Bir süredir ara verdiğim köşe yazılarıma yeniden başlarken daha sevimli, daha şiirsel, daha çekici bir konu seçmek isterdim ama gerek ülkemizde gerekse dünyada gitgide yükselen ırkçılık, ayrımcılık, rüşvet, sömürü, kişisel ve kitlesel katliam düzeni ile gelişen genel bir etik çöküntü içinde yaşadığımız bugünlerde karşımıza çıkan Canavar: Jeffrey Dahmer’ın Hikayesi adlı dizi hakkında yazmanın çekiciliğinin üstesinden gelemedim. Bazı okuyucular belki de bir Netflix dizisini ciddiye alıp üstüne yazı yazdığım için beni ayıplayacaklar, küçümseyecekler fakat şunu itiraf etmem gerekir ki bir çok izleyici ile yaptığım sohbetlerde iki temel öğe ön plana çıkıyordu: Dizi daha ilk bölümlerinden itibaren insanlarda ruhsal bir gerginliğe, rahatsızlığa, tedirginliğe yol açmış ve izleyiciler dizinin sonunu getirememişlerdi ya da dizinin sonunu getirmeyi becerenler, zaten adalete olan inancı sarsılmışların bezginliğini yaşadığımız bugünlerde, daha da sarsılmış bir adalet duygusuyla baş başa kalmışlardı.
Ben kendi payıma, diziyi birkaç gün boyunca sinirlerim bozularak izledim. Bu birkaç günlük deneyim boyunca sabahları bir hayli gergin bir şekilde uyanarak bana ne olduğunu anlamaya çalıştım. Benzer tür rahatsızlık uyandırmış başka filmleri hatırlamaya çalıştım. Aklıma ilk gelen Gaspar Noé’nin Irréversible‘i (2002) oldu. Rahatsızlık dediğime bakmayın, Noé’nin verdiği rahatsızlık aynı zamanda bir sanat yapıtının bütün bir film endüstrisinin çok kıymet verdiği şiddet konusuna yaklaşımında ve dolayısıyla alışık olmadığımız türde bir hazla karşılaşmamızda yatıyordu. Noé diyordu ki şiddeti öyle baltaların, testerelerin uçuştuğu, kafaların kolların kesildiği, bol kanlı sahneler ile temsil edemezsiniz: Şiddetin yarattığı travma olayların akışına öyle bir darbe indirir ki, bir daha o travmaya geri dönemediğiniz gibi onu dile getiremezsiniz. En ağır şiddetin filmin başlarında yer aldığı ve o andan sonra olayları geriye saran yapısıyla Irréversible’in aynı zamanda film yönetmenlerine de birkaç sözü vardı: olay örgüsü başlangıç-gelişme-sonuç çizgisinde, neden-sonuç ilişkisi içinde kurulacak bir şey değildir; olay zaten olmuştur ve başa sarmak şiddet sonucu oluşan travmayı açıklamaktan çok şiddetin cereyan anını bilinmezlik içine gömer. Bu noktada başa sarmak dediğimiz şeyi flash-back tekniği olarak düşünecek olursak, Gaspar Noé’nin film düşüncesine getirdiği yenilik, bütün bir filmi doğrudan başa sarmak üstüne kursanız bile olayın neden gerçekleştiğini anlatamazsınız ve bu açıdan Irréversible bir şiddeti oluşa geçirerek bütün film dünyasında bir travmaya yol açmak niyetindedir. Irréversible ile bir başka travma daha vuku bulmuştur ve bundan sonra şiddet üstüne ya da flash-back tekniğiyle film yapmak için iki kere düşünmek gerekecektir.
Buradan Canavar’a dönecek olursak, kuşkusuz bir sanat filmini bir Netflix dizisiyle karşılaştırıyor olmaktan çekinmem gerekirdi. Yalnız, çekinmeden söylemem gereken bazı şeyler var ki sanırım bunu ciddi olarak düşünmemiz gerekiyor. Netflix dizi ve film platformu olarak, bilhassa Covid-19 pandemisiyle birlikte hayatımızda bir çok şeyi değiştirdi. Örneğin, imge ve film algımızı. İki yılı aşan bir süre boyunca evlerimize hapis kalmışken sadece imge akışı zevkimizi tatmin edebilmek için Netflix’te sayısız saçma sapan film izledik, zira zaman geçmiyordu. Zamanın geçmesi için elimizden geleni yaptık, her şeyi izledik; sıkıntılı, sıkı ve sıkıcı birer izleyici olduk; yani, zaman geçmezken başka bir tür izleyiciye dönüştük. Zaman ileri sarılsın ve bu pandemi belasından kurtulalım istiyorduk. Hayatımızın akışını dizilere bölüyor, bir oturuşta bir dizinin beş-altı bölümünü art arta izliyor ve hayatımızda nereden geldiği belli olmayan bir travmanın üstesinden gelmeye çalışıyorduk. Hapishane hayatımız nihayet sona erdi ama Guy Debord’un Gösteri Toplumu’nda sözünü ettiği spectacle-hayranı-mankafalar eleştirisi hiç olmamışçasına, gösteri toplumunun izleyicisi olmanın bayrağını, “aman travma da neymiş, herşey bir gün gelip geçer nasılsa” naralarıyla taşır olduk. Göreceli bir özgürlük hayatlarımıza geri gelmişken, Netflix ve benzeri platformlara olan düşkünlüğümüz, her şeyi, her olayı, kolaylıkla başa saran ve çözüme ulaştıran filmler, diziler izleme alışkanlığımız devam ederken, birden Canavar çıkageldi.
Karşımızda 1991 yılında tutuklanıncaya kadar 17 kişiyi katletmekle kalmamış, bedenlerini parçalara ayırmış, derilerini yüzmüş, etlerini eritip iskeletlerini elde etmek için cesetlerini asit bidonlarına atmış, bazı organlarını yemiş, kafataslarından koleksiyon yapmış bir seri katil vardı. Sorgulaması sırasında tüyler ürpertici şeyler itiraf etmişti: Kurbanlarını öldürme nedenlerinin en başında onunla birlikte kalmayıp gidecek, onu terk edecek olmaları vardı ve cinayetleri, içindeki muazzam boşluğu doldurmak için işlediğini ve kurbanlarını katlederken onların acı çekmeleri karşısında hiçbir empati duygusuna sahip olmadığını söylüyordu. Kurbanlarını paramparça etmekten, bilhassa karın bölgelerinden ıslak, yıvışık organları çıkarmaktan cinsel haz alıyor, bu sayede orgazma ulaşıyordu. Ayrıca katlettiği kişilerin kemiklerini yakıp çekiçle un ufak edip, kemik tozlarını yaşadığı mekânın çevresine savurması ya da bazı organlarını yemesinin ardında; kalkıp gitmeye niyetli bu insanları gerek dışarıda kendine en yakın yerlerde, gerekse bedeninin içinde kendi hücrelerine dönüşmüş şekilde muhafaza etmek arzusu yatıyordu. Anlaşılacağı gibi Jeffrey Dahmer’in en büyük travması arzuladığı insanların kendisini terk etme potansiyelini taşımalarıydı. Anne ve babası arasındaki ilişkiye bakacak olursak, çocuk Jeffrey’in terk edilme fobisini yüzde yüz ateşleyecek bir ilişkiydi bu. Anne, babanın yokluğunu unutmak için günde 26 hap içen bir kişi; babaysa annenin ihmal edilme tedirginliğini sürekli tetikleyecek şekilde evden uzak kalmanın bahanelerini bulan, ortadan yok olan bir kimyagerdi. Nihayetinde Jeffrey henüz 17 yaşındayken baba evi terk ederek sevgilisiyle bir motelde yaşamaya başlamış, anne de bir süre sonra küçük oğlunu alıp evi terk etmiş ve Jeffrey’i alkol ile “normalize” ettiği korkunç bir yalnızlık duygusuyla baş başa bırakmıştı.
Burada Lacan’ın “Arzu her zaman bir başkasının arzusudur ve bu arzu her zaman bir kabul görme, onaylanma arzusudur” saptamasını kabul edecek olursak dizide bize aktarılan, Jeffrey ile babası arasında henüz çocuk yaştayken ormanda topladıkları ölü hayvanları kesmek, organlarını çıkarmak eylemiyle gelişen; ötekinin arzusunu arzulamak ile denk düşen, bir arzu yatırımı gelişmiş olduğunu söyleyebiliriz. Ancak buradaki kritik nokta Jeffrey’nin ileriki yaşlarda bu özdeşleşmeyi nasıl ölü hayvanlardan canlı insanlara aktardığıdır. Bu aktarım konusu, seri katil izleği içinde, üstünde bir hayli tepinilmiş, eskitilmiş ve medya oyuncağı haline getirilmiş olmasına rağmen ve bilhassa Jeffrey Dahmer söz konusu olduğunda katile düzen karşıtı bir portre atfedilerek kahramanlaştırılmasına, hakkında çizgi romanlar yapılmasına, cinsel tercihi yüzünden anti-gay söylemlere konu edilmesine ve doğrudan ırkçılıkla ilişkilendirilmiş olmasına rağmen, hep karanlık kalmıştır.
Aktarım konusuna değinmişken ya da bunu sorunsallaştırılmadan karanlık kaldığının iyice altını çizmeden önce, ya da bu karanlığın aslında hepimizin paylaştığı bir hayat gerçeği olduğunu iddia etmeden önce, travmanın sadece kişisel değil toplumsal bir yapıya sahip olduğundan söz etmek isterim. Antonin Artaud’nun bir zamanlar Van Gogh için yazdığı gibi, her travmanın arkasında “Toplum Tarafından İntihar Ettirilen Sanatçı” sendromu vardır. Kuşkusuz intihar ettirilmek için illa sanatçı olmaya gerek yoktur ve Jeffrey Dahmer’ın sanatçı olmak gibi bir iddiası yoktur ama bugün yeryüzünde yaşayan, hayatta kalmayı becerebilmiş insanlar olarak hiçbirimiz travmadan muaf değilizdir. Hatta sadece kendi travmamız değil, nesilden nesile aktarılan, anne babalarımızdan ve onların anne babaları ve onların anne babalarının anne babalarından miras aldığımız, dile gelmeyen travmalar. Kuşkusuz travmanın kişisel ve toplumsal yapısı herkesin intihar etmesini ya da herkesten bir seri katil çıkacağını gerektirmez, ama bu tür aktarımlardan bizi koruyan nedir? İntihar etmemizi ya da gözü dönmüş bir seri katil olmamızı engelleyen şey nedir?
Nip/Tuck, American Horror Story ve daha bir çok diziden tanıdığımız Ryan Murphy’nin yönettiği ve Evan Peters’ın Jeffrey Dahmer’ı canlandırdığı dizinin kanımca bugüne kadar izlediğimiz seri katil dizilerinden şöyle bir farkı vardı: En azından ilk beş bölüm boyunca dizinin gerek akışındaki yavaşlık, gerek oyunculuk ve ritimin sürekli flash-back’ler ile oradan oraya atlaması ve çizgisel bir akış içinde olmaması muhtemelen herkesin bir şekilde deneyim sahibi olduğu travma katmanlarını bir bir açıyor, seri katil ile bir özdeşleşme kurmadan, “ya ben öyle değilsem” diyebileceğim, özdeşleşme tersi bir alanı keşfe zorluyordu. Rahatsızlığın nedeni psikanalitik film yapılarındaki genelde alışılmış aksiyon, gerilim temalarını, neden-sonuç ilişkilerini es geçerek, izleyicideki olası travmaları tekinsizce kurcalamasında yatıyordu. Sonuçta eğer seri katiller belli bir toplum yapısı (genel anlamda kapitalist) içinde ortaya çıkıyorlarsa, (bu arada tarihte daha önce yaşamış ama gün yüzüne çıkmamış seri katiller olmuş olabileceği olasılığını unutmuyorum) ve bizler de aynı toplumun birer üyesiysek, temelde hepimizde bir seri katil olma potansiyeli vardır, değil mi? Jeffrey’nin hikayesinin ’70 sonları ve 80’lerde budaklanan, anneden hapkolik bir sinir hastası babadan ise kaçamak ilişkisini işkoliklik perdesiyle örtmeye çalışan, standart, beyaz, heteroseksüel bir erkek üreten neoliberal sömürü düzeninde geçtiğini düşünecek olursak; bir seri katilin ortaya çıkmasını yeşerten o tohumlar hepimizin içinde bir gün filizlenmeyi bekliyor olabilir, değil mi? Seri katil olarak ortaya çıkanların ötesinde ortaya çıkmayanlarla ne yapabiliriz? Böyle bir eğilimle yüzleşmeye hazır mıyız? Anne babalarımızın travmalarını miras aldığımız kabul ki dizi boyunca bu sürekli tekrarlanıyor ama toplumsal travmalarla nasıl başa çıkacağız? Örneğin, gündelik şiddet ve ırkçılık ve politika, bildiğimiz sıradan, reel politika? Jeffrey’nin beynine hidroklorik asit enjekte ettiği 14 yaşındaki Asyalı göçmen ailenin çocuğu ve suç ayan beyan ortadayken, çocuğu “her şey yolunda” diyerek katile teslim eden polislerin önce yargılanması ve sonra aklanıp ödüllendirilmesi? Dizi bu bakımdan, yani travmayı önce psikanalitik düzlemde ruhsal alana açması ve son beş bölümde travmanın sosyalitesini kurması açısından önemli bir rol oynuyor. Hepimiz katlettiklerini yiyen, yamyam Jeffrey’i hapishanede katleden mahkûm kadar suçsuzuz belki ama onu katletmediğimiz için Tanrı kadar suçluyuz, belki de. Ya da katletmeye olan inancımızı yeni baştan düşünmek, silmek, yok etmek durumundayız ama nasıl? N’olur biraz daha kal, gitme.
