Türkiye’nin son dönemde yaşadığı deprem felaketleri, tüm toplumu her anlamda derinden etkileyen seçim ve sonuçları, süregelen ve daha da derinleşen ekonomik kriz, devam eden göçmen krizi ve yansımaları, bir de yadsınamayacak barınma krizi ile birlikte ülkede var olan sorunlar ve belirsizlik içerisinde sonbahar geldi. Sonbahar kültür-sanat dünyası için hareketli bir sezon olarak bilinir. Alanında önemli isimlere kültür-sanat sezonunda yakın geleceği yorumlamalarını istedik; tüm bu veriler ışığında nasıl bir resim çizdiklerini sorduk. Gelen cevaplardan ülkede yaşanan tüm bu olumsuzluklara rağmen iyimser olmak, mücadeleden vazgeçmemek, örgütlenmek ve ne olursa olsun geleceğe umutla bakmak gerektiği sonucuna ulaşıyoruz.
“İfade özgürlüğü problemi daimi”
Fırat Arapoğlu
Küratör, sanat tarihçi
Her şeyden önce genel seçimler, üst-belirleyen olarak siyasetin genel yaşamı nasıl dizayn edeceğinin belirlenmesi açısından oldukça önemliydi ve elbette, majör ya da minör çağdaş sanat etkinliklerinin bundan bağımsız kalması düşünülemezdi. AKP’nin bir otoriter parti-devleti olduğunun ve muhalefeti sonuna kadar sindirmeye çalıştığının artık gizli bir ajanda maddesi olmadığı görülmüştür, sanırım. Öte yandan hükümet her daim söylediklerinin tam tersini yapmakta oldukça mahir; nitekim başkanlık seçiminin ikinci turundan önce 19 Mayıs 2023 tarihinde İstanbul Modern Sanat Müzesi’ne bir ziyaret gerçekleştiren Cumhurbaşkanı, “Sokaklarımızın ateşe verilmesinden, edep ve insanlık sınırını aşan hakaretlere varıncaya kadar her yola başvurdular. Farklı düşünen sanatçılarımızı tehdit ettiler. Üzerlerine mahalle baskısı kurarak, bir korku iklimi oluşturarak bu insanları sindirmeye çalıştılar. Ülkenin, milletin hatta doğrudan sanatçılarımızın hayrına olan işlerde bile maalesef bu hoyrat tavırlarından vazgeçmediler”, sözleriyle yarattığı gerilimdeki niyetini ortaya koymaktan yine kaçınmamıştır. Bu ziyaretinde Mehmet Nuri Ersoy, Fahrettin Altun, İbrahim Kalın, Bülent Eczacıbaşı, Ferit Şahenk ve Serdar Bilgili de kendisine eşlik etmekteydi.
Türkiye’de ifade özgürlüğünün bir problem olarak devam edeceği ve bunun ülkenin çağdaş sanat ortamı üzerinde caydırıcı bir etki yaratacağı gayet açıktır. Son dönemde böyle bir tartışma İstanbul Kültür Sanat Vakfı danışma kurulunun Defne Ayas’ı 2024 edisyonun küratörü olarak önerdikleri kararı hiçe sayılarak, İstanbul Bienali’nin küratörü olarak Iwona Blazwick’in atanmasına ilişkin tartışmalarda sürüyor. Bu tartışma esasen sansür ve sanatsal özgürlük iddiaları etrafında dönmektedir. Blazwick’in, Whitechapel Galeri direktörlüğü sırasında Wojciech Pędźich sergisini, potansiyel siyasi hassasiyetlere ilişkin endişeleri gerekçe göstererek iptal ettiği iddia edilmişti. Bu ister istemez Blazwick’in İstanbul Bienali’nin küratörlüğünü yaparken sanatsal özgürlük ve bağımsızlık ilkelerini koruyup koruyamayacağı konusunda endişelere yol açmıştır.
Ayrıca, eleştirmenler Blazwick’in küratör olarak atanmasını, İstanbul Bienali’nin –aslında son edisyonlarda her daim olduğu gibi– gittikçe daha muhafazakâr ve hükümetle uyumlu bir yaklaşıma yönelmesinin bir devamı olduğuna inanmaktadır. Eleştiriler, siyasetle yakın çalışabilen bir küratörün seçilmesinin bienalin eleştirel ve ilerici sanat adına bir platform olarak itibarını zedelediği noktasında örtüşmektedir. İKSV’den- ya da Türkiye’deki herhangi bir kurumdan- şeffaf olmasını beklemekse, içinde bulunduğumuz siyasal, ekonomik ve kültürel iklimde ancak bir ütopyadır. Bunun yanında önemli konulardan birisi de Türkiye’deki ekonomik kriz ve Türk Lirası’nın euro ve dolar karşısında sürekli değer kaybetmesinin 2023-2024 sezonunu nasıl etkileyeceğidir. İnsanların alım gücü günbegün düşerken, sanat üretimi, dağıtımı ve tüketimi de bundan doğrudan etkilenmektedir. Sergi alanlarının kiraları ve bakımı, personel istihdamı ve en önemli kalem olarak sanat üretim malzemelerindeki maliyet artışı doğrudan etkenler arasındadır. Bu durumun büyük ölçekli etkinlikler düzenlemeyi zorlaştıracağı açıktır. Nitekim son dönemde müzelerin etkinliklerine ve etkinliklerin ölçeklerine bakıldığında bu gayet net görülebilir.
Bu durum aynı zamanda Türkiye’ye gelen uluslararası ziyaretçi sayısının azalmasıyla da etkilenecektir. Türkiye’deki ekonomik kriz ve siyasi istikrarsızlık, uzunca bir süredir uluslararası ziyaretçileri ülkeye seyahat etmekten caydırmaktadır. Bunun bir diğer etkisi de Türkiye’de çağdaş sanata yönelik fonların azalması ihtimalidir. Türkiye’de hükümetin zaten mali bir kriz olsun olmasın çağdaş sanata bakışı problemlidir. Ama aktüel durumda sanata yönelik fonlarda daha da çok kesintiye gitmesi muhtemeldir. Bunun yanına özel sektörün de seçici olacağını eklersek, bu durum büyük ölçekli sanat sergilerinin düzenlemesini daha da zorlaştırabilir.
