İnsan deneyiminin ve çeşitliliğinin dokusunda, her biri tanınmayı, saygıyı ve eşitliği hak eden bir kimlikler yelpazesi var. Ancak tarih boyunca bu çeşitliliğin bazı kesimleri marjinalleştirme, ayrımcılık ve baskıyla karşı karşıya kaldı. Maalesef tarihi düz bir çizgi gibi okuma arzusu içerisindeyiz. Oysa özellikle insan hakları mücadelesi sıkıcı, uzun ve dikine bir çizgide ilerlemez. Eğilir, bükülür, kendi içinde daireler çizer, ani dönüşler yapar.
Haziran ayındaki Onur Haftası vesilesiyle, LGBTQ+/Kuir* topluluğunun coğrafyamızda tanınma, eşitlik ve kabul için yürüttüğü dayanıklılık, meydan okuma ve umutla örülmüş cesur mücadeleyi ve kültür sanatın mücadeleyle yoldaşlığını anımsamak, anımsatmak gerek. Son yıllarda, toplumsal cinsiyet çeşitliliğinin tanınmasına ve kabul edilmesine şiddetle karşı çıkan yeni bir aşırı sağcı söylemin yükselişiyle birlikte, toplumsal cinsiyet politikaları alanında çekişmeli bir mücadele ortaya çıktı. Muhafazakâr uzmanlar, politikacılar ve aktivistler tarafından savunulan bu söylem, LGBTQ+/Kuir hakları konusundaki ilerlemeyi geri almayı ve geleneksel toplumsal cinsiyet normlarını güçlendirmeyi amaçlıyor. Ancak, daha yakından incelendiğinde, bu hareket tarafından öne sürülen argümanlar sadece yersiz ve ayrımcı değil, aynı zamanda bireyler ve bir bütün olarak toplum için zararlı sonuçlarını da ortaya koyuyor ve ayrıca insanlığın ve bu coğrafyanın tarihiyle de bağdaşmıyor.
Osmanlı’da 14. yüzyıldan 20. yüzyılın başlarına kadar varlığını sürdüren Osmanlı İmparatorluğu, cinsiyet ve cinsel azınlıklar da dahil olmak üzere cinsellik ve toplumsal cinsiyetle ilgili konulara karmaşık ve çeşitli bir yaklaşıma sahipti. Eşcinselliğe bakış olumsuz olsa da fiili yasal uygulamalar nadirdi. Osmanlı,1900’lü yılların başlarında eşcinselliğin suç sayıldığı Almanya, Fransa ve İngiltere’den kaçan eşcinsellere ev sahipliği yapıyordu. Bu bakış açısı 19.yy’da Batılılaşma ve imparatorluğun çöküşü sırasında büyük ölçüde değişti. Batılılaşma beraberinde sert heteronormativiteyi getirdi.
İlk Deneme
1993’te İstanbul’da bir grup insan Onur Yürüyüşü düzenlemeye çalıştı. Ancak bu girişim, İstanbul valisinin yasağı nedeniyle başarısız oldu. Valilik, planlanan Onur Yürüyüşü’nün toplumun gelenek ve değerleriyle çelişeceğini savundu. Bu yasak, çeşitli kuir grupların “Lambdaİstanbul” adlı yeni bir girişimde güçlerini birleştirmelerine yol açtı. Lambdaİstanbul’dan bir yıl sonra, 1994’te Ankara’da KaosGL kuruldu ve politik çalışmalarına bir kuir dergisiyle başladı. Bu ilk denemenin ardından ilk Onur Yürüyüşü’nün gerçekleşmesi için 10 yıl geçmesi gerekti.
İlk Onur Yürüyüşü
1999’da Helsinki’deki AB zirvesinde Türkiye’nin AB’ye aday olarak kabul edilmesinin ardından, hukukun üstünlüğünün, azınlıkların ve sivil toplumun durumunun iyileştirilmesine yönelik reformlara ilişkin uluslararası beklentiler arttı. Bunun kuir hareketi üzerinde de olumlu bir etkisi oldu. 2002’de Kopenhag siyasi kriterlerinin yerine getirilmesi, Türkiye’de program olarak ilan edildi. 2003’te LGBTQ+ Onur Yürüyüşü, İstanbul’da ilk kez yaklaşık 50 kişinin katılımıyla düzenlendi. 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşü’nün de ilk defa aynı yıl gerçekleştiğini ve Feminist hareketin çoğulcu, renkli, coşkulu ve dirençli mücadele ekseninin queer hareketle geniş bir şekilde kesiştiğini, anımsamak oldukça önemli.