Bu arada, dizi hakkında yazılmış birçok yabancı eleştirmenin yazısını okudum. Hepsinde bir Avatar kafası vardı. Aralarında bir tanesinde bile dizinin yukarıda sözünü ettiğim alanları kurcalamasına dair tek bir söz edilmiyor, eleştiri hep bir teknik eleştiri olarak kalıyordu. Ardından dayanamayıp yine Netflix’deki J. Dahmer belgeselini izledim ama belgesel, dizinin bir seri katilin hikayesinin insan ruhunda tekinsiz alanları nasıl rezonansa geçirebileceğine dair bakış açısının çok gerisinde kalıyor; her ne kadar avukatının katil ile yaptığı üç yüz küsur saatlik söyleşi üstüne kurulmuş olsa da, cinsel yatırımın hayvan öldürmekten insan öldürmeye nasıl saptığı, hazzın nasıl bir alandan ötekine aktarıldığı ile ilgili tek bir soru uyandırmıyordu. Belgeselin aksine dizi, izleyicinin içindeki karanlık katmanları gün ışığına çıkarması, dahası şöyle bir sarsıntıya uğratması ve travmayı akli dengenin olup olmadığı sorunundan çok kişisel ve toplumsal adaletsizliğin buluştuğu yere koyması bakımından önemli bir noktaya işaret ediyor. Jeffrey’nin anne ve babasının birbirlerine ve çocuklarına uyguladığı adaletsizlik, güncel politikanın yaşamlarımıza serpiştirdiği ayrımcılık bazında her türlü kişisel ve toplumsal davranışımızı koşullandırmış durumda. Kadın, erkek, hayvan, yabancı, göçmen, LGBTİ+, öteki ayrımcılığı ve hepsinden de öte ırkçılık güç sahiplerinin elinde bir oyuncak olmuş adeta. Bu açıdan bakıldığında, dizinin yarattığı akıl karışıklığı ve etki genel anlamda “spectacle” oluşumuna gayet verimli bir zemin hazırlıyor. “Spectacle” neden vardır? Unutmak için ve sözünü ettiğimiz bütün ayrımcılık güdümlü, ırkçı tavrın doğamızın bir parçası olduğunu aklımıza ve ruhumuza yerleştirmek için. Ama öte yandan, dizi sanki bu oluşumu yıkmak amacıyla travmayı hatırlamamızı sağlıyor. Ya hepimizin içinde böyle bir dürtü varsa ve bu dürtü güncel siyasi manevralar sayesinde her daim canlı tutulup manipüle edilmeye açık hale getiriliyorsa? Ben katil değilim! diye haykırabilmek Jeffrey’nin katilliğini kabul edebilmesi kadar kolay bundan sonra. Çünkü her iki durumda da işleyen aynı negativite ya da olumsuzlama. İlkinde özdeşlik bir negativite aracılığıyla siliniyor, ikincisinde ise suçsuz insanları katletmek yine bir negativite aracılığıyla olumlanıyor. Ben beyazım o yüzden katledilmedim, ikincisinde ise ben beyazım katletmek benim hakkım. Ya, insana sorarlar: Neden Amerika’da çıktı bu seri katiller, kitlesel katliamlar, okul, disko baskınları, olmadı J.F. Kennedy’nin TV’de naklen katli ve dünyanın her bucağında mantar gibi türeyen hiçgüdüsel, neandertal diktatörler?
Aynı zamanda travmaya da “n’olur biraz daha kal”, diyen bir dizi Canavar. Hatırlatmak için.