Bu ekonomik faktörlere ek olarak, Türkiye’deki siyasi iklim çağdaş sanat etkinliklerini doğrudan ekiliyor. Hükümet tüm toplumsal muhalefeti bastırmaktadır ve bu durum sanata da yansıyor. Hükümeti eleştiren eserler üreten sanatçılar ya da düşünce beyan eden akademisyenler, eleştirmenler, yazarlar daima tutuklanma, takibata uğrama ya da linç edilme korkusu altında yaşamaktadır. Bu durum sanat dünyasında bir korku ve otosansür ortamı yaratmıştır.
“Sanat meydan okur”
Cihat Aşkın
Keman virtüözü
Türkiye’nin son döneminde yaşadığı acı dolu deprem felaketleri, toplumun her kesimini derinden etkileyen karmaşık seçim süreçleri, derinleşen ekonomik kriz, bir zamanlar sağlam duran Türk parasının değer kaybı, yüreğimizi dağlayan göçmen krizi ve onun yansımaları, ardı arkası kesilmeyen barınma sıkıntıları… Tüm bu zorluklarla boğuşurken, sonbahar sessizce yaklaşıyor. Sonbahar, kültür ve sanat dünyası için hareketli ve yaratıcı bir mevsim olarak bilinirken, bu sefer umutsuzluk bulutları altında karşılamak endişe verici. Ancak, bu karanlık gökyüzünün ardında bile yıldızlar parlayabilir.
Kültür ve sanatın ışığı, karanlık dönemlerde bile sönmez. Belirsizlikler içinde bile, sanatın dokunuşuyla insanlar arasında bir köprü kurulur. Ben, sanatçı olarak, bu dönemin zorluğunu ve hüznünü anlamakla yükümlü hissediyorum. Ekonomik güçlükler, büyük prodüksiyonları zorlaştırırken, umutsuzluğun hüküm sürdüğü bir ortamda nasıl ilerlemeliyiz? Ancak sanat, tüm bu zorluklara meydan okur. Sanatçılar, her dönemde olduğu gibi, acıya ve belirsizliğe rağmen yaratıcılıklarını ortaya koymaktan asla vazgeçmez. Sanatın gücü, insanların kalbine dokunur, duygularını yansıtır ve umudu canlandırır. Toplumun çevresinde karanlık bulutlar dolaşsa da sanat sayesinde güneş tekrar parlayabilir. Benim umudum, kemanımın tellerinde gizli. Onun sesiyle duygularımı ifade edebilir, insanların içindeki en derin noktalara ulaşabilirim. Müzik, duvarları yıkabilir, kalpleri yumuşatabilir ve umudu yeniden canlandırabilir. Bu yüzden, tüm bu engellerle dolu dönemde bile, çalışmalarıma ve müziğime daha güçlü bir şekilde sarılıyorum. Umutsuzluğun gölgesinde bile, müziğin aydınlığını taşıyan bir ışık olmak istiyorum. Çünkü inanıyorum ki, sanatın gücüyle, kalbimizin derinliklerindeki umut filizleri yeşerebilir.
“Hatay Akademi Orkestrası ve AKM”
Ayça Atikoğlu
Gazeteci
Kadim bir kültür şehri olan Hatay’ın künefe, babaganuş ile özdeşleştirilmesine isyan eden müzik öğretmeni Ali Uğur, üç yıl önce kurmuş Hatay Akademi Orkestrası’nı. Üyelerinin tümü konservatuar mezunu müzisyenler, öğretmenler ve öğrencilerden oluşuyor. Birbirlerine kan bağı ile değil can bağı ile bağlılar. Bu üç yılın bir buçuğu pandemi ile geçmiş, son bir buçuk yıl doğru dürüst bir prova mekânı olmamasına rağmen inanılmaz iyi bir iş çıkarmışlar. İki kere Avrupa Birliği destekli proje gerçekleştirmişler. Repertuarlarında barok parçalar da var, Mozart ve Neşet Ertaş da. Arapça, Kürtçe türküler söylüyorlar ama hepsi senfonik formda. Depremde üç üyelerini yitirdiler, diğerleri de evsiz kaldıkları için çeşitli şehirlere dağıldılar. Depremden sonra ilk kez İBB’nin çağrısı ile CRR’de konser vermek için İstanbul’da bir araya geldiler, ilk gün ayakta duramazken notaların gücü ile giderek iyileşmeye başladılar. Konser salonunda emanet enstrümanlarla bizim karşımıza çıktıklarında inanılmaz hüzünlü ama pırıl pırıllardı. Hatay Akademi Orkestrası hiç sahip olmadıkları için yıkılmayan bir kültür merkezi hayal ediyor.
Senfonik müziğin Hatay’daki temsilcilerini yaşatmak için yurt içinden ve dışından yardım almaları gerekiyor. Müziğin susmaması, Hatay’ın ayağı çıplak mahzun bir çocuk bırakılmaması gerekiyor.
Temeli 1946’da Lütfi Kırdar döneminde atılan, 1969’da açıldıktan bir yıl sonra yanan, 1978’de tekrar açılan AKM birçok İstanbullu’nun hayatında konserler, filmler, oyunlar, baleler ile unutulmaz anlar ve anılar bıraktı. Rudolf Nureyev, Maurice Béjart gibi yüzyıla damga vuran sayısız sanatçı ağırladı AKM. 53 yıllık tarihi boyunca 21 yıl kapalı kalan kültür merkezi, 13 yılın ardından bu yıl 3. kez açıldı. Ama yeni AKM’de bir şey ihmal edilmiş: akustik. Akustik meselesi yeni AKM’nin özeti gibi, her şey çok şık ama sanata yönelik değil. Eskiden her grubun kendi prova salonu varken yeni binaya opera ve senfoni için tek bir prova salonu konulmuş. Geçen yıl operacılar gelmemişti, bu sezon oradalar. Akşam resital var, sabah salonu kim kapacak? Aynı sorun tuvaletler için de geçerli, dev binada sanatçılara ayrılan tuvalet sayısı bir tane. Saz açma mekanı kapkaranlık, notalar nasıl okunacak belli değil. Özetle dev binanın aydınlık alanları büro, restoran gibi sanat dışı işlere, karanlık alanlar ise sanatçılara ayrılmış durumda. Yeni sezondan beklentim Hatay Akademi Orkestrası’nın susmaması ve AKM’deki tüm bu eksikliklerin düzeltilmesi.
