Isabel Muñoz Fotoğraf: © Toni Catalá

Mistik Bir Yolculuk

Farklı kültürlerin doğasını, estetiğini, yaşam biçimlerini fotoğraflarıyla yansıtan Isabel Muñoz’un, Göbeklitepe ve bölgedeki Taş Tepeler’i konu alan çalışmaları Pera Müze’sinde sergilenmeye başlandı. “Biz insanlar olarak evrim içinde pek çok şeyi kaybediyoruz halbuki alt benliklerimizde daha ileri bilgiler var. Hayvanlar sanki bizim kaybettiklerimizi hâlâ hissedebiliyorlar. Işığın yanında her zaman karanlık olduğunun farkındayım, bunu her gün görebiliyoruz. Sanat sayesinde o ışığı aktarabilme fırsatım oluyor,” diyen sanatçıyla konuştuk.

/

Isabel Muñoz, çeşitli coğrafyalardan insanları ve kültürleri konu alan, ışığı siyah-beyaz portrelerinde etkileyici biçimde kullanan, bunu yaparken farklı kültürlerin doğasını, estetiğini ustalıkla yansıtan bir sanatçı. Daha önce Türkiye’de pek çok kez farklı projeler yapmış olan sanatçı, yeni projesinde objektifini Göbeklitepe’ye çeviriyor. Muñoz’un dünyanın en eski kült alanı olabileceği düşünülen ve 2018’den bu yana UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan Göbeklitepe’nin yanı sıra Karahantepe ve Sayburç’u çektiği fotoğrafları ilk kez Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi’nde sergileniyor. Serginin küratörlüğünü fotoğrafçılık alanında pek çok uluslararası projeye imza atan, Mougins Fotoğraf Merkezi Direktörü François Cheval üstleniyor.

Isabel Muñoz, “Göbeklitepe”, 2022 Arşivsel Pigment Baskı, 40 x 60 cm

Mistik bir yolculuk sunan Yeni Bir Hikaye: Göbeklitepe ve Çevresinden Fotoğraflar başlıklı sergi 17 Eylül’e kadar Pera Müzesi’nde. Sanatçıyla Göbeklitepe’yi nasıl ele aldığını, fotoğrafa yaklaşımını konuştuk.

  • Fotoğraf sanatına hayatınızın erişkin döneminde, evli ve çocuklu bir kadınken başladınız. Fotoğraf ile ilgili bir kariyer yapmaya sizi ne itti?

Profesyonel olarak öyle diyebiliriz ama fotoğraf çekmeye 13 yaşında başladım. Çok genç evlendim ve 1972 yılında balayına Türkiye’ye geldiğimizde ikizlere hamile kaldım. Çocuklar dört, beş yaşlarındayken, artık okul çağına geldiklerinde, bana çok fazla ihtiyaçları kalmadığında fotoğrafı bir kariyer olarak seçmeye karar verdim. Bu seçim benim için önemliydi, başka bir şey seçseydim çok mutsuz olurdum. Fotoğraf benim hayatım oldu, seçimimden çok memnum. İç sesimi dinledim ve doğru yaptığıma eminim.

  • Göbeklitepe projesi nasıl ortaya çıktı? Sizi oraya çeken neydi?

Sadece fotoğrafçı olarak değil, kişisel olarak da insanlık tarihi hep ilgimi çekmiştir. Biz kimiz, nereye gidiyoruz, sonraki nesillere neler bırakacağız? Her zaman geriye dönüp bakmışımdır; mesela kabileleri inceledim çünkü aslında insanlık olarak şimdiki halimizin sonradan varacağımız noktanın ön gösterimi olduğunu düşünüyorum…

Bir gün birlikte çalıştığım küratör François Cherval ile konuşurken bana Türkiye’deki bu yerden bahsetti. İspanya ve Fransa’da dünya çapında çok ünlü olan antik yerleşimler var ama Göbeklitepe Avrupa’da fazla bilinmiyor. Konudan bahsettiği an oraya gidip çalışmak istediğimi anladım. Şansıma o sıralarda İspanyol Büyükelçi Javier Hergueta Türkiye’de bir iş yapmamı önerdi. Öncesinde de birçok kez Türkiye’de çalışmıştım, buranın insanlarını, kültürünü ilham verici buluyorum. Onun önerisi burada çektiğim fotoğraflardan derleme bir sergi yapmak yönündeydi, bense yeni bir projenin daha uygun olacağını söyledim. Hergueta, beni Pera Müzesi ile tanıