Küçük bir kutlamaya gittim ve aslında orada tanıştık. Sonra birbirimizi çok sık gördük. Ted Cambridge’e döndü ve birkaç ay sonra kendimizi aniden evlenirken bulduk… Birbirimize şiirler yazmaya devam ettik. Sonra bu durum, sanırım, ikimizin de çok fazla yazdığını ve bunu yaparken çok iyi vakit geçirdiğimizi hissetmemizden kaynaklarındı ve bunun devam etmesi gerektiğine karar verdik,” sözleriyle anlatır.
Plath, Hughes’la evlilikleri sırasında ses getiren şiir kitabı The Colossus and Other Poems’i yayımlanır (1960). Altı yıl boyunca tutkuyla yaşamaya ve üretmeye devam eden çiftin ilişkisi Hughes’un başka bir kadınla beraber olmasıyla son bulur. Hayatı boyunca depresyonla mücadele eden Plath, Hughes’la ayrıldıktan dört ay sonra otuz yaşında intihar eder.
Çocuklarına ekmek ve süt hazırlar, kendini mutfağa kapayıp gazlı fırını açar ve kafasını içine sokar. Öldüğünde kızı iki buçuk, oğlu bir yaşındadır. Özyaşamöyküsel romanı Sırça Fanus (The Bell Jar) henüz yayımlanmıştır.
Hep Tartışılan İsim: Ted Hughes
Plath’in ölümünden sonra Hughes’un Plath’ten ayrılmasına neden olan Assia Wevill ile ilişkisi de trajik biçimde sonlanır. Wevill 1969 yılında dört yaşındaki kızlarına uyku hapı verir, ardından gazı açar ve ikisinin de ölümüne neden olur.
Ted Hughes’un önce Sylvia Plath, ardından Assia Wevill ile ölümleriyle biten ilişkisi edebiyat dünyasının en çok tartışılan konularından biri olmaya devam ederken, Hughes’un ölümünden sonra Plath’in eserlerinin edebî vasisi olması tartışmaları alevlendirir. Hughes’un Plath’in henüz yayımlanmamış eserleri üstündeki editöryel kontrolünü Plath ve kendisinin okurlar gözünden imajını kontrol etmek ve düzenlemek için kullandığı düşünüldü. 1965 yılında Ariel’i yayımlandığında depresyonla savaşı ve Ted Hughes’la ilişkisinde çektiği acılar su yüzüne çıktığında Hughes bu kez kendini korumak amacıyla şiirlerin sırasını değiştirmek ve seçici bir düzenleme yapmakla suçlandı. Plath’in koleksiyon için ayırdığı on iki şiiri çıkarmış ve kendi seçtiği on iki şiiri de koleksiyona dahil etmişti. Ariel’in tekrar orijinaline göre düzenlenmiş hâli ancak 2004’te yayımlandı.
Plath’in Katili Olarak Konumlandırıldı
Sylvia Plath’in 1982 yılında Seçme Şiirler ile ölümünden sonra kazandığı Pulitzer Prize’ın da katkısı olduğu dünya çapında artan ününe ve Hughes’un bu ün karşısında Plath’in katili olarak konumlandırılmasına Hughes karşılık vermez. 1989 yılında aldığı tehditler ve hakaretlere karşı The Guardian için “Sylvia Plath’in Huzur İçinde Yatması Gereken Yer” yazısını kaleme alır. Bu yazıda, “Ölümünden hemen sonraki yıllarda, akademisyenler bana yaklaştığında, Sylvia Plath hakkındaki gerçekler konusunda görünüşte ciddi olan endişelerini ciddiye almaya çalıştım. Ama dersimi erken almıştım. Bazı hayalleri düzeltmek umuduyla onlara bir şeyin tam olarak nasıl olduğunu anlatmak için çok uğraşırsam, büyük olasılıkla ifade özgürlüğünü bastırmaya çalışmakla suçlanacaktım. Genel olarak, Plath Fantezisi ile ilgili herhangi bir şey yapmayı reddetmem, ifade özgürlüğünü bastırma girişimi olarak kabul edildi… Sylvia Plath hakkındaki fanteziye gerçeklerden daha fazla ihtiyaç var. Bu durumda onun (ve benim) hayatının gerçeklerine, anısına ya da edebî geleneğe saygı nerede kalır, bilemiyorum,” der. Yine de tartışmalar Hughes’un ölümünden sonra da Plath’in terapistine gönderdiği mektupların yayımlanmasıyla yeniden alevlenir. Mektuplara göre Plath, Hughes’tan psikolojik ve fiziksel şiddet görmüştür.