Kimlik Çeşitliliği Sanatta
Bu aynı zamanda İstanbul İstiklâl Caddesi üzerinde birçok küçük sahnenin açılmaya başladığı yıllarla paralellik gösteriyor. 2000 sonrası, Türkiye tiyatrosunda kimlik çeşitliliğinin sahne üzerinde görülmeye başlandığı, alternatif tiyatro olma mücadelesi, yerli yazar oyunları gibi yönelişlerle gelenek dışı ya da çizgi dışı metinlere bakma olasılığı bulunan yılların başlangıcıdır. Bu dönemden başlayarak İstanbul’da kurulan DOT, Tiyatro Boyalı Kuş, Bab-ı Tiyatro, İkinci Kat, Şermola Performans, Asmalı Sahne, Kumbaracı 50, Craft, Krek Tiyatro, Mekan Artı, Galata Perform, Ankara’da Mekan Sahne (adını sayamadığım daha birçokları) sahneye koydukları modern sonrası oyunların yanı sıra ürettikleri metinlerle cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği çeşitliliği içeren queer karakterlerin de marifetiyle okuma ve görme biçimlerini sarstı, değiştirdi.
Aynı dönemde edebiyatçılar da queer kahramanları olan romanlar yayınladı. Perihan Maden İki Genç Kızın Romanı, Mehmet Murat Somer’in amatör trans bir dedektifi konu alan yedi kitaplık polisiye serisi, Duygu Asena’nın Paramparça’sı, Yalçın Tosun, Ahmet Tulgar ve Niyazi Zorlu’nun queer hikâyeleri, sayısız diğerleriyle birlikte anılmalıdır.
Kutluğ Ataman, Ferzan Özpetek, Ümit Ünal, Fatih Akın gibi yönetmenler sinemada, İnci Furni, Fırat Bingöl, Dorian Sari, Cansu Yıldıran, Baha Görkem Yalın, Taner Ceylan gibi isimler ise görsel sanatlarda toplumsal cinsiyet, arzu ve kimlik kavramlarını sorgulayan kışkırtıcı ve düşündürücü eserler yarattılar. Toplumsal cinsiyet rollerini sarsıcı bir biçimde sorgulayan feminist sanatçıları da bu hareketlenmenin kesişiminde anımsamakta fayda var: Gülsün Karamustafa, Nur Koçak, İpek Duben, Şükran Moral, Nil Yalter, Canan, Nezaket Ekici, Sena, Hilal Polat, Şafak Şule Kemancı diğer birçok isimle beraber ilk bakışta işlerini anımsadığımız isimler.
2003’ten sonra her yıl Onur Yürüyüşü’ne katılanların sayısı epeyce arttı, düzene karşı şenlikli bir direniş haline geldi. Benzer bir şekilde çağdaş sanat da izleyici, takipçi sayısını ve çeşitliliğini artırmaya devam etti. Sanat üretimi içerikleri, hikâyeler ve karakterler çeşitlendikçe izleyici de zaman zaman kendi temsilini zaman zaman da kendinden farklı olanı ve farklı perspektifleri, yenilikçi üretimleri takip etmeye devam etti.
Özgürlükler ve Gezi Parkı
2013 yılı sadece kuir gruplar için değil toplumun geniş kesimleri için de bir dönüm noktası oldu. İstanbul’daki Gezi Protestoları Türkiye tarihindeki en büyük eylemlerinden biriydi. Bu protestolar farklı hareketlerden çeşitli grupları bir araya getirdi. Kuir bireyler özellikle neoliberal kent politikalarına karşı direnişte aktif rol aldılar. O dönemde Gökkuşağı Bayrağı protestolara katılanlar için anlam değiştirdi. Toplumun daha geniş kesimleri dirençle, inatla, umutla örülen LGBTQ+/Kuir mücadelesinin bir paydaşı haline geldi. Kamusal alan önyargıların kırıldığı bir köprüye dönüştü. Bu yeniden tanışmanın sonucunda 2013 yılı Onur Yürüyüşü’ne onbinler katıldı.
Bu noktada feminist hareket ve queer hareket arasındaki geniş etkileşim alanını tekrar anımsamak gerekiyor. Cinsiyet eşitsizliğinin politik bir konu olarak gündeme getirilmesi, feminist hareketin büyük bir başarısıydı. Queer sanat, baskıcı cinsiyet kalıplarını ve rollerini sarsmakta büyük rol oynadı. Feminizmin ve queer yaklaşımlar hala paralel çizgide ilerliyor.