“Sanatın felaketi olacak”
Kemal Aydoğan
Moda Sahnesi kurucularından, tiyatro yönetmeni
Ekonominin belirleyiciliğinin yanı sıra toplumsal dertler büyük bir depresyon vadediyor tüm Türkiye toplumuna. Azla yetinmeyi, aza kanaat etmeyi öğütleyen bir yönetim anlayışı sanat gibi ‘yararsız’ insan faaliyetlerine çok da iyi gözle bakmayacak, onu desteklemeyecektir. Ekonomiye katkısı olmayan her türlü faaliyeti ‘vebalı’ olarak damgalayan bu yönetim anlayışı ve onun sağdan ve liberal cepheden destekçilerinin sanatın felaketi olacağını öngörmek mühim bir kehanet olmasa gerek. Sanat tüketicisinin içine düştüğü ekonomik darboğazın kış aylarında daha da görünür etkilere sebep olacağı, sanatı izleyen kitlede sayısal bir düşüş yaşanacağı aşikâr. Sermayeye ait sanat işletmeleri arkalarındaki sermeye gücüyle yelkenleri şişikmiş gibi yol alma simülasyonuna sanat çevresini inandırmaya çalışsalar da genel mutsuzluk belki ilk başta onları olumsuz etkileyecektir. Bu dönem sanatın sözüne sahiden inanan, onunla varlık bulan sanatçıların ve sanat kurumlarının belirleyiciliğinde geçecektir. Dünyadan umudunu kesmemişler ile dünyadan umudumun kesilmesini isteyenler karşılaşacak bu müsabakada, öyle görünüyor.
“Geniş yelpazeden bakmak”
Yahşi Baraz
Galeri Baraz’ın kurucusu
Günümüzde Türk resmi türlü sorunlar içindedir. Konuyu doğru değerlendirmek için geniş bir yelpazede yorum yapmak isterim. Öz eleştiri yapabilmenin, gelişimin ön şartı olduğu gerçeğini akılda tutmakla birlikte sözlerime ülke gerçeklerine dikkat çekerek başlamam gerektiğini düşünüyorum. Her ne kadar konumuz sanatsal faaliyetlerin güncel durumu olsa da bir ülkenin gelişimini asıl belirleyen şeyin, o ülkenin siyasi durumu ve sosyo-ekonomik verileri olduğunu unutmamak gerektiği düşüncesindeyim. Bu veriler, ülkelerin dünya üzerindeki yerini de belirliyor. Bilim de sanat da aydın sınıfın yön verdiği şekilde gelişebilir. Öncelikle ekonomik yönden sorunlarını çözmeyi başaran toplumlar, daha sonra başka alanlarda da varlık göstermeyi gündeme getirebilir çünkü öncelik fiziksel varlığı sürdürebilmeye, temel ihtiyaçlara ve peprem vs. doğal afetler bile az gelişmişlik yüzünden büyük zararlar yaratır; yaraların sarılamıyor olması yine yalnız ve yalnız az gelişmişlik ve ekonomik çöküntü nedeniyledir. İşte bu kısa özetle ortaya koymaya çalıştığım ahvâl içinde sanatın geldiği noktayı öngörmek çok da zor olmasa gerek. Beklentim aydın kişilerin sanat aracılığı ile tarihe iz bırakacak çalışmalar yapmaları ve aydınlanmaya destek olma sorumluluklarını yerine getirebilmeleridir.
Kadın-erkek eşitliğinden tutun da sığınmacıların gelecekte yaratacağı kaotik ortama kadar her şey, dikkatle konu edilmelidir; çünkü yaşam bunların tamamıdır. Ülkemiz, içinde bulunduğu sorunlarla mücadele ederken elbette ki Türk resim piyasası da payına düşen olumsuzluğu yaşıyor. Yaşanan ekonomik sıkışıklığın yanında kültürel yozlaşmanın da etkisiyle yeni koleksiyoncular oluşmuyor, galeriler ‘ressam’ ile ‘resim yapan’ kavramlarını karıştırmış durumda.
Peki karışmış bu kavramları kim yerine oturtmalı? Tabii ki öncelikli kişiler sanat eleştirmenleridir. Dostluk ilişkilerine kurban giden yazılar yerine, salt gerçekliği tarafsızca yazıp, söyleyebilen Batı tipi, prensipli sanat eleştirmenleri olmadan objektif kriterlerle doğruyu net görmek mümkün görünmüyor ki bu bana göre ‘olmazsa olmaz’ diyebilirim.
Tabii devamı da var: Açılan ‘zaten az sayıdaki’ müzeler misyonlarını yerine getiremiyor; sanatçıları eser satın alarak destekleyemiyor. Müzeler ya da sanat kurumları; dikkatleri resme çekebilmek için yurt dışından önemli sanatçılar davet etmiyor, dünya çapında başarı göstermiş kişilerin sergileri açılmıyor oysa bu; zamanla, yabancı koleksiyonerlerin dikkatini Türk ressamlara da yöneltecek bir girişim olabilir. Eskiden sayıları otuza yakın sanat dergileri aktifken, bugün dergiler, bir elin parmaklarını geçemeyecek kadar azaldı. Şimdi öz eleştiri yani galericiliğin güncel durumuna gelebilirim: Son yıllarda galeriler ve müzayede organizasyonları yapan işletmeler çok kalitesiz çalışmaları ‘müzelik eser’ adı altında satmaya gayret ediyorlar. Özellikle 2006 yılında ilki gerçekleştirilen Contemporary İstanbul ile Batı’nın dikkati ülkemize yönelmişti. Devam eden yıllarda bu ilgi eksilmeye başladı. Yeni ve benzer kalitede organizasyonlarla sanat ortamı desteklenmedi. 2017 yılından itibaren ise ciddi bir kırılma yaşandı. Yabancı galericiler ülkemizde yapılan sanat fuarlarına katılım göstermemeye başladı. Bunun ilk nedeni beklediklerini bulamamış olmalarıdır. Oysa yabancı galerilerin Türkiye ile sürekli temasta olması bizi Batı sanat ortamına entegre edebilirdi. Düzenlenen fuarlarda sergilenmeye değer eserlerin azlığı ve hep aynı olması yabancı galericilerde deyim yerinde ise bir ‘bıkkınlık’ yarattı. Türk koleksiyoncular ve müzelerin alımlarının yetersizliği de bizim sanat fuarlarımıza olan ilgilerini kaybetmelerine neden oldu.