Doğumgünü Mektupları
Hughes sevgilisi Assia Wevill’in ölümünün ardından 1970 yılında Carol Orchard ile evlenir, bir çocukları olur ve Hughes’un ölümüne dek evli kalırlar. 1984 yılında Hughes, Poet Laureate of the United Kingdom olarak atanır. Hughes yirminci yüzyılın en önemli şairlerinden biri kabul edilse de her zaman Sylvia Plath’in ölümüyle özdeşleştirilir. Ted Hughes’un 1998 yılında Birhday Letters adıyla yayımlanan, Türkçeye Şavkar Altınel ve Roni Margulies’in ustalıklı çevirisiyle kazandırılan Doğumgünü Mektupları kitabı, yıllar boyunca susmayı tercih eden Hughes’un Plath ile ilişkilerinin ayrıntısını içeren şiirlerini barındırır. Kitap bir anda çoksatan olur ve Forward Prize of Poetry’e layık görülür. Şair aynı yıl kanserden ölür.
Kitaptaki “Ölümden Sonra Hayat” şiirinde şöyle der:
“Ölümden sonra hayat hakkında
Bilmediğin ne var ki söyleyebileceğim sana?
Oğlunun gözleri, Slav, Asyalı,
Uzun kirpikli göz kapaklarıyla bizi şaşırtan
Ama sonra tam senin
Gözlerine dönüşen o gözler,
Islak birer mücevher oldular,
Yüksek bebek iskemlesinde yemek verirken ona ben
En sert maddesi oldular en saf acının.”
(Ted Hughes, Doğumgünü Mektupları, YKY, 1998. çev: Şavkar Altınel, Roni Margulies)
Kitabı Plath’ten çocukları kızı Frieda ve şiirde sözü geçen oğlu Nicholas’a ithaf eder. Nicholas Hughes 2009 yılında kendini asarak intihar eder. Kızları Frieda ise ebeveynleri gibi bir şair, yazar ve ressam.
Sylvia Plath ve Ted Hughes ilişkisi trajedilerle dolu olsa da bugün ikisi de çağdaş şiirin en büyük adları olarak anılıyorlar.
“Tanımların Ötesinde”
Patti Smith ile Robert Mapplethorpe
Müzisyen, Yazar ve Şair – Fotoğraf Sanatçısı
Bugün evrensel üne sahip müzisyen, yazar, şair ve aktivist Patti Smith ile fotoğraf sanatçısı Robert Mapplethorpe’un ilişkisi, Mapplethorpe’un 1989’da ölümüne dek farklı biçimler alarak sürdü. Smith memleketi Philadelphia’dan New York’a bir otobüsle vardığında 21 yaşındaydı. O günleri, “Kimse beni beklemiyordu. Her şey beni bekliyordu,” sözleriyle anlatan Smith, Philadelphia’da zorluklarla dolu bir hayattan gelmişti. Bir yıl önce bebeğini doğurduktan sonra evlatlık vermişti, sonradan Piss Factory şarkısına ilham olacak bir fabrikada düşük bir maaşla çalışıyordu.
“Ve Bana Gülümsedi”
New York’a vardığı ilk gün Robert Mapplethorpe’la karşılaşır. Smith, Mapplethorpe’la tanışmalarını şöyle anlatır: “3 Temmuz 1967 günü öğleden sonra, uyuyan bir çocuğun başında durdum, çocuk uyandı ve bana gülümsedi. … Robert Mapplethorpe ile böyle tanıştım. Küçük ekose bir bavulla evden ayrılmıştım ve kalacak yerim yoktu. Onunla tamamen tesadüfen, bazı ortak arkadaşlarımızın eski dairesine sığınmak isterken tanıştım…”
Bundan sonra hiç ayrılmayan çiftin çok az parası vardır, kaldıkları yerler ve işleri kalıcı değildir. İkisi de New York sanat dünyasında kendini bulmaya çalışan birer sanatçıdır. Bu süreçte birbirlerinin en büyük destekçisi olurlar. Smith, Mapplethorpe’un bu şartlar altında sanata tutunuşunu söyle betimliyordu: “Robert içten içe tüm engelleri aşmaya hazırdı ve nazik bir tavır içinde olsa da kendi seçtiği mesleğe sarsılmaz bir inancı vardı. Kaderinde bir sanatçı olmak vardı, mücadele ve vahiyle dolu bir çağrı.”
