Hollanda, Eindhoven Van Abbe Müzesi’nde Mart ayının 13’ine kadar sürecek olan İki Paralel Yaşam, İki Paralel Estetik: León Ferrari & Gülsün Karamustafa başlıklı sunum Karamustafa ve Ferrari’nin kişisel sergilerinden oluşuyor.
İki Paralel Yaşam, İki Paralel Estetik sergisi, León Ferrari’nin ve Gülsün Karamustafa’nın annesinin doğum yılı olan 1920 yılını tarihsel bir çıkış noktası olarak alıyor. İki ayrı sergi her iki sanatçının da üretimlerinde tarihsel kronolojideki paralelliklere yer veriyor. Türkiye ve Arjantin’in sosyo-politik ve kültürel meselelerinin paralelliklerini sanatçıların kendi coğrafyalarının problematiğine dönüşmüş olan konuları üzerinden kişisel estetik kaygılar ve toplumsal sorunlara yaklaşım biçimini dikkate alarak izleyiciye sunuluyor. Gülsün Karamustafa’nın “Kozmopolis’ten Sonra” başlıklı sergisi küratöryel bir strateji ile sanatçının üretimlerini en doğru biçimde yansıtacak şekilde “After the cosmopolis/ Kozmopolis’ten Sonra”, “Istanbul/ İstanbul”, “Spirits, Saints and Martyrs/ Ruhlar, Azizler ve Şehitler”, “Good women, strong women/ İyi Kadınlar, Güçlü Kadınlar” ve “Men Crying/ Erkek Ağlamaları” başlıkları ile sergi beş ana bölümde kurgulanıyor. Bu bölümlerde yer alan Şehirde Panter Modası, İsa’nın Son Yemek Halısı gibi birçok önemli eser yanında yeni üretilen eserler Dolap ve Sabırlı Şehir adlı yapıtlar da izleyici ile buluşuyor.
Arjantinli sanatçı León Ferrari’nin ve Gülsün Karamustafa’nın eserlerini Eindhoven Van Abbe Müzesi’nin büyük mimari yapısı içinde iki ayrı sergi olarak kendi içinde başlıklar ile izleyiciye sunan Charles Esche’nin ve ekibinin küratöryel kurgusu ile hazırlanan İki Paralel Yaşam, İki Paralel Estetik: León F”errari (León Ferrari: A Kind Cruelty/ Bir Tür Zulüm) & Gülsün Karamustafa (After the Cosmopolis/ Kosmopolis’ten Sonra) başlıklı sergileri 13 Mart 2022 tarihine kadar izlenebilir.
Gülsün Karamustafa’nın son 30 yıla yayılan üretiminden örneklerin yanı sıra ikonik işlerinin ve bu sergi için özel olarak hazırladığı eserlerin yer aldığı “Kozmopolis’ten Sonra” başlıklı solo sergisi kapsamında sanatçı ile özel bir söyleşi yaptık.
-
Sizin ve León Ferrari’nin kapsamlı sergilerinizin ortaya çıkışı, iki serginin diyaloğu, bütünselliği ve tüm bu süreci nasıl oluştu?
Bütünsellik aslında iki sergiyi buluşturan özel bir mekânda oluşturulmuş durumda. Eindhoven Van Abbe Müzesi gayet büyük bir yapı ve çeşitli alanlardan oluşan bir müze. Müzede üç ayrı sergi var şu anda. Biri benim kişisel sergim, biri León Ferrari’nin kişisel sergisi, bir de müzenin koleksiyon sergisi var. Üç sergi de kendine ait mekânlarda izleyicilerin dolaşımına açık.
León Ferrari’nin sergisi ile benim sergimin buluştuğu noktada iki sanatçının da kendileriyle ve ülkeleriyle ilişkileri üzerine değerlendirilmiş bir zaman çizelgesi var. Bu zaman çizelgesinin bir de yine iki sanatçıya ait hem ülkeleriyle hem de kendileriyle ilgili belgelerin gözlenebileceği vitrinleri var. Dolayısıyla bu iki serginin buluşma mantığını, İki Paralel Estetik/ İki Paralel Yaşam bağlamını bu alanda görüp değerlendirebiliyorsunuz. Zaman çizelgesinin ve vitrinlerin tasarımı Sadık Karamustafa’ya ait.