İşin eğitim ayağına da değinmem gerekiyor. Yukarıda saydığım olumsuzluklar üniversitelere de yansıyor. Vizyon sahibi ressamların yetişmesi için üniversitelere de büyük görevler düşüyor. Kültürel bilincin oluşumu üniversiteler bünyesinde düzenlenecek etkinliklerle desteklenmelidir. Dikkat edersek; üniversitelerimizin mezun ettiği onlarca sanatçı adayı, kendisini sahipsiz hissediyor. Gerekli ortamı bulamadığı için sanat dünyasından ayrılmak zorunda kalıyor.
Tecrübelerimi genç kuşaklarla paylaşarak, önemli bir görevi yerine getirmeyi hedefliyorum. Bunun için asıl mesleğim olan galericiliğin yanı sıra görsel ve yazılı arşiv çalışmaları yürütüyorum. İçinde bulunduğumuz 2023 yılı, çok değerli ressam Burhan Doğançay’ın 10. ölüm yıldönümü. Buna ithafen bir kitap çalışması içindeyim. Kendisi ile uzun yıllara yayılan dostluğumuz kitabı yazmamda tabii ki çok etkili oldu ama onun; toplumun bakış açısını irdeleyip, ortaya koyuşu belki tam da şimdi, yeniden dikkatlere sunulmalı. Gelecek, geçmişin hamuru ile yoğurulur. Örnek olmasını dilerim.
“Hayattan kopma hali”
Saruhan Doğan
Koleksiyoner, ekonomist
Ekonominin kötü gittiği dönemlerde sanat piyasasının olumsuz etkileneceği söylenir ama 2008 krizi bize bunun tersini kanıtladı. Sanat alıcısı gelir dağılımı piramidinin tepesinde, dolayısıyla makro olumsuzluklar sanat talebinde bir düşüşe yol açmıyor. Ben bu sezonda eser satışlarında bir düşme olmayacağını düşünüyorum, umarım haklı çıkarım.
Sergiler oluyor, galeriler, müzeler, kurumlar ellerinden geleni yapıyorlar ama sanki üstümüze ölü toprağı dökülmüş, bienal bile bir canlılık getiremedi. Ben bunu yaşadığımız şartlara bağlıyorum. Buna siyaset, deyin, ekonomik zorluklar deyin, ama bunların da ötesinde bir hayattan kopma hali var herkeste. Sanatla, yapılan işlerle ilgili bir eleştiri de değil bu. Esat Cavit Başak hayatını kaybetti; sanat çevresi dediğimiz şeyin –her ne ise– dışında tutmuştu kendisini. Bugün genç izleyicinin çok az, belki hiç bilmediği bir isim ve çok önemli bir kayıp ve birkaç kişi dışında fark edilmeden, not düşülmeden ayrıldı aramızdan. Ölü toprağı derken kastım bu. Bir yandan da güzel şeyler oluyor. Feshane’deki Ortadan Başlamak sergisi güncel sanatı, ya da genelde sanatı, yaşama sevincimizi şeytanlaştırmaya çalışan bir kesimin tüm çabalarına rağmen halkın sanata ilgiyle takip ettiğini gösterdi.
Üzerinde düşünmemiz gereken bir başka konu da güncel sanatın geniş kitleler tarafından okunması şeklindeki dönüşüm. Belki sosyal medyayla iyice hızlanan algı kapasitemiz ve daralan sabrımızla müsemma bir dikkat kısılması yaşanıyor. “Bana hemen bir şey söyle, bana ne olduğunu hemen anlat, vurucu ol, yoksa seni beklemeyeceğim, bir sonraki işe geçeceğim” diyen bir izleyici var sanki. Bu gözlemimi sanat eleştirisi ve yayıncılığındaki daralmaya bağlıyorum. Küratör ve eleştirmenlerin seslerini duyuracakları mecraların hızla azalması, bu meslekleri icra ederek geçinmeye çalışmanın neredeyse ‘gülünesi bir hayalperestlik’ sayılacağı bir ortamda sanatın gelişmesini beklemek de doğru değil.
“Çabamız devam edecek”
Aydın Dorsay
Borusan Sanat Müdürü
Her alanda olduğu gibi kültür ve sanat alanında da belirsizliklerle karşılaştığımız dönemlerde, bizler de yaptığımız işin şeklini, yaşadığımız zorluklar karşısında nasıl uyumlu ve iyileştirici hale getirebileceğimizi öğreniyoruz. Bir arada hareket ederek bu değişiklikler karşısında ilerleyebilmenin yeni yollarını arıyoruz. Bu anlamda, çalışmalarımızı geliştirmeye ve sürdürülebilir kılmaya özen gösteriyoruz. Değerlerini önemseyen bir kurum olarak bizler, Borusan Sanat çatısı altında yürüttüğümüz tüm çalışmalarımızda bu özveriyle hareket etmeye çalışıyoruz.
Sezon başlangıcı olması sebebiyle sonbahar, bizler için de hem hareketli hem de yeni sezonun heyecanını taşıdığımız bir dönem. Her yıl, yenilikçi, zaman zaman farklı duyularımıza ve hislerimize hitap eden içerikleri sunan programlar hazırlamaya özen gösteriyoruz. Yaptığımız çalışmalarda, müziğin sürdürülebilirliğini, iyileştirici ve birleştirici gücünü vurgulamaya önem veriyoruz.
Kültür-sanat alanında, fırsat eşitliğini gözeten, birbirinden farklı, ama genel çerçevede birbirini tamamlayacak programların yakın gelecekte de verimli olacağını düşünüyorum. Kendi alanında başarılı, yıldızı parlayan genç yeteneklere alan açmak, eser siparişleri vermek, ilk seslendirilişler gerçekleştirmek bu alan için son derece önemsediğimiz girişimler. Bu çabayı devam ettirdiğimiz, klasik ve çağdaş müzik alanlarında dinleyicilere yeni müzikler sunabildiğimiz sürece, müziğin ve dolayısıyla kültür-sanatın devamlılığını koruyabileceğimizi düşünüyorum.
“Elbet bir gün…”
Cem Erciyes
Doğan Kitap Yayın Direktörü
Kesinlikle tatsız bir sonbahara giriyoruz. İşin aslı, bir süredir Türkiye’de kültür sanat dünyasında hayat iyi gitmiyor. Bunun iki temel sebebi var, biri ekonomik diğeri politik. Bunlara şubat ayında bir de doğal felaketin eklenmesiyle, durum iyice berbat bir hal aldı. Eylül ayında tabii ki yine yeni kitaplar basılacak, sergiler, perdeler açılacak, filmler gösterilip konserler verilecek ama hep bir şeyler eksik kalacak…
O eksik kalacak ‘neşe’ ve ‘umudun’ seçim sonuçlarıyla telafi edileceğini düşünüyordum. Yani eğer seçimi muhalefetin adayı kazansaydı, Türkiye’nin kültür sanat dünyası belki biraz da ayakları yerden kesik bir neşeye kapılacaktı. Ekonomik ve politik krizler bizi yıpratsa bile daha iyi daha özgür bir gelecek umudu tüm sanatçıları ve sanatseverleri motive edecekti. Böyle olmadı. Şimdi iktidar, Batılı yaşam biçimi ve evrensel kültürü temsil eden her unsura dönük baskıyı artırarak varlığını sürdürüyor. Bunun bir sonucu olarak mesela yaz boyunca sayısız festival ve konser iptal edildi, engellendi. Eğlencenin önüne örülen duvar birkaç sıra daha yükseldi. Son yıllarda açılan en büyük sergilerden biri olan Feshane’deki etkinliğin önünde her gün birileri gösteri yapıyor, sergiyi basmaya çalışıyor… Yazarlar aleyhinde davalar açılıyor, kitap toplatma kararları alınıyor. Bir yandan da döviz kuru rekorlar kırarken bilet ve kitap fiyatları da artıyor.
Ne yazık ki her şey Türkiye’nin eğitimli orta sınıflarının aleyhine gelişiyor. Bu gelişmenin politik bir tercih olduğunu düşünüyorum. Ülkemizde kültür ve sanatı talep eden de ayakta tutan da bu kesimdir. Dolayısıyla kültür sanatın en büyük destekçisi kötü durumda. Düşünce ve ifade özgürlüğünü kısıtlayan, festival yasaklayıp sergi basan siyasi atmosfer de ne yazık ki sanatsal üretimi olumsuz etkiliyor. Yani sonuçta, kültür ve sanat dünyasında ne ‘arz’ ne de ‘talep’ artacak gibi görünüyor. Önümüzdeki bir iki sene boyunca çok parlak ve neşeli bir kültür dünyamız olmayacağını söyleyebilirim. Hele ki belediye seçimleri sonrasında İstanbul’u tekrar AK Parti yönetmeye başlarsa, kentin kültürel hayatında nefes aldığımız önemli kanallardan birinin daha tıkandığını göreceğiz. Ama tabii konu sanat olunca her zaman iyimseriz. Çünkü ortam, atmosfer, gündem ne olursa olsun sanatçılar üretir, yazarlar yazar… Bunlar elbet bir gün gün yüzüne çıkar, bizimle buluşur. Yine öyle olacaktır.
“Ne gam baki ne dem baki…”
Mustafa Horasan
Ressam
Şimdiye kadar belki de sizin de belirttiğiniz üzere bu topraklar en vahim zamanlarını yaşıyor. Hepsinin önceliği birbirinden beter durumda. Sanatçılar her halükârda çalışırlar. Elindeki malzeme neyse ya da bu bir hiçlikse onunla da mutlak bir şeyler üreteceklerdir. Ama bunu güzel bir şey diye söylemiyorum. Üreten insan ne kadar değer görür ve kendini her anlamda ne kadar geliştirebilirse ürün kalitesi de artar tabii ki. Bu ülkede sıkıntılı zamanlar hiç bitmedi. Birçok sanatçı hapiste ya da sürgünde muhteşem eserler üretti. Önemli olan bu üretimlere değer katacak bir sistemimiz olmaması. Ben hâlâ bir sanat piyasasının oluşmadığı kanaatindeyim. Birçok genç sanatçımız yurt dışında yaşamak için gayret içinde. Bu topraklarda gelecekte umut ve ümit olmayacağı duygusu çok yaygın. Evet ekim gibi sezon açılır. Ama nasıl açılır bilemiyorum. Galeriler ve sanat alanları teker teker ya kapanıyor ya da ucuz prodüksiyonlu sergilere yer veriyor. Ya da finans gücü yerinde biraz amatör biraz yarı profesyonelleri görüyor olduk fazlasıyla. Yani tablo iç açıcı değil. Ne yapılabilir sorusu bu zamanda çok önemli. Prodüksiyonları küçültüp fikirleri büyüteceğimiz bir zamandayız. Kimseden şimdiye kadar olduğu gibi bir yardım talebimiz yok. Hep kendi yağımızla kavrulduk. Sadece dileğim ucuz satılabilir moda işlerin bu fırsattan dolayı yaygınlaşmaması. Uluslararası bağlantı daha da önem kazanıyor. Her türlü girişim önemli. Tüm çalışan, üreten arkadaşların yolu açık olsun. Bazen her şerde bir hayır vardır deyip akışa bırakıyoruz. Son sergimin adından bahsedip kapatayım: Ne gam baki ne dem baki…
“Derin yarıklar”
Osman Nuri İyem
Evin Sanat Galerisi yöneticisi, sanatçı
Bu sorunların ülke genelini derinden etkilediği yadsınamaz bir gerçek. Sanat dünyası özelinde ne yazık ki daha da derin yarıklardan bahsedebiliriz. Aslında bunun en temel sebebinin toplumsal yapımızın sanatı bir ihtiyaç olarak görmemesi olduğunu düşünüyorum. Bir kısım keyif, lüks, prestij ve yatırım olarak görürken, bir diğer kısım ise toplumu yozlaştıran bir güç olarak görüyor…
Bu şartların ülkemiz sanat dünyasını ister istemez daha stabil ekonomik ve sosyal koşullara sahip ülkelere nazaran daha zor duruma soktuğu aşikardır. Türkiye’de zaten bir kısım sanatçı ve kurum ne yazık ki geçimine sanatın dışında bilumum yollarla katkı sağlamaya mecburdur ki bu da ancak sanat aşkı diyebileceğimiz bir güdü ile açıklanabilir. Tahminim; herkes daha ihtiyatlı davranacak, daha sıkı bütçeler ile yoluna devam edecektir. Bu zor zamanlarda yeni dayanışmalar ve ticari iş birliklerinin artacağını göreceğiz diye düşünüyorum.
