Cumhurbaşkanlığı tarafından Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğüne Tamer Karadağlı atandı. Bu kararı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kamu sanat kurumlarına siyasi erki temsil eden birimlerin atama yapması, başlı başına sorunlu bir durum. Devlet Tiyatroları 1949’da kurulmuş, kayda değer tarihi derinliği olan bir sanat kurumu. Zaman içinde, tek merkezden ülke sathına doğru genişlemiş ama genişlemesiyle orantılı bir yönetim revizyonunu yapması hep engellenmiş bir kurum aynı zamanda. Son atama ile ilgili, her zamankinden daha ciddi bir sorun olduğu açık ama bu sorunun adını Tamer Karadağlı olarak koymayı doğru bulmam. Sorunun adı, “kimi istersem onu atarım, çünkü yetki bende” özgüveni ve bu özgüvenin sahibi olan tekçi, otoriteryan devletçi erk sahipleridir. Gelelim sorunuzdaki ikinci kısma; bir kurumsal yapının sürekliliğini sağlayan pek çok faktör vardır. Bunlardan belki en önemlisi, limon mürekkebi ile yazılı olan ve bir gelenek oluşmasını sağlayan “teamül”lerdir. DT teamüllerinin en önemlilerinden olan Genel Müdür ataması, meri iktidar döneminde iki kere delinmişti, bu üçüncü hamle oldu. Devlet Tiyatroları ve herhangi bir kamu sanat kurumu bünyesinden gelmeyen bir sanatçının Genel Müdür olarak atanması, eskavatörün ucunun daha da sivriltildiğini gösteriyor.
İktidarların ve siyasetçilerin devlet tiyatrolarına müdahalesini nasıl değerlendirirsiniz?
Siyaseti, bütün meslekleri kapsayan bir üst-meslek zanneden kahir siyaset erbabı, hele ilkokulda müsamereye filan çıkmışsa, kendinde mesleğimize hiza istikamet verme yetisini görmüştür, görmektedir ve korkarım görecektir. Bütün kamu sanat kurumları için şart olması gereken ise, “müdahale”nin imkânsızlaştırılması, denetimin ise iktisadi denetimle ve yerli telif eserlerin ağırlığının korunmasına özen gösterilmesi ile sınırlı tutulmasıdır. Bu da kültür ve kültürü sahiplenme meselesidir ki, çoğu açmazımız buradan kaynaklanmaktadır -kısacası, sanatseverlerin de Aytmatov’un “sevgi emektir” mottosundan az bir şey nasiplenmesi iyi olur.
“Güçlü tavır, sanat kurumunun içinden gelmeliydi”
Günümüzde her kurumda liyakatin olmadığı yerde biat edenin mükafatlandırıldığına şahit oluyoruz. Peki kurumun tarihine baktığımızda bizi bugüne getiren koşulların daha derin çözümlenmemiş sorunların da sebep olduğu söylenebilir mi? En önemli sorun neydi?
Liyakat ancak meşruiyetle birleştiğinde “yeterlilik, uygunluk” tanımları doğru yorumlanabilir. Sorunuzdaki deyişle “günümüzde” meşruiyet yoksunluğu en büyük tehdit olarak toplumun karşısına çıkıyor. Liyakat, layık olma durumu kaba güç tarafından saptanıyor ve iktidar gücü gücün iktidarına dönüştüğü için, yapılanlarda aranan ana kriter yapabilme gücüyle sınırlı kalıyor. Sorunuzun ikinci kısmı çok önemli; bugün hayli kırpılmış olsa da 5441 sayılı Devlet Tiyatroları Kanunu, kuruma, özerkliğin sınırında geniş yetkiler ve imkan alanları sunuyordu. Bu yetkilerin siyasi bürokrasi tarafından sürekli sekteye uğrattırılmasının önüne geçecek güçlü ve kolektif iradenin sanat kurumunun içinden gelmesi gerekirdi, burada uzun boylu konuşulması gereken bir zafiyet var. Yanı sıra, bahsettiğim “genişleyen bünye”nin adem-i merkeziyet esasıyla yeniden yapılandırılması da kaçınılmazdı ama kısa bir aralıktaki çok değerli girişimlerin dışında bu yeniden yapılanma zorunluluğu, kurum çoğunluğunun ilgisini çekmedi. Uzun ve ciddi bir konudur. Profesyonelliğimin 47. senesindeyim ve abartısız 47 senedir bu mevzuda söz söyleyen, kendisinden sıkılmış birisiyim.