Milat 1920
Her iki sergi için de bu çizelge 1920 senesinden başlıyor ve 2020 tarihinde bitiyor. 1920 León Ferrari’nin ve benim annemin doğum yılı. Ne yazık ki León Ferrari’yi 2013 yılında kaybettik. Zaman çizelgesine bu iki kişinin doğumu noktasından başladığımızda aslında hem Arjantin hem de Türkiye tarihi açısından gözlemlenebilecek pek çok müşterek var, zaten iki sergi de bu bağlam üzerinden buluşturulmak istendi. Sergiler arasındaki müşterekler, bu tarihten başlayarak birbirleriyle geçiş yapan iki ülke tarihi arasında, askeri darbeler, toplumsal sorunlar ve sıkıntılar ve hikâyeleri ile yoğun bir paralellik gösteriyordu. İki sergi de izlendiğinde aslında birbirinden tamamen ayrı zaman ve alanlarda yaşamış ve birbirini hiç tanımamış iki sanatçının eleştirel bakışlarıyla zaman zaman nasıl geçişler yaşayabildiğini görebiliyordunuz. Böylece zaman çizelgesinin tarihsel baz üzerinden okunması, bu iki serginin neden bir arada olduğu meselesine daha çok açıklık getirebiliyordu.
-
Peki, Covid 19 salgınında bu süreç nasıl gelişti ve ortaya çıktı?
Bu sergi pandeminin ilk başladığı dönemde 2020 yılının Eylül ayında açılacaktı. Ona göre bütün planları yapılmıştı. Bundan önce aynı yılın Mayıs ayında da yine epey geniş kapsamlı bir kişisel sergim IVAM (Institut Valencià d’Art Modern)’de açılacaktı yani epey hareketli bir dönemdi benim için. Pandemi ile birlikte her şeyi yeniden planlamak durumunda kaldık. IVAM (Institut Valencia d’Art Modern)’deki sergiyi pandeminin zorlayıcı güncel şartlarına rağmen küratörü José Miguel G. Cortés açmak istedi ve biraz gecikme ile Temmuz ayında açtı. Aslında güzel ve zor bir şey yaptı. Ben kuruluş ve açılış için Valencia’ya gidemedim. Yeni bir işle katkıda bulunacaktım yapamadım. Sergiyi ben olmadan kurdular ve açtılar. Yedi ay boyunca o müzede açık kaldı sergi ve ondan sonra 2021 Ocak ayında bitti. Çok uzun vadeli bir sergi oldu. Gezildi ama aralarda pandemi yüzünden kesintilerle de uğradı.
Van Abbe’deki sergiyi ise küratörü Charles Esche Covid nedeniyle içinde bulunduğumuz şartları düşünerek ertelemeye karar verdi. 2021 yılının başına aldık ama yine olmadı. En sonunda 2021’in Kasım sonunda yapabileceğimize ikna olduk ve de hazırlıklarımızı ona göre yaptık.
-
Neredeyse bir yıldan fazla zaman değil mi?
Evet, neredeyse bir yıldan fazla bir zamanı sadece tarihleri ileriye atarak geçirdik buna rağmen sergiyi ucu ucuna oluşturduk, Hollanda Covid konusunda çok titiz bir ülke Omicron varyantı tehlikesi kapıya dayanınca önce yarı yarıya sonra da tümden yine kapandı. Müzeler ve çalışanları sürekli bir gerilim ve mücadele içinde, yine de işlerini tıkır tıkır yürütüyorlar. Kültür hayatını yaşatmak için ellerinden geleni yapıyorlar ve bu çok değerli, çok kıymetli bir şey.
-
Sergide izlediğimiz eserler arasında sizin sanatsal üretiminizin son otuz yılındaki eserlerden bir birikimin geçmiş ve bugün arasındaki bazı eserleri izliyoruz. Eserler arasındaki sosyo-kültürel, politik ve estetik bağlamdan söz eder misiniz?
Bu serginin önemli bir özelliği aslında böyle geniş bir dönem içindeki işleri sergilemekle birlikte SALT Beyoğlu’nda ve Hamburger Bahnhof Müzesi’ndeki sergilerden farklı olarak 2021 yılına ait işleri de içermesi. Dolayısıyla zamansallık bağlamında en eski işlerle en yeni ve hiç gösterilmemiş işleri bir arada gösterdiğimiz için benim adıma önemli bir sergi. Bütün işler de bağlamın içine çok iyi yerleştirilmiş durumda. Serginin kendi içinde küratörü tarafından adlandırılan beş oda var. Bunlar: “After the cosmopolis/ Kozmopolis’ten Sonra”, “Istanbul/ İstanbul”, “Spirits, Saints and Martyrs/ Ruhlar, Azizler ve Şehitler”, “Good women, strong women/ İyi Kadınlar, Güçlü Kadınlar” ve “Men Crying/ Erkek Ağlamaları.” Benim sergimin ismi “After the Cosmopolis/ Kosmopolis’ten Sonra”. Birinci odada (After the Cosmopolis/ Kosmopolis’ten Sonra) politik ve kitsch işler birlikte ele alınırken, ikinci oda (Istanbul/ İstanbul) bir İstanbul odası. Bu odada yeni yerleştirmem “Sabırlı Şehir/ Stoic City” var.