Birbirlerinin İlhamı, Destekçisi, Yoldaşıydılar
Mapplethorpe’la ilişkileri genel geçer kavramlarla açıklanamayacak nitelikte ve derinlikteydi. Romantik ilişkilerinin yanı sıra birbirlerinin ilhamı, destekçisi, yoldaşıydılar.
Smith, kendi sözleriyle, sanatçıların kardeşliğine girmeyi arzuluyordu. Mapplethorpe’la beraber bu arzusu gerçek oldu ve kısa zamanda çift bu kardeşliğin öncü figürleri hâline geldi.
Türkçeye Yiğit Değer Bengi tarafından Çoluk Çocuk adıyla çevrilen Just Kids kitabında Patti Smith, Mapplethorpe’layıllar içinde dönüşen ilişkilerini anlatırken, ilk gençlik yıllarından sevgiyle söz eder. “Hippi çoban çocuk” diye nitelendirdiği Mapplethorpe ile her gün, kendi sözleriyle, artık yalnız olmadıklarını bilerek uyanırlar.
Daima Birbirlerine Destek Oldular
Yine de hayatları kolay değildir. Parasızlık ve kendilerini bulma süreçleri ilişkilerinin birincil dinamiklerindendir. Önceleri tanıdıklarının evlerinde kalırken aylık kirası 80 dolar olan Brooklyn’deki 60 Hall Street’e taşınırlar. Kendilerini bulmada ve sanatsal üretimlerinde önemli bir rol oynayan bu evin ardından kaldıkları en bilindik yer, Smith’in sanat alanında mükemmel bir eğitim sağlayan “muazzam bir şans” olarak tanımadığı Chelsea Hotel’dir.
İlişkilerinin romantik ekseni Mapplethorpe’un San Fransisco’ya giderken eğer Smith kendisiyle gelmezse erkeklerle ilişki kuracağını söylemesiyle değişir. Mapplethorpe San Fransisco’ya taşınır ve New York’a erkek partneriyle döner.
Smith ilişkilerinin bu yeni hâlini kitabında şöyle ifade eder: “Onunla asla bir erkekle kurduğu gibi bir ilişki kuramayacağımı biliyordum. Ama tabii ki zaman geçtikçe, Robert’la sahip olduğumuz şeye, kadın ya da erkek, başka hiç kimsenin sahip olamayacağını fark ettim.”
Bu akraba ruhlar romantizmin ötesinde, cinsel yönelimin dışında bir bağı paylaştıklarına dair ortak bir anlayışa sahipti. Birbirlerine destek olmaya ve kariyerlerinde yükseltmeye devam ettiler. Bu yükseliş 1975’te Patti Smith’in the Patti Smith Group’la birlikte Horses albümünü çıkarmasıyla doruk noktasına ulaşır. Albüm kapağı fotoğrafı tabii Robert Mapplethorpe’un objektifindendir.
“Çoluk Çocuk”la Verdiği Sözü Tutar
İkisi için de hayat bütün hızıyla devam eder. Patti Smith 1980 yılında gitarist Fred “Sonic” Smith’le evlenir ve iki çocukları olur. Mapplethorpe ise artık New York sanat dünyasının bilindik simalarından biridir. Fotoğrafları içerdiği açık homoerotik imgeler ve sado-mazoşist imgelerle tartışmalara yol açsa da aynı nedenler onu sanat dünyasında önemli bir figür hâline getirir. 1972’de küratör Sam Wagstaff’la başlayan ilişkisi, Wagstaff’ın 1987’de AIDS’ten ölmesine dek sürer.
1986 yılında Mapplethorpe’a da AIDS teşhisi konur. Smith ona sonradan Çoluk Çocuk kitabını yazarak verdiği sözütutar: Hikâyelerini anlatacaktır. Hastalığı sırasında sürekli iletişimde olan bu iki kadim dost sık sık görüşür ve mektuplaşırlar. Smith, Mapplethorpe’a son mektubunda, “… Geçen öğleden sonra, sen omzumda uyuyakaldığında ben de uyuyakaldım. Ama bunu yapmadan önce, etrafımdaki tüm eşyalarına ve çalışmalarına bakarken ve yıllarca yaptığın çalışmaları zihnimde gözden geçirirken, tüm çalışmaların arasında hâlâ en güzelinin sen olduğunu fark ettim. En güzel eserin,” der.
Robert Mapplethorpe1989 yılında öldükten yıllar sonra, 2018’de, Ondi Timoner tarafında Mapplethorpe adlı bir belgesel çekilir. Bugün 77 yaşında olan Patti Smith, Mapplethorpe’un ölümünün ardından 1994’te kocası Fred “Sonic” Smith’i ve kardeşi Todd Smith’i kaybeder.