Devlet tiyatrolarındaki işten çıkarmaların kaynağının hep güvenlik soruşturmalarına dayandırıldığı konuşuldu. Siz sanatçının bu şekilde fişlenmesini nasıl karşılıyorsunuz?
Ben 1980 darbesini müteakip 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu ile işten atılan tiyatroculardan biriyim. Cennet vatanımızda, bizi doğrudan cennete göndermek isteyen otorite sahipleri yakamızdan hiç düşmedi. Gene de, Devlet Tiyatroları’nın iç işleyişine hakim olmadığım için bu konuda görüş beyan etmem doğru olmaz. İstanbul Şehir Tiyatroları’nda, tam da belirttiğiniz nedenle açılan soruşturmalar, işten atmalar oldu. Hayat boyu fişlenmiş bir profesyonel TC vatandaşı olarak bu durumu nasıl karşılayabilirim? Göğsümü siper ederek karşılarım elbette!
“Devlet sanatçısı, devlet sanatçısına ödül” gibi kavramlar kulağınıza nasıl geliyor. Geçmişte sosyalist ülkelerde de devletin sanatçılarla ilişkisi hep tartışmalı olmuş. Sansürden tutun da sanatçıların uğradığı baskılar birçok filmin konusu olmuş. Sosyalistler de sanatçıya özgür bir ortam yaratmadı? Sizce neden?
Bizde Devlet Sanatçısı payelendirmesi 12 Eylül paşalarının akıldaneleri üzerinden temayüz etti. Gene de sadece Sovyet bloğunun üzerine yıkılması haksızlık olur. Her Batı ülkesinin merkezi ya da federal düzlemde böyle madalya sunumları var ve hiç de kötü değiller. Mesela Fransa devletinden Legion d’Honneur alan epey arkadaşım var, Fransız paralı askeri mi oldun, diye dalga geçmedim vallahi. Erk/devlet ile sanatçı arasındaki problem, bence basit bir antagonizmaya dayanıyor. Erk/devlet statükoyu elde tutmaya çalışır, bizim cenah hayal gücünü. Bu kadar basit bir antagonizma işte. Sorunuzun son ve en esaslı sorusunu başlı başına tartışmamız gerekir. 1928 senesi dönüm noktasıdır bence.
Yola nasıl çıkılırsa çıkılsın devlet ve tiyatro kelimeleri hiçbir dönem sağlıklı bir şekilde bir araya gelemedi. Peki özel sektör bu açığı ne derece doldurabildi. Özel sektörün desteklenmesiyle daha sağlıklı bir sonuç alınabilir miydi?
İdeolojik olarak devlet ya da belediye kavramları itici gelebilir ama meseleyi “kamu sübvansiyonu” olarak adlandırmamız gerekiyor; böyle bakarsak, ideoloji ve zor araçlarına sahip bir teşkilat ile tiyatro disiplinini bitiştirmek zorunda kalmayız. Yurttaşından vergi alan, bunu bir zaman tımar, zeamet adıyla alsa da, her zaman bu verginin gizil adı “yağma” olan bir asyatik teşkilat bile, yurttaşlarına hizmet götürmekle yükümlü olduğunu peşinen kabul eder. Bu, kimi kanalizasyondur, karayolu, demiryolu altyapısıdır, atıksu arıtma tesisidir, kimi de operadır, baledir, tiyatrodur, sinemadır. Kâr maksimilizasyonu üzerine inşa edilmiş vahşi kapitalizmi ve türevlerini kısmen bir yana bırakırsak eğer, kamu hizmetlerinin kimi gelir üretir, kimi de -kanalizasyon, tiyatro vb- kamusal zorunlu ihtiyaçlara imkân üretir.
Burada, özel sektörün sponsor olarak, herhangi bir somut çıkar aramaksızın devreye girmesine elbette itirazım olmaz ama sanat disiplinlerini sübvanse etme işinin bütünüyle özel sektöre devredilmesinin bir facia olacağından eminim. Sanat disiplinlerine yatırım yapan özel sektör grupları var ve çok değerli işler yapıyorlar. Başta, Eczacıbaşı grubunun kurduğu İKSV gelir. Bir tiyatro ya da opera ya da senfoni ya da festival merkezi niteliğinde sanat binası yaptılar mı? Kısaca, özel sektör, istemek ile yapmak arasındaki dengeyi kurabilirse daha efektif olabilir.