Ayrıca kendime ait aile albümlerinden yola çıkarak gerçekleştirdiğim Çocuk ne Hatırlar (What a child Remembers) adı altında iki video film var. Aynı odada Renklendirilmiş Zamanlar adlı baskı serisi, İstanbullular kolajları, “Bosphorus 1954/ Boğaziçi 1954” gibi İstanbul’u betimleyen işler var.
Üçüncü odada (Spirits, Saints and Martyrs/ Ruhlar, Azizler ve Şehitler) yine yeni bir iş var. Bu işin adı “Dolap / The Cabinet, 2000-2020”. 2000 senesinden 2020 senesine kadar, evde bulunan eski bir dolabın içinde uzun vadede bir araya getirdiğim bir birikim bu işin özünü teşkil ediyor. 2020 senesinde o derece kendine ait bir varlığa dönüştü ki bu dolap, onu kapattım ve bir sanat eseri olarak imzaladım. İçeriği aslında bizi diller arası dinler arası hayatlar arası ilişkilere ve hepsinin bir araya geldiği coşturucu ve zengin bir noktaya götürüyor. Bu işle beraber 1996’da gerçekleştirdiğim “POSTPOZİSYON / POST POSITION, 1995” adı altındaki halılar ve İsa’nın son yemek halısı gösteriliyor.
Dördüncü odada (Good women, strong women/ İyi Kadınlar, Güçlü Kadınlar) “ADAB-I MUAŞERET / ETIQUETTE, 2011” adlı 8 metre uzunluğundaki masada yer alan ve yemek takımlarının üzerinde size her an adab-ı muaşerete uygun davranmanızı hatırlatacak işaretler bulunan yerleştirme var. Yine aynı alanda fotoğraflarıyla birlikte Şehirde Gizli Panter Modası adlı video film gösteriliyor.
Beşinci odada (Men Crying) ise son söz olarak, Erkek Ağlamaları yer alıyor. Bu bağlamda beş aşamalı, birbirine bağlı ve aslında kendi içinde de bir hikâye anlatan bir sergi ortaya çıkıyor. Aynı şekilde Ferrari’nin sergisi de oda oda gelişen ve benzer bağlamda kendini ifade eden bir sergi alanı.
-
İstanbul odası olarak nitelendirilen alanda “Sabırlı Şehir/ Stoic City” adını verdiğiniz yeni bir yerleştirmenizin kavramsal ve formal boyutundan biraz bahsedebilir misiniz? Sabırlı Şehir ne demek?
Dünyanın oluşumundan bu yana insanoğlu hep bir tahribat ve yok etme halinde. Bu tahribat süreci içinde bir çok şeyi kaybediyoruz, bir çok şey elimizin altından kayıp gidiyor. Hayatla ilgili, çevreyle ilgili, yaşadığımız şehirle ilgili bir sürü şikayetimiz var. Bir araya geldiğimizden beri aramızdaki jenerasyon farkına rağmen yaşadığımız şehirle de ilgili aynı kaygılardan söz ediyoruz. Hayatımı sürdürmeye çalıştığım şehir o kadar tahrip edilmiş ve şekil değiştirmiş ve özünden uzaklaştırılmış ki bunun üzüntüsünü çekmeden duramıyorum.
-
Bu enstalasyon nasıl oluştu?