“Yüksek’ cehalet”
Hasan Bülent Kahraman
Küratör
Sonbaharlarda başlayan sanat etkinlikleri büyük ölçüde rutinlere dayanır: Sergiler, konserler, konferanslar, gösteriler. Türkiye de bu gerçeğe uzak değil. Eylül ayıyla birlikte tüm bunlar gerçekleşecek ve bir de fuarlar eklenecek onlara. Böylesi bir içerik karşısında söyleyeceklerim ve beklentilerim bellidir: Dünyanın her köşesinde sanat yüksek sanat ve popüler sanat olarak ikiye ayrılır. Popüler sanatın da eğlendirmeye dönük bir boyutu var. İşte o sanat beni hiç ilgilendirmiyor. Fakat bir de felaketle karşı karşıyayız: Tüm dünyada, egemen kapitalist ilişkiler ciddi, düzeyli, sorumlu sanatın da ne yapıp edip eğlendirici veya kitlesel yanını buluyor. Bu itibarla da tüm dünyada yüksek sanat çok ağır, çok kısıtlayıcı bir krizle karşı karşıya. Karnaval kavramının niteliğinin sandığımızdan çok farklı olduğunu öğrendik, biliyoruz. Keza, festival kavramı da öyle, son derecede değerli ve ‘sivil’ bir kavram. Ama panayır kavramı hâlâ öylesi bir içeriğe kazanmadı. Oysa özellikle Türkiye’de, içinde yaşadığımız kültür ortamı, her şeyin kısa sürede sulanmasını, solmasını ve bir panayır unsuruna dönüşmesini neredeyse zorunlu kılıyor.
Bahsettiğim çelişki öncelikle ne beklediğimi ortaya koyuyor. Soylu, ne söylediğimi biliyorum, dürüst, ciddi, sorumlu bir sanatın hakimiyetini istiyorum. Hangi alan olursa olsun oradaki üretim bu nitelikleri taşıyabilir. Sorun taşımamasındadır. Sorun o sanatın güçlenmemesidir. Yalnız bu eleştirimi bir özel dikkatle bütünleştireyim: Soylu veya yüksek veya dürüst sanatın hakimiyetinden söz ederken kesinlikle snobizmi söz konusu etmiyorum. Burnu kalkık, küçümseyici, ben bilirimci tavır öyle bir anlayışın dışındadır. Kesinlikle dışındadır. Zaten o tutum ancak bir konuya gerçek manasında vakıf olmayan kişinin yaklaşımıdır. Yüksek sanat bir de o tutuma karşı olmak için ayaktadır.
Türkiye böyle bir ortamın hayli uzağında. Yerel yönetim diye belediyelere bırakılmış ve asla belli bir düzeyin üstüne çıkmayan bir sanat var. Öte yanda ise anti-demokratik tutumlar sadece festival ve konser yasaklarıyla ortaya çıkmıyor, hayatın tamamına sarkmış, sızmış ve onu zehirleyen çok genel bir anti-demokrasi söz konusu. En geniş anlamıyla hak ihlali diyelim bu anti-demokratik anlayışa ve uygulamaya: Söz ve ses hakkı vermemekten, olağanın çok üstü ve dışında cereyan eden bir hükümranlık da yine anti-demokratik tutumdur. Kimsenin kimseye mikro ölçekte hak tanımadığı küçük burjuva radikalizmiyle herkesin herşeye öncelikle kendisinin sahip olmayı istediği bir ortama katkıda bulunan herkes, iktidarın (en soyut ve somut anlamda iktidarın) uyguladığı anti-demokratik ateşe kucaklarca odun taşımaktadır .Demek ki, sanatın bizatihi yani doğrudan varlığı demokrasinin mevcudiyetiyle irtibatlanmalıdır gelecek dönemde.
Üçüncü bir unsur var. Açık konuşalım. Eskiden bazı insanlardan ‘çok kültürlü’ diye söz edilirdi. Bildiğim yabancı dillerdeki gündelik konuşmalarda bu nitelendirme hâlâ geçerlidir. Bana kılırsa belli bir düzeydeki insanın kültürlü olmak gibi bir zorunluluğu da var. Gelin görün ki, küçükten de küçük bir çevre dışında insanların kültürle bir ilişkisi kalmadı. Çevrenizde kitap okuyan, okuyan kaç kişi var? Kendimiz okuyor muyuz? Netflix’in ve dizilerin dünyasında okumak artık yitik bir edim. Üstüne üstlük, bu koşulun getirdiği cehalet, evet, sözcükten korkmayalım, cehalet, Türkiye’de en iyi okullarda okumuş, Batılı, birkaç dil bilen, yüksek gelir grubuna mensup kişilerde hâkim. ‘Halk’tan, son on yılda büyük kentlere göçmüş 12 milyon kırsal alan insanından da öncelikli beklentilerimiz var. Olmak zorunda. Ama asıl mesele o ‘yüksek’ çevrelerin benimsediği cehalet. Eğer sanatı ve kültürel ortamın etkinliklerini bilhassa bu kesimin izlediğini düşünürsek karşılarına konan yapıta nasıl yaklaşacağını da kolaylıkla kestirebiliriz. Sanat yapıtı ıraksaktır. İzledikçe çoğalır. O özelliğiyle de yaratıcısından bağımsızlaşır. Yapıtın izlenişini de bir tür ‘okuma’ diye tanımlayalım. Genel planda okumayan toplum sanat yapıtını nasıl okuyacak? Sanat yapıtı ancak kültürle çoğaltılabilir. Çoğaltılmaksızın izlenen yapıt ancak tüketim nesnesidir ki, içinde yaşadığımız ortam her şeyi tüketim nesnesine dönüştürmekte son derece mahir. İşte böyle bir sanat ortamı bekliyorum, daha doğrusu beklemiyorum.
