Alper Aydın’ın ilk kişisel sergisi Fata Morgana başlığını bir hava olayından; bir tür serap olarak ortaya çıkan karmaşık bir atmosferik optik fenomenden alıyor. Arthur efsanesinde büyücü bir peri olan Morgan Le Fay’den gelen Fata Morgana, onun mistik ve yanıltıcı doğasını çağrıştırır. Fata Morgana’yı benzersiz kılan uzaktaki nesnelerin, manzaraların ve hatta tüm bir şehrin karmaşık ve çarpıtılmış görüntülerini yaratma yeteneğidir. Bu görüntüler ufkun üzerinde yüzüyormuş ya da havada asılı duruyormuş gibidir ve aynı zamanda atmosferimizin kırılganlığı, karmaşıklığıyla insan kaynaklı iklim değişikliğinin etkisini de hatırlatır bize. Zira atmosferik koşullar küresel ısınma nedeniyle değiştikçe; ekolojik faktörlerle bu büyüleyici hava fenomeni arasındaki ilişki de karmaşıklaşır.
Alper Aydın, Yason Burnu’nda da gerçekleşen bu hava olayından referansla geçmiş, şimdi ve gelecek algısını araştırıyor. İnsanın doğa karşısındaki yerine ve anlamına odaklanarak, zaman ve mekâna dair hikâyelerle sıra dışı senaryolara dair post-apokaliptik imgeler yaratıyor. Yaşadığı coğrafyadan ve kişisel hikâyesinden yola çıkarak insanın da dahil olduğu ekolojik süreç ve canlılık üzerinden mekânsal bağları; kültürel belleğin uçsuz bucaksız sınırlarında sosyolojik, tarihsel ve arkeolojik altyapıları kılavuz alarak da, yüzünü çevirdiği geleceği, geçmiş üzerinden sorguluyor.
Üretimini heykel, enstalasyon, performans, mimari, video gibi çoklu pratikleri kullanarak gerçekleştiren sanatçının ilhamını şehrinden, şehrin ona sunduklarından alması gibi lokal yönetimden halka kadar Ordu şehri de 100 hektarlık bir alana yayılan bu sergiyi fazlasıyla içselleştirilmiş. Fata Morgana 100 hektarlık bir alana yayılarak Türkiye’de solo olarak düzenlenen en büyük açık hava sergisi olma özelliğini de taşıyor.
Biz de izleyici olarak Fata Morgana’nın esrarengiz dokusunu çözmek için ekoloji, iklim değişikliği ve antropoloji konularını bir araya getiren çok boyutlu bir yolculuğa çıkıyoruz bu sergiyle.
“YAZ” Sayısı
Kapak görseli: Alper Aydın, Hayatın Kaynağı, İleri dönüştürülmüş plastik, polyester reçine, demir, obsidyen, 700x260x100cm, 2023, Fotoğraf: Serkan Kır
Şehrin merkezinde başlayan rota
Şehrin ikonik mahallerininden birinde 1853 yılında bölgede yaşayan Ortodoks Hıristiyanlar tarafından inşa edilen, şimdilerdeyse kentsel SİT alanı kapsamında olan Taşbaşı Sanat Alanı, serginin iki kapalı mekânından ilki. Tamamı kesme taştan yapılmış kubbe haricinde günümüze kadar ulaşan yapı, restorasyon çalışmalarının ardından 2000 yılında kültür merkezine dönüştürülmüş, 2021’den bu yana da sergilere ev sahipliği yapıyor. Fata Morgana’nın da açılışını yapan mekânın avlusunda, sanatçının Yış serisi yer alıyor. Serinin bütünü; Yason Burnu’na girişine yerleştirilmiş parçayla anlamını tamamlıyor. Mekânın merkezinde yer alan Fa Mo insan iskeletinin replikalarıyla hazırlanan, ilk bakışta nesli tükenen bir hayvan türü izlenimi uyandıran dev bir iskelet. Üzerine yerleştirildiği nakliye kasasındaki notta belirtildiği gibi, aslında sadece işaret ettiği yükün değil, canlılığın tümünün ‘kırılgan’lığını hatırlatıyor. Mekânın en çarpıcı noktasında konumlanan Parça, güneşten kopan bir parçanın zamanla soğuyarak dünyayı oluşturduğu teorisinden hareketle karşımıza çıkıyor. Teorinin taş üzerinden görselleştirildiği üçlemede, dünyanın gerçek ağırlığıyla ifade edilen taş, kabuğunda kıtaların ve okyanus çukurlarının oluştuğu ve son olarak da kesiti alınarak çekirdeğine kadar tüm katmanların gösterildiği yumurta formuyla resmedilmiş. Mekânın bütününe yayılan Fikir Çizimleri ise sanatçının, serginin fikir aşamasından bugüne gelene kadarki yolculuğuna tanıklık sağlayan çizimlerini kapsıyor.