2016 yılında bir eskicide dört adet sütunla karşılaştım. Sorduğumda bu dört adet sütunun şu anda yıkılmış olan eski bir konaktan arta kaldığını söylediler. Ahşap, son derece zarif dört tane sütun. Birdenbire bu sütunlara sahip olmak istedim. Öyle bir duygu ki, çökmüş gitmiş bir şehrin içinden, kalıntı olarak bir kenara ayrılmış bu parçacıklar da uçup gidecek birkaç dakika sonra. Onlara sahip olmak en azından onları korumak istedim ve sütunları bütçemi aştığı halde ne yapıp edip satın aldım, depoya koydum. Uzun süre orada beklediler, Onların bir gün yeniden vücut bulacak ve ayağa kalkacaklarından emindim. Bu sergi için yeni bir iş yapmayı düşünürken aklıma birdenbire sütunlar ve İstanbul’a ait bütün sütunların su ilişkisi geldi. İstanbul aslında tam bir su ve sütunlar şehri. Neden bu dört sütun suyla buluşmasın diye düşündüm. İstanbul’la ilgili düşündüğümde yine çok uzun süre gözlemlediğim bir süreç var, köyden kente göç süreci. İstanbul’un suyunun tamamen kesildiği, gecekondu semtlerindeki küçük çeşmelerin bile kuruduğu bir dönem. Bu semtlerde çeşmelerden su taşıyarak, insanların leğenlerde çocuklarını, hatta kendilerini yıkadıkları zamanlar geldi aklıma. Bir şehrin yükseliş ve çöküşünü iyi tanımlayabilecek elemanları bir araya getirmenin, çürümüş dökülmüş ama görmüş geçirmiş bir konaktan çıkmış bu zarif sütunlarla içleri su dolu büyük leğenlerin çok şey anlatabileceğine inandım. Uzunca bir araştırmadan sonra, banyo yapılabilecek büyüklükte leğenlere ulaştım. Onların üstüne sütunları yerleştirdim. Fakat bu sütunlarla da bitmedi iş, şehirler aslında sabırlıdır. Tarihi gözlemlediğinizde bin kere battıklarını ama bin kere de yeniden hayata döndüklerini görüp şaşırırsınız. Bir gün o şehirden küçük bir filiz çıkacak. Nereden çıkacak, nasıl kendini toplayacak, nasıl yeniden hayata dönecek bunu bilmiyorum ama şimdilik benim sütunlarımın üzerinde plastik de olsa küçük filizlenmeler var. Sütunların arasındaki köprülerin üzerinde Bizans mozaiklerinde karşılaştığımız keçiler akrobatlar ve başka hayvanlar geziyor. İstanbul gibi katmanlardan oluşan Sabırlı Şehir’in bir gün yeniden filizleneceğine ümit bağlamaya çalışıyorum.
-
“ADAB-I MUAŞERET / ETIQUETTE, 2011” (Good women, strong women/ İyi Kadınlar, Güçlü Kadınlar) odasında yer alan bir masa üzerinde bir sürü camlar, yemek takımları, takımlar üzerinde baskıların yer aldığı bir yerleştirme izliyoruz. Yapıtın içeriğinden, kavramsal ve estetik bağlamından söz eder misiniz?
Bu yerleştirmenin konusu Doğu’nun (orient) terbiye edilmesi ile ilgili. 19’uncu yüzyılın sonunda Pierre Lafitte isimli bir yazara ait Fransa’da basılan ve daha çok burjuvaziye hitab eden bir Etiquette (Adab-ı Muaşeret) kitabı işin temelinde duruyor. Abdullah Cevdet adlı bir aydın (ki kendisi aynı zamanda bir doktordur) Cumhuriyetin ilk yıllarında pek çok konuda değişime kapı açan ve batı normlarına ayak uyduran Türkiye toplumuna yardımcı olması için bu kitabı adapte ediyor. Ama değişim o kadar hızla birbirini takip ediyor ki 1928 yılında gerçekleşen harf devrimiyle birlikte Osmanlı Harfleriyle basılmış olan bu kitap olduğu gibi depoya kaldırılıyor. Etiquette adlı işim bir yemek daveti hazırlığı içinde uzun bir masanın üzerinde (ki bu masanın boyutu mekâna göre 18 ile 8 metre arasında değişebilir) bulunan tabak bardak vs’den ibaret. Sayısı yüzü aşan parçaların her birinin üzerinde ise bu kitaptan alınmış davranış biçimlerini temsil eden resimler var. Yani bu masada danslı bir yemek davetine katılan bir kişi nasıl davranması gerektiğini devamlı önündeki tabak ve bardakların üzerindeki resimlerden kontrol edebilir ve hiç de hata etmeden geceyi tamamlayabilir.
-
Çok oryantalist bir durum değil mi?
Tabii, bir nevi Batı adabının Doğu toplumuna uygulanması. Batılılaşma elbette Tanzimat ile başlıyor ama Cumhuriyet döneminin uygulama hızı çok farklı.