“Liyakatin önemi, liyakatsiz zamanda anlaşılır”
Sizin gözlemlerinize göre liyakatın hayata doğru geçebildiği bir dönem olabildi mi?
Nispi olarak, elbette. Benim profesyonel hayata başladığım sene, 1914 senesinde kurulmuş İstanbul Şehir Tiyatroları, kamu sanat kurumlarının en parlak deneyimine adım atmıştı: Yerinden Yönetim; adem-i merkeziyet yani. Dönemin Belediye Başkanı Ahmet İsvan ve halefi Aytekin Kotil, bizim mesleğimizde liyakati önemseyen ve özerkliğin sınırını yoklayan yöneticilerdi. Devlet Tiyatroları’nın kurucusu, büyük ustamız Muhsin Ertuğrul’du. Hoca ve ardılları da meslekte liyakati hep önemsediler. Örnekler çoğaltılabilir, unutmayalım, liyakatin önemi, liyakatsizler zamanında anlaşılır.
Tiyatrocunun maaşı da hep tartışıldı. Haklarının yeterince verildiğini düşünüyor musunuz? Bu dizilere kaçış tiyatrocuyu da kimliğinden uzaklaştırıyor, dolayısıyla dayanışma içinde hakeret edilmesine de engel oluyor olabilir mi?
1980’de bizim tiyatrodan kovulmamızı müteakip, o zamanki iki kamu tiyatrosunda (İstanbul Şehir Tiyatroları, Devlet Tiyatroları) sanatçı maaşları bürokrasideki Müsteşar maaşına eşitlenmişti. Bizim kovulmayanlar arasında, Kenan Evren’e “latent” hayranlık besleyenler çoktur sırf bu yüzden. Bu maaş giderek turun gerisinde kaldı ve hayli küçüldü. Gene de, açık söylemek gerekirse, aynı para miktarını almakla birlikte, çok az ve çok fazla kazananlar aynı bordroda yer alıyor. Teknik ve ancak bizim aramızda anlaşılabilecek bir tarihçesi var bu meselenin. Bu sistem (kod adı 657) motivasyonu engelleyen büyük sakıncaları içermekle beraber, memleketin yasal güvenceler fukarası olması nedeniyle, dikkatli konuşmamızı zorunlu hale getiriyor.
Diziler meselesine gelirsek, evet, büyük problem. Kamu tiyatrosundan bir ayda kazandığınız parayı hatta adamına göre iki-üç katını bir haftada kazanacağınız bir sektör, ister istemez cazibe oluşturuyor. 2008’de, İstanbul Şehir Tiyatroları’nda Genel Sanat Yönetmeni olduğum sıra, bir röportajda, “1600 lira maaşla 25 milyon liralık bütçeyi yönetiyorum. Bu saçma bir durum. Oyuncularımız da hak ettikleri maaşı alsalar dizi çekmelerine izin vermezdim,” mealinde bir şeyler söylemiştim. Mesele gene “kod adı 657”ye geliyor.
Ya taşaron kadro meselesi; bu da onur kırıcı değil mi? Sanatçı niye kendisinin başka kadrolarda gösterilmesine izin veriyor?
Bu soruya cevap vermenin yolu, “kadro” kavramını tanımlamaktan geçer ki çok uzun sürer. Taşeron kadro, dünya ihale kanunu değiştirme rekortmeni bir siyasi grubun hediyesidir. Az bilinir ama, kamu tiyatroları kendi bütçeleri içinde konuk oyuncu, yardımcı oyuncu, figüran oyuncu alımı yaparken, dayatılan ve kabul gören bu sistemde, ihaleyi alan taşeron firma, tiyatrocunun brüt ücretinin yüzde 25’ini resmen cukkalıyor. Hele, Devlet Tiyatroları’nda bu statüde çalışan meri ekibin tamamının asal sanatçı kadrosuna alındığını da hesaba katarsak, taşeron istihdam faciası yeni bir boyut kazanır. Bu arada, çok tehlikeli sonuçları olacak bu istihdamın Karadağlı ile hiçbir ilgisi olmadığını da belirtmeliyim.
Son olarak sizce nasıl bir mücadele verilmesi gerekiyor? Bir çağrınız olur mu?
Dürüst olmak, başlangıç için yeterlidir.