“Gezi Bizi Mahvetti”
2017-2018’de kaleme aldığım “Benimle Gelir Misin?” oyunundaki Umut karakterinin kendisini ihbar eden arkadaşı Barış’a söylediği bu cümle, 2014 yılından itibaren artan baskıya isyan cümlesiydi.
İstanbul Onur Yürüyüşü, 2014’ten itibaren önce sınırlandırma, 2015’ten sonra ise engellemelerle karşılaştı. Son on yıldır Onur Yürüyüşü engellenmesine ve karşılaştıkları şiddete rağmen her sene kuirler ısrarla bir araya gelip kamusal alanda varlıklarını ortaya koymak için mücadele etmeye devam ediyor. Bütün baskılara rağmen kuir topluluklar, Türkiye’nin farklı noktalarında yeni ittifaklar kurmaya ve toplumu, kamu kurumlarını duyarlı hale getirmek için çalışmalar yürütmeye devam ediyor. Her sene Onur Yürüyüşü’nü hem İstanbul’da hem de Türkiye’nin farklı noktalarında yapma iradesi, insanlar tarafından sürdürülüyor. Diğer taraftan gittikçe yaygın ve artan şekilde kuirlere yönelik nefret söylemi de bilerek yükseltiliyor.
Aynı dönemde kültür sanat finansal cam tavanlarla, kamusal alanın daraltılmasıyla, sansür-otosansür mekanizmalarıyla mücadele etmeye başladı. Özellikle İstiklal Caddesi’nin ısrarla, farklı gerçeklerle kapatılması ya da gösteri yürüyüşlerinde şiddetli müdahalelerin alanı haline gelmesi ve kültürel olarak “dönüştürülmesi”, izleyicinin kültür sanat mekanlarıyla olan bağını sarstı. Kültür sanat mekanları İstanbul’un farklı noktalarında kendilerine yeni alanlar bulmaya başladı. Bugün bağımsız, çağdaş sanat olarak tanımlayabileceğimiz işler ezici ekonomik koşullar, sınırlı imkanlar ve sürekli devingen bir politik gündem içerisinde hayatta kalmaya çalışıyor. Kültür sanat alanında oldukça sınırlı göndermeler hariç kuir karakterler ve işler kendilerine yer bulamıyor. İçeriğin ve biçimin daraldığı bir zamanda “izleyici”, sanat “takipçi”si yerine tekrar “seyirci”nin konumlandırıldığı bir dönemin içinden geçiyoruz.
Peki Şimdi?
Bu bir dönem. Diğer dönemler gibi menzili değişime doğru akacak. Hem kuir mücadele için hem de çağdaş sanatçılar için eşitliğe giden yol, yasal engeller, kültürel yozlaşma ve sistematik ayrımcılıklarla dolu. Basmakalıp karakterle dolu, gösterişçi ve çoğunlukçu sanat tekrar insan deneyiminin zenginliğine kendisini açan, yenilikçi ve çoğulcu çalışmalara alan açmak durumunda kalacak. KOLİ Art Space gibi yeni sanat mekanları açılmaya devam ederken pandemi sonrası güncel sanatın çevrimiçi gösterimlerle mekandan ve sınırdan kendini özgürleştirerek izleyicileriyle buluşma yaklaşımları, sürdürülebilirlik açısından umut verici.
Tarih düz bir çizgi değil, zaman kıvrılıyor ve zaman her türlü engellemeye rağmen çeşitliliğin, dayanışmanın, insanlığın tarafına doğru akıyor.
LGBTQ+/Kuir mücadelesinin temelinde basit ama derin bir haysiyet ve saygı arzusu yatıyor. Bireylerin seçtikleri kişiyi sevme özgürlüğünü, zulüm korkusu olmadan gerçek benliklerini ifade etme özgürlüğünü inkâr etmek, onların insanlığını inkâr etmektir. LGBTQ+/Kuir hakları mücadelesi sadece yasalar ve politikalarla ilgili değil; empatiyle, şefkatle ve her bireyin onur ve saygıyla yaşamayı hak ettiği temel inancıyla da ilgili. Bu hepimize ait bir mücadele, çünkü insan kimliği yelpazesini kucaklayarak ortak insanlığımızın dokusunu hatırlarız.
Biz dün de buradaydık bugün de buradayız.
Onur Ayımız kutlu olsun!
*Kuir: Eşcinsel, lezbiyen, biseksüel, transseksüel, ikili olmayan ve diğerleri dahil ancak bunlarla sınırlı olmamak üzere çok çeşitli kimlikleri kapsar.