-
“Dolap/ The Cabinet” adlı yapıtınızdan bahsettiniz ve 2000’den 2020’ye kadar gelen bir birikim olarak artık başka bir şeye, belki de bir mihraba dönüşüyor. Bu Dolap’ın içinde neler var, nasıl bir birikimden söz ediyoruz?
İçinde kızımın bir zamanlar oynadığı Barbie bebeklerinden tut, bana hediye edilmiş Madonna’lar, küçük biblolar, kendim merak edip aldığım çeşitli dinlere ait ait ufak tapınma heykelleri, İran’dan aldığım sürmedenliklerden, arkadaş hediyeleri, vakti zamanında eskiciden alınmış ikonlara kadar birçok şey. Yani insanlar bir yere gittiği zaman kaçınılmaz bir biçimde bir şeylere ilgi duyuyor, satın alıyor ama evinin içinde nereye koyacağını bilemiyor. O yüzden böyle her şeyi bir dolabın içine atıvermek fikri bana çok iyi gelmişti zamanında. Sonuç olarak o birikim, öyle etkin ve baskın hale geldi ki, onun birdenbire artık bir nevi mihraba dönüştüğünü fark ettiğimde dolabı bir biçimde mühürledim ve sanat eserine dönüştürdüm.
Charles Esche, Andrea Wain, Julietta Zamorano ile zorlu bir pandemi sürecinden geçip bu sergiyi gerçekleştirdiniz. Hepimiz hayatta kalmakla, iyi olmakla ya da hasta olmamakla uğraşıyoruz iki senedir. Süreç sizin açınızdan birlikte çalışma pratiği açısından nasıldı?
Şaşırabilirsin ama son derece verimli bir süreçti. Herkes galiba bu süreçte kayıplara uğramamak için iki misli çalıştı. Sürekli sanal olarak iletişimdeydik ve hep yeni bir şeyler tartışıyor ve üretiyorduk. Evet, pandemi sürecinde Valencia IVAM’daki sergimi göremedim veya Van Abbe için çalışmamız sadece çevrimiçi olmayıp, zaman zaman yerinde buluşmalarla olsa daha kolay halledilebilirdi ama sonunda her şey çözüme ulaştı ve bunu elbette bizimle çalışan sabırlı küratörlere ve arkadaşlarına borçluyuz ve hayat bize sergiyi birlikte fiilen açabilme fırsatını verdi ve ardından kapandı.
-
Hayat fırsat verdi dediniz…
Küçücük, küçücük bir fırsat. Sadece beş gün daha sonra olsaydı, olmayacaktı. Nasıl olduysa oldu, şansımız yaver gitti, çok keyifli bir süreç oldu ve sergi 15 Ocak 2022 itibariyle yeniden izlenebilir olacak.
İKİ PARALEL HAYAT
Charles Esche, Andrea Wain ve Julieta Zamorano küratörlüğünde tasarlanan “Parallel Lives, Parallel Aesthetics” başlığı altında toplanan sunumda Ferrari ve Karamustafa’nın birbirinden ayrı kişisel sergileri yer alıyor. 12 Mart 2022 tarihine kadar sürecek iki sergi Avrupa’nın sınırları dışında doğan iki sanatçının hayatlarında ve işlerinde ki farkları ve benzerlikleri ortaya koyuyor. Arjantin’de doğan Ferrari ve Türkiye’de doğan Karamustafa’nın ülkelerinde yaşanan değişim ve sorunları sanatsal pratiklerine nasıl yansıttığı iki serginin merkezini oluşturuyor.
ARJANTİN VE TÜRKİYE
León Ferrari’nin A Kind Cruelty başlıklı kişisel sergisi, Gülsün Karamustafa’nın After the Cosmopolis başlıklı kişisel sergisiyle aynı mekânda ayrı sunumlarla yer alıyor. Karamustafa ve Ferrari’nin ifade özgürlüğünden yoksun ülkelerde otoriter rejimler altında nasıl yaşadıklarının bir dökümü olan sergiler iki sanatçının kariyerlerine yayılan kapsamlı üretimlerinden oluşuyor. Karamustafa’nın Türkiye’nin kaybolan multikültürel iklimini odağına aldığı işlerinin yanısıra kadın ve erkek ilişkilerine odaklandığı anlatımları dikkat çekerken; Ferrari’nin Arjantin’de yaşanan dikta rejimini gözler önüne seren işleri ve Güney Amerika’yı etkisi altına alan Batılı Hristiyan medeniyetinin izlerinin altını çizdiği işleri ön plana çıkıyor.