Sahilden Bostancı - ArtDog Istanbul

Sahilden Bostancı

/

Ersoy, 2014 yılında yayımlanan ilk kitabı Sahilden Bostancı ile adından oldukça söz ettirmiş ve kitap yayımlandığı yıl Radikal Kitap’ın ‘2014’ün en iyi 100 kitabı’ arasına girmişti. Öykücülüğümüzdeki büyük tırmanışa Gül Ersoy’un yeni bir kitapla katılması beni çok mutlu etti. Zira yedi yıl okur ve yazar arasına oldukça uzun bir araydı ve bu ara son buldu.

Öncelikle şunu soralım: Sahilden Bostancı ile Sen Kimseyi Sevemezsin arasında bir devamlılık ilişkisi var mı?

İki kitap arasında belirgin bir devam ilişkisi yok. İkisi ayrı temalarda öykülerle oluşturuldu fakat yazım dilinde yakınlık var denebilir. Sahilden Bostancı’da kişisel tarihimle çakışan öyküler yer alıyordu fakat Sen Kimseyi Sevemezsin’de öyküler başka dünyalara açıldılar. Karakterler renklendi. Farklı bakış açılarıyla yazdım bu öyküleri. Eleştiri dozu arttı da denebilir, sistemi, insan olma halini, kimlikleri sorguladığım öyküler yazdım. Dünya’nın değişimiyle öykülerim de değişti denebilir.

Kahramanlarınızı büyük, kozmopolit kentlerde dolaştırmayı seviyorsunuz. Kent ne anlam ifade ediyor sizin için? Nasıl bir zemin yaratıyor karakterlerinize?

Evet, karakterler kozmopolit kentlerde dolaşıyor, kendi hikâyelerini anlatıyorlar. Kent benim için yaşamın bir nehir gibi aktığı kaynaklar. Zemin olarak kentleri seçmemin sebebi çeşitlilik. Her türlü karakteri bulabiliriz kentlerde. Öyküler sokaklardan doğuyor. Kent gibi büyük yerleşim merkezlerinde çok çeşitliliğe de rastlamak mümkün. Dönüp öykülere baktığımda karakterlerim kentlerde yaşıyor, oradan hayat buluyorlar. Kent benim için önemli, kendi yaşamamım için de öykü karakterlerim için de çok sesli bir evren yaratıyor kent. Kentteki renkliliği seviyorum, bu zeminde şekillenen öyküler çıkıyor kalemimden.

Metropollerde yabancılık, mültecilik, göçmenlik ağırlıklı olarak kullandığınız temalar. Farklı kentler ve farklı coğrafyalar, küreselleşmenin getirdiği bir kaynaşmayı mı yoksa daha olumsuz anlamda yurtsuzluğu mu ifade ediyor sizin için?

Küreselleştirmenin getirdiği kaynaşma yurtsuzluktan sebepleniyor. Göçmenler ne gittikleri yeri ne de geride bıraktıkları ülkeyi yurt edinebiliyor. Yabancılık bir hayat biçimi haline dönüşüyor. Dünyanın son haline baktığımızda neredeyse nüfusun yarısı göçmen ve yer değiştirir durumda. Bu insanların hikâyeleri beni etkiliyor. Yurtsuzluk, kök salamamak, ait olamamak ilgilendiğim konular. Ben de uzun zaman kendimi bir gezgin olarak tanımladım. Yurtsuzların arasında yaşadım, göçmenlerle arkadaşlık ettim. Öykülerimin yazımını etkileyen hikâyeler dinledim. Farklı coğrafyalarda dolaşmak ister istemez yazıyı dönüştürüyor. Yaşadığımız, gördüğümüz, duyduğumuz öykülerle şekilleniyor yazı. Yurtsuzluğun getirdiği hüzün, ayrıksılık, öteki olmak da öykülerime yansıdı. Evet, bir anlamda kaynaşma ama bir anlamda da büyük ayrılıkların, acıların sebebi yurtsuzluk benim için.

 

Kentin gündelik hayatında hep var olan karşılaşmalar ve tesadüfleri de epey barındırıyor öyküleriniz? Bu karşılaşma anları insan öykülerini nasıl etkiliyor?

Tesadüf dediğimiz karşılaşmaların aslında sebepsiz yere başımıza gelmediğini düşünüyorum. Mutlaka bir sebeple bir başkasının hayatına dahil oluyoruz. Karşılaştığımız her insanla birlikte öykümüz değişiyor. Ne sebeple hayatımıza giriyorsa, o insandan bir ders alıp, onu geleceğe uğurluyoruz. Buna inanıyorum. Böyle bakıldığında iyi ve kötü yok. Sadece almamız gereken bir ders var. İyinin içinde kötü, kötünün içinde de iyi var. Bu benim yaşam felsefem. Bu düsturda yazdığım için hayatımızı biçimlendiren karşılaşmalar öykülerime de yansıdı. Tesadüf yoktur, alınması gereken bir ders vardır, insan öykülerini değiştiren de bu tesadüflerden sonra verilen kararlardır. Her zaman iki yok çıkar karşımıza. Biri gidilmesi gereken yok, diğeri de gidilmemesi. Her kavşakta bir ders vardır ve yeni karşılaşmalar hayatı yontup şekillendirir.

İlginizi çekebilir:  “Yazarlık Mülteciliktir.”

Sen Kimseyi Sevemezsin’de sisteme karşı eleştiri dozu biraz artmış görünüyor. Sahilden Bostancı’dan bu yana ne değişti, neden daha eleştirel ve daha karamsar bir ton var?

Evet, eleştiri dozu arttı. Demek ki, eleştirecek şeyler çoğaldı. Farklı bir bakış açısıyla yazıldı ikinci kitap. Karamsarlığa gelince, dünya değişti ben de değiştim, iyi biryere gitmiyor dünya, insanlar vahşileşiyor, doğal kaynaklar tükeniyor, ekonomik krizler küresel anlamda darboğaza sokuyor herkesi. Karamsarlık bu karanlıktan şekilleniyor. Şimdi bir de virüs çıktı ve daha da kötü bir hal aldı dünya. Bu atmosferde çok da neşeli öyküler kaleme almak zor. İnsan yarınını bile bilemezken, yaşama savaşına dönen bir ortamda nefes alıp verdiği için şükretmeli. Şimdilik yaşadığım için şanslı sayıyorum kendimi. Sahilden Bostancı’dan beri her şey değişti diyebilirim. Farklı bir ben var artık. Hayata daha saygı duyan, daha düşünceli, daha incelikli biri. Yaş almayla da ilgili değişim. Okudukça, yaşadıkça öyküler ve yazı dili gelişiyor, değişiyor.

Erkeklik de neredeyse her öyküye damgasını vuran bir motif. Hareketi, insan eylemini, duygu geçişlerini engelleyen bir katılık var çizdiğiniz erkeklik hallerinde. Nasıl tanımlarsınız bunu?

Gördüğüm, duyduğum, bildiğim çevremdeki erkekleri yazdım. Katılar çünkü, şefkatini kaybetmiş bir erkek topluluğuyla yaşıyoruz. Psikolojik şiddet her an hayatımızın her yerinde yine erkeklerden geliyor. Herhangi bir kadına soralım, acaba etkilenmeyen var mıdır? Hiç sanmıyorum. Ben de bu halleri anlattım. Çoğu kadın yazar kadınları anlatıyor, ben bu kez erkekleri anlatmak istedim, bir kısım erkeği demeliyim belki de. Sevemeyen, sadakat duymayan, kalpleri katılaşmış erkekleri. İhtirası fazla, cinsel isteği oldukça yoğun ama odaklanamayan, duygularıyla baş edemeyen bir kısım erkeği anlattım. Çevremden dinlediğim bir hikâye ile çıktım yola. Çok da yabancı değildi öykü karakterim. Uydurmadım da. Aynı sertlikte yazdım. Bir arkadaşım öyküyü okuduktan sonra “keşke bir de kadın gözüyle yazsaydın” dedi. O zaman bir anlamı kalmazdı, kadınlardaki inceliğin onda birini bile bulamayız anlattığım erkek türünde.

Kitabın ismindeki “sevgisizlik”, “sevememe hali” bir erkeklik hastalığı mı yoksa modern insan hastalığı mı? Ne dersiniz?

Erkeklerden kaynaklanan modern bir hastalık diyebiliriz. Kadınlar sevmeye daha açık ve sevme yetenekleri daha gelişmiş. Fakat erkekler öyle değiller. İstisnalar olabilir ama onlar da o kadar az ki, genel kaideyi bozmuyorlar. Böyle oldu, bu çağ erkeklerin sevme yeteneklerini elinden aldı. Sevemeyen, sadakat duyamayan, hep bir başkasını isteyen, o başkasıyla da mutlu olmayıp bir başkasını isteyen milyonlarca erkek var. Kitaba ismini veren Sen Kimseyi Sevemezsin adlı öykü tam da anlattığım bu tür sıradan bir erkeği anlatıyor. Mutlaka bu tür kadınlarda vardır fakat azdır. Kadın sevebilme yeteneğiyle donatılmıştır, yaratıcıdır, sahiplenicidir, bağlıdır. Ama anlattığım erkek türü duyguları güdükleşmiş, ruhsal hastalıklı, ne istediğini bilmeyen bir kısım. Beni ilgilendiriyorlar. Çünkü etrafımda onlarca bu tür erkek var. Bazen arkadaşımın kocası, bazen komşumun kocası bazen bir tanıdığın sevgilisi olarak çıkıyor karşıma. Sevgisiz, sevemeyen, ama hep isteyen erkekler bunlar. Cinselliğe doymamış ama tam anlamıyla da yaşayamamış, eksik bir yanları var. Oldukça ilgimi çekiyor bu insanlar. Öykülerime de böyle girdiler işte. Çağımızın kara bir lekesi olarak yerlerini aldılar.

 

Previous Story

Tiyatro “Şimdi” ve “Burada”

Next Story

Bodrum’a Sanat Hamiliği

0 0,00
02_ArtDog_CD_Logo_RGB_Black

BÜLTEN

Türkiye ve dünyadan haftalık kültür-sanat haberleri, inceleme yazıları, sergiler ve etkinlikleri takip et.

Bülten aboneliğinde ArtDog Istanbul’un gizlilik sözleşmesini kabul etmiş olursunuz.