“Sanat dayanıklıdır”
Yekta Kopan
Yazar
Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: Sanat üretimi, cesur, yenilikçi, esnek ve dayanıklıdır. Bütün bunlar, sanatçının değişen koşullara uyum sağlayabilme yeteneği anlamına da gelir. Buradan bakarsak, sanat üretiminin Türkiye’de ve dünyada nice zor zamandan, yeni cümlelerle çıkmayı başardığını söyleyebiliriz. Ama sadece buradan bakmak, at gözlüğü takmak anlamına geliyor. Ne yazık ki içinde bulunduğumuz durumu ‘sanatın gücü’ ile cevaplamak olanaksız. Bu yaz, çok sayıda sahne etkinliği bütçe zorlukları nedeniyle iptal edildi. Festivaller engellendi, yasaklandı. Kimi kitaplar muzır ilan edildi. Sanatçılar üstünde dolaylı ya da doğrudan baskılar uygulandı. Bu baskılar bir oto-sansür mekanizmasını devreye soktu. Dayanışmanın ve iş birliklerinin önü kesilmeye çalışıldı. Çoğulcu, çeşitliliğe açık, demokratik ve destekleyici bir sanat ortamının olmaması, yakın gelecek için umutlu bir tablo çizmemize engel oluyor. Yayımcılık dünyasını ele alalım: Artan maliyetler, çığ gibi büyüyen kâğıt sorunu, çeviri kitaplardaki telif bedelleri, piyasa koşullarının giderek vahşileşmesi, vergi yükü gibi sorunlar çözüleceğine yayımcılar ve yazarlar sansürle, toplatılan kitaplarla boğuşuyorlar. Benzer sorunlar, müzikten tiyatroya, sahne sanatlarından sinemaya bütün sanat dallarının üstünde kara bulutlar dolaştırıyor. Giderek çoraklaşan kültürel dünyanın sosyolojik etkileri görülüyor zaten. Üstelik bu bir kısır döngü; daha çorak bir kültür dünyası daha derin toplumsal sorunları getirecek. Bu sorunlar büyüdükçe kolektif hafıza zayıflayacak, kutuplaşma derinleşecek. Gelelim sonbahara. Üstelik Cumhuriyetimizin 100. yılını kutlayacağımız bir sonbahar bu. Elbette çok sayıda etkinlik yapılacak, hatta görkemli projelere imza atılacak. Ama bu yapılanları, kültür-sanat dünyasının keyfi yerinde diye tanımlarsak, gerçeklerin üstünü örtmüş oluruz. Bağımsız, ekonomik koşulları iyileştirilmiş ve özgür bir sanat ortamı olmadan, kalıcı çözümleri konuşmak mümkün olmayacaktır. Yine de başladığım gibi bitireyim: Sanat üretimi, cesur, yenilikçi, esnek ve dayanıklıdır.
“Acil örgütlenmeli”
Beral Madra
Küratör
Sorunuzdaki en tedirgin edici konu ‘yakın gelecek’! Yapay zekaya soralım bu soruyu. Ve sordum, ama inandırıcı bir yanıt gelmedi. Bence, yaşadığımız küresel düzen içinde yakın gelecek zamanın en küçük birimi olan planck zamanıdır, yani ışığın kendisi. Işık hızındaki bilimsel, teknolojik olaylar ve değişiklikler, siyasal çatışkılar, ekonomik krizler her an geleceğimizi değiştiriyor; geçmiş de aynı hızda yitip gidiyor. Gelecek yakın veya uzak, artık tahminlerle yorumlamak zor; özellikle bizimki gibi gelecekleri kısıtlanmış, demokrasisi hasarlı, ülkelerde yönetimleri teslim ettiğimiz kesimin tahminlerine bağlıysak, işimiz daha zor. Bu koşullarda bize kalan ‘umut ve umutsuzluk’ arasındaki tekinsizliğin ve gerilimin varlığıdır. Yakın geleceği düşünmeye başladığımızda bu tekinsizliğin ve gerilimin üstesinden gelmemiz gerekiyor. Yaratıcı, bilgili, bilinçli, uzgörülü insanların üretimleri bu sorunun çözümü için değerlidir.
20.yy’da yaşadığı Kolonyalizm, kitlesel savaşlar, nükleer tehlike, çevre kirliliği, ırk, din, çevre, toplumsal cinsiyet, sınıfsal eşitsizlik gibi çözümlenemeyen sorunlardan yorgun düşen, yılgınlaşan ve umutsuzlaşan insan, doğasındaki özellik gereği, 21. yüzyıla bu sorunların çözüleceğine ilişkin bir iyimserlik ve umutla girdi. Ne ki bu yüzyılın ilk çeyreğindeki siyasal, ekonomik, kültürel, toplumsal olaylar ve gelişmeler yeni sorunsal biçimlerde küresel etkileriyle sürüyor. Umudu yitirmemek için özellikle sanatsal, bilimsel ve teknolojik gelişmelerin sunduğu çözümlere güvenerek büyük çaba gösterilmesine karşın bu tekinsizlik ve gerilimin bütün özelliklerini yaşamaya devam ediyor insan. Günümüz sanat üretiminin çok yönlülüğü siyasal, kültürel ve toplumsal tanımlamaları, toplumsal ve politik yıkımların yaşandığı dönemlerdeki yaşamsal önemi açısından dikkat çekicidir. Umut kavramının ilişkisel estetik bağlamındaki sanat yapıtları aracılığıyla güçlü biçimde yansıtıldığının bilincinde olan toplumlar sanat üretimine önem veriyor ve neo-kapitalist düzen içinde özgür, bağımsız ve etkin alanlar ve sistemler yaratıyor. Türkiye’de 51 devlet üniversitesinde ve 25 özel üniversitede sanat ve tasarım fakültesi var; bu üniversitelerde ders veren ve üretim yapan akademisyenlerin ve her yıl mezun olanların oluşturduğu yaratıcı insan kitlesinin gereksinimi olan kamusal ve özel kurum ve kuruluşların sistem ve işlevlerinin sürekli güncelleştirilmesi gerekiyor. Devletin ve özel sektörün sanat ve kültür politikasının bu gerçeği gündeme almasında gecikmeler var; buna karşın Türkiye’de pandemi döneminde bile sanat üretimi ve bu üretimin sürdürülebilir olmasını sağlayan özel ve kamusal girişimler durmadı. İstanbul, Çanakkale, Mardin, Sinop bienallerinin varlığı, İBB’nin Feshane’yi yeniden kuruluş amacındaki işlevine döndürmesi ve 19 küratörün 400 sanat yapıtını üreten sanatçıları kitlenin bilincine sunması bu üretimi hiçbir gücün engelleyemeyeceğinin kanıtıdır. Ülkenin tüm disiplinlerde üretim yapan sanatçılarının üretimleri günümüze özgü ve geleceğe yönelik düşünsel, görsel, nesnel, işitsel, performatif sanat dilini kullanarak sürekli ‘resimler sunuyor’ toplumlara. Umarım, bu hakikati din ve orta çağ gelenekleri bağlamında reddetmeye çalışanlar bu çabalarının anlamsızlığını bir an önce anlarlar.
Türkiye’nin güncel siyasal, ekonomik, kültürel koşulları içinde sanat ve kültür ortamı için olumsuz bir yakın gelecek olduğunu düşünen belirttiğim üretimi gerçekleştiren sanatçılar, sanat uzmanları, galeriler, sanat merkez ve müzeleri, koleksiyoncular bir an önce ChtoDelat?, (What is to be done? = Ne yapılabilir?) diyerek örgütlenmeli ve var olan gücü kullanarak ve acil bir örgütlenme, dayanışma, direniş ile işi sürdürmelidir. Ekim ayında (Cumhuriyet’in yüzüncü yılı) büyük bir uluslararası sanat ve kültür kongresinin yapılması bu örgütlenmenin başlangıcı olabilir; mevcut STK’lar bu çalışmayı yaparsa çok iyi olur.
“Ütopyalar güzeldir”
Ferit Odman
Müzisyen
Tüm sektörler gibi maalesef kültür sanat hayatı da ekonomik zorluklar ile boğuşuyor. Bir müzisyen olarak 2-3 ay ileri tarihli bir konser için verdiğim bütçe, konseri verdiğimiz tarihte % 30- % 40 erimiş oluyor. Türk Lirası bazında hiçbir şeyi hesaplayamamaya başladık. Bir konserin olması için gereken ulaşım ve konaklama, backline kiraları, ses ve ışık sistemi kiraları gibi bedeller o kadar arttı ki bence önümüzdeki dönemde “Hiç yapmasak daha iyi” diyebilecek çok organizasyon olur diye düşünüyorum.
Herhangi bir ekonomik krizde ilk vazgeçilen sektör olmaya maalesef alıştık. Zaten global sanat dünyasının pandemide aldığı yaraları yeni yeni sararken önümüzdeki dönemde Türkiye’de çok zorlanacağız gibi bir his var içimde. Caz kulüpleri veya festivallerin işi de çok zor gözüküyor. Küçük kulüpler son dönemde yurtdışından müzisyen getirememeye başlamıştı zaten ama önümüzdeki dönemde bu festivaller için de söz konusu olacak gibi gözüküyor. Bu İstanbul’un global sanat dünyasından iyice uzaklaşmasına sebep olur. Biraz iç karartıcı oldu tüm bu yazdıklarım, ama umarım tüm bu söylediklerimde umarım yanılırım ve her şey ekonomik ve sanatsal anlamda çok iyiye doğru gider. Çünkü ütopyalar güzeldir…
“Yılgınız, yorgunuz”
Tilbe Saran
Oyuncu
Sorunuzun ilk kısmında içinde bulunduğumuz koşulları o kadar net özetlemişsiniz ki! Üstelik yılgınız, yorgunuz! Memleketin her köşesinde ayrı bir talan! Doğa geri döndürülemeyecek biçimde sermayeye açılmış… Geçmişimiz hatıralar, bellek yerle bir ediliyor… Su sorunu burnumuzun dibinde… Say sayabildiğin kadar! İşte tam da bu yüzden sanatın hepimizin atacağı çığlık olup bizi şifalandıracağı fikrine sığınıyorum. Akıl ve vicdanın ortaklığında sanatla buluşacağımıza, çoğalacağımıza inanıyorum.
“Sıkıntı bize sıradandır”
Yusuf Taktak
Ressam
Güllük gülistanlık bir ortamda yaratıcılık daha mı üst düzeydedir? Hiç sanmıyorum! Arkadaşlarla konuştuğumda, çoğu kez olanaksızlıklardan dem vurur, mekan ve malzeme sıkıntısı hakkında sıkıntılarını belirtirler. Parasızlık olağan bir durumdur sanatın herhangi bir dalında. Devletin desteklemediği, düzenli satış yapamayan sosyal güvenceleri sınırda olan ülkemiz sanatçıları için ‘sıkıntı’ kelimesi sıradan bir tanımlamadır aslında! Üstelik, müzayedeler ve TL’nin değer kaybı nedeniyle beş paraya el değiştiren ya da ‘kapatılan’ eserler… Dünya sanat tarihinde adı geçen çok önemli sanatçıların yoksulluk içinde geçen ömürlerini okumuşsunuzdur. Hatta ‘öldükten sonra meşhur olmak’ diye bir avuntu da mevcuttur.
Sanat olarak bildiğimiz kaotik ortamda, ülkenin geçirdiği sorunların yaratıcıya ne denli etkisi olur? Belki de sanatçı yokluktan, sıkıntıdan beslenir desek çok beylik laf etmiş olmayız. Nitekim, salgın, ekonomik ve politik kriz, göçmen istilası gibi toplumu derinden sarsan şeyler belki de ‘konu’ bulma arayışında olan sanatçıya ilham vermiştir. Çünkü ülkemiz sanatçısı krizin her türünü zaten iliklerine dek solumaktadır, hatta krizin etkilerini ilk hisseden sanatçılardır. Atölyemde kapalı bir hayat sürdürmekteyim, bu durum krizlerde ve salgında da devam etmiştir. Elbette, çevrede olup biteni sosyal medya aracılığıyla güncel olarak belleğime dahil ediyorum. Onlar, kuşkusuz yeri geldiğinde resimlerime ister istemez giriyorlar. Resmimde hikâye anlatmadığım sürece etkilerin dolaylı olarak simgesel ve imgesel olarak sahne alıyorlar. Gerekçesi çok basit, bu toplumda yaşıyorum! Bu bağlamda, resmi şiire benzetirim.
Mustafa Kemal, Çanakkale Savaşı sırasında kimi yazar ve ressamları cepheye davet edip vatan savunmasını yerinde izlemelerini istemiş. Düşünsenize; ülke yoksul, işgal edilmiş fakat o, sanatçı ve edebiyatçılardan belgelemelerini talep ediyor. Örneğin İbrahim Çallı, ki o da Çanakkale’ye davet edilenlerdendir, Topçular isimli başyapıtını savaş ilhamıyla yaratmıştır.