Yason Burnu’ndan Sülü Burnu’na…
Yason Burnu’na uzanan yolda izleyiciyi ilk, Taşbaşı Sanat Alanı’nda doğayla kurmaya başladığımız bağın da bir devamı olarak Yış serisinin en büyük parçası karşılıyor. Selin sahillere taşıdığı farklı ağaç türlerinin farklı boyutlardaki kökleri, serginin en doğal malzemesi olarak öne çıkıyor bir yanda da. Toprakla doldurulan; öz suyunu kaybetmiş, gövdesiz bu köklerin içerisinde oluşan boşluklara ekilen yeni fidanlar, doğanın devri daimine bir işaret olarak okunabilir. Zira ekilen bitkiler, doğadan kopup gelen köklerde yeninden hayat buluyor. Kurumuş, canlı olduklarına dair bir emarenin neredeyse olmadığı hissinin ağır bastığı bu kütükler içinden filizlenen yeni hayat, belki bir miktar klişe ama hayatın kendisinden de farksız olarak, güven veren bir döngüyü anımsatıyor.
Yason Burnu’nun en ucuna doğru uzanan yürüyüşe başlamışken, buranın coğrafi ve mitolojik hikâyesinden de bahsetmeli. Birinci derece arkeolojik, ikinci derece doğal SİT alanı olan yerleşimin antik dönemdeki ismi Iasonia Akte. Coğrafyacı Strabon’un Geographika adlı eserinde “Samsun’dan kıyı boyunca doğuya gidildiğinde önce Haraklia sonra da Iasonion denen başka bir burna geliniyor” dediği yer, Yason. Bu çıkıntının aynı zamanda Hitit, Frig, Kimmer, Roma, Bizans, Pontus ve Osmanlı dönemlerinde aktif bir yerleşim ve ticaret yolu olduğu da biliniyor. Türkiye’nin Sinop’un doğusunda yer alan burunları arasında en büyüğü olan Yason Burnu, Yunan mitolojisinin önemli efsanelerinden Altın Post’ta geçiyor. Efsaneye göre Altın Post’u aramaya çıkan Jason kaptanlığındaki, içlerinde Herkül’ün de olduğu elli kahraman, Argonotlar; gemileri Argo ile İstanbul Boğazı’nı geçerek Karadeniz’e çıkıp liman olarak Yason Burnu’nu kullanırlar.
Burnun uç noktasına doğru yürürken yolun sağındaki yapı, yani Yason Kilisesi alıyor gözünüzü. -Tahmini yapılış yılı 1868 olan Yason Kilisesi de bir zamanlar Jason Tapınağı’nın var olduğu düşünülen yere inşa edilir-. Bu görsel ilginin odağında, Yüz Yüze isimli iki yapıtın payı büyük. Yerleştirildikleri yapıların gökyüzünü işaret eden, gökyüzüyle yeryüzü arasında tinsellikle kurulan bağın aracı olan kubbeler; bu iki işte, gök kubbenin temsili olarak vücut buluyor. İkisinin de mekanizması özel olarak çalışılarak ortaya koyulmuş bu iki çanak, kendi ekseninde 360 derece dönüyor, bu kontrollü dönüşleriyle izleyici de gezegenin, güneşin ve ayın hareketi, ayların, yılların oluşumu minvalinde bir döngüyü takip ediyor. Bu iki çanaktan birinde Ayasofya’nın kubbesinde yer alan Arapça kaligrafilerden oluşan işleme, diğerinde ise Kariye Müzesi’nin Pareklezyon kubbesinde yer alan Meryem ve İsa işlemeleri, nakşedilmiş. Bu noktada bu incelikli boya işlerinin emeğinden de bahsetmeli. Ayasofya’nın tamamındaki ve Kariye’deki kalem işleri Nisa Başkütük ve Lara Gündoğdu; Pareklezyon kubbesinin melekleriyle, Meryem ve İsa figürleri ise Gülsüm Çağdar’ın emekleriyle ortaya çıkmış. Uzun süre önünden ayrılmadan, içgüdüsel olarak döngünün birden fazla kere tamamlanmasına tanıklık etmek arzusuna engel olamıyorsunuz.
Bu iki çanağın arasında kalan Yason Kilise’sine girdiğinizdeyse, doğaya kafa tutarken bir taraftan da kendine ters düşen insanla yüzleşiyorsunuz. Serginin en gergin işi olarak tanımlanabilecek Post-Apokaliptik Anlatı’nın bu ilk parçası, tekinsiz haliyle zamanda donmuş gibi. Küresel ısınmanın etkisini güçlü bir biçimde göstermeye başlaması, yanlış çevre politikaları ve düzensiz kentleşme ile birlikte Alper Aydın’ın üretimlerinin büyük bir kısmını gerçekleştirdiği Ordu şehrinde son yıllarda orantısız ve ani gerçekleşen yağmurlar birçok sel baskınına neden oldu. İnsanlar ve hayvanlar hayatlarını kaybetti, nehir kenarlarında yer alan birçok arazi ve bitki akıp gitti, yaşam alanları yok oldu. İşte, kilise kapısının tam karşısında konumlanan Yılan küresel iklim değişikliğinin getirilerinden biri olan sel baskınlarında sahile vuran nesnelerden birinin; bir ağaç kalıntısının üzerinde asılı duran bir canlının çaresizlik halini işaret ediyor. Alper Aydın, zaman içinde Yason Burnu sahiline de vuran bu kayıpların izlerine tanıklık etti. İki parçadan oluşan bu çalışmada, boşlukta dik bir biçimde asılı duran ve kökleri, dalları olmayan bir ağacın gövdesinde nereye gideceğini bilmeyen bir yılan ve yine tavandan sarkıtılan yıkılmış bir ağaç gövdesi üzerinde kurt ve insan kompozisyonu yer alır. Doğanın bozulan dinamiklerini anlatan enstalasyonda bu durum her bir parçanın bir denge çalışması haline dönmesini sağlamaktadır. Özellikle kurt ve insanın olduğu parçada hangi varlık hareket ederse dengenin bozulacağı izlenimi yaratılır. Bir bütün halinde enstalasyon, post-apokaliptik bir zamanda bir ormandan geriye kalmış son izler ile izleyiciyi sergi mekanı içerisinde karşı karşıya bırakır.
Karadan suya sudan karaya kurulan bağ
Yason Burnu’nda konumlanan 3 parçalı seri Bük, sergi kapsamında sorgulanan kavramların günümüz şehir hayatıyla bağı en kuvvetli olan. Sanayi Devrimi ile başladığı kabul edilen ve şehirleşmenin hızla artmasıyla modern dünyaya çehresini veren Antroposen çağda barınma ihtiyacı sorgulanırken ‘içinde güvenle yaşanabilecek ikincil bir doğa olan Bük barışçıl ve ütopik bir yolu görünür kılıyor’ fikrinden yola çıkılmış. “Doğanın verilerinin işlenmesi yoluyla yeryüzüne dair yaşam alanları yeniden yaratılabilir mi?” sorusuna cevap arayan yerleştirme, konstrüktivist müdahalelerle yeryüzü şekillerini taklit ediyor, insan eliyle tahrip edilen şekillere bir özür sunuyor şeklinde anlatılıyor ama bir yandan da şehir yaşamında binaların arasında kalan küçük aralıklara yerleştirilen yapmacık peyzaj alanların, aslında hem doğadan hem de şehirden ne kadar da kopuk olduğunu anımsatıyor.
Sergi kapsamında en etkileyici işlerden biri olarak görülebiliyor Taşların Gerçek Ağırlığı. Yason Burnu sahilindeki büyüklü küçüklü taşların her birinin kiloları tek tek tartılarak üzerine beyaz su bazlı boya ile taşlara zarar vermeyecek şekilde yazılır. Bu durum hayatı boyunca o sahilden gelip geçenler ve seyirci üzerinde paradoksal bir durum yaratır. Doğa ile insan arasındaki diyaloğu güçlendiren bu hamle ile anlamsız denilebilecek şeylerin kiloları üzerine yazılarak insanların çevrelerindeki birçok şeyi üstünkörü değerlendirerek sınıflara ayırmasına bir atıf yapılmaktadır. Serginin suyla bağ kurduğu bu çalışmanın, Türkiye’nin Orta Karadeniz bölgesindeki alan, Gürcistan’a kadar uzayan sahil otoyolunun kıyıyı tahrip etmediği son doğal yer olması sebebiyle daha da anlamlı kılıyor.
EV adlı iş 1700’lü yıllarda İngiltere bahçelerinde inşa edilmeye başlanan, heykel ile mimari arasında işlevsiz ‘folly architecture’ denilen yapılardan esinlenmiş. Tasarımda bu düşünce ile yola çıkılarak üretilen konstrüktivist stildeki ev formu Türkçe’deki EV kelimesindeki iki harften oluşmuş: “E” tırnakları üzerine çevirilmiş, “V” harfi de çatı formu oluşturmak için 180 derece döndürülerek E’nin üzerine getirilmiş. “Ev dediğimiz şey nedir?” sorusunu sordurmayı hedefleyen bir iş. Yapıt yerleştirileceği doğada, binlerce yıl önce avcı-toplayıcı insanlar tarafından tapınma ve toplanma noktası olarak oluşturulmuş Menhirler gibi görülebilir. Ancak burada yüceltilmesi gereken ev değil onun yerleştirildiği doğadır. Bir ev metaforu olarak hem yapısal formu hem sözcük anlamıyla inşa edilecek olan bu kırmızı mimari heykel, yerleşik hayata geçmeden önce doğa ile tamamen uyumlu bir hayat yaşayan türümüzün binlerce yıl önceki yaşantısını bize hatırlatma ve doğa ile bir bütün olma umudu taşır.
*Kimliklerini ulaştırdıkları takdirde öğrenciler ve öğretim üyelerine ekstra %20 indirim uygulanır. Abonelik hakkında bilgi ve iletişim için contact@artdogistanbul.com
Kırılma Noktası, açık hava sergisini en çarpıcı işlerinden. Burnun artık en ucunda olmanın verdiği rahatlamayla, volkanik kayalıklardaki yaklaşık 120 metrekare alana yapılan müdahaleye tanıklık ediyorsunuz. Sürekli hareket halinde olan suyun ortaya koyduğu dalga formunu referans alan mevcut deniz seviyesinden yüksekte olan bu yerleştirme, dünyada küresel ısınmanın etkileriyle suların en son yükseleceği yerlerden biri olan Karadeniz’in gelecekte erişeceği seviyesini düşündürmeyi hedefliyor.
Serginin konumlandığı bir diğer açık alan olan Sülü Burnu ise heybetli ve tek başına, açık denizle kara arasında konumlanan Hayatın Kaynağı’na ev sahipliği yapıyor. Nispeten meşakkatli bir yoldan geçerek ulaşılan burunda, Hollandalı ressam Hieronymus Bosch’un Dünyevi Zevkler Bahçesi’nden ilhamla devasa bir yerleştirme bekliyor seyirciyi. Bahsi geçen tablonun sol panosunda tasvir edilen cennetteki çeşmenin bir benzerini, Sülü Burnu sahilindeki içi deniz suyuyla dolu antik bir taş ocağının ortasında inşa edilmiş. Açık denize doğru uzanan sonsuz boşluk hissinin başlangıç noktasında; karayla deniz arasında, anlatılana göre bölgede yaşayan çocukların yüzmeyi öğrenebileceği kadar korunaklı bir alan burası. Hollandalı ressam Hieronymus Bosch’un 1490-1500 yıllarında yaptığı triptik tablo Dünyevi Zevkler Bahçesi’nin sol panosunda Adem ile Havva harikulâde hayvanlar eşliğinde cennette tasvir edilir. Bu cennet tasvirinde her şey resmin merkezinde bulunan küçük bir gölün etrafındadır ve gölün ortasında doğanın adeta organik bir parçasıymışçasına yengeç, istiridye kabuğu ve bitkilerden oluşan hayali bir formda pembe renkli bir çeşme yer alır. Cennette yaşanan bir çok şeyin bu çeşme çevresinde gerçekleşmesi Alper Aydın için güçlü bir kaynak oluşturur ve bu çeşmenin aynısını Sülü Burnu sahilindeki içi deniz suyu ile dolu antik bir taş ocağının ortasında yeniden inşa ederek bir buluşma, tartışma ve dünya haletiruhiyesi üzerine konuşma alanı yaratır. Aynı zamanda sanatçı Bosch’un hayal gücü yoluyla iki boyutlu düzlemde kalmış bir tasarım olan çeşmeyi ilk kez gerçek anlamda hayata geçirip, doğa, hayvanlar ve insanlar tarafından bu çeşmeyi algılamanın yolunu açar.
Proje direktörlüğünü Ceren Erdem’in üstlendiği sergi 10 Eylül’e kadar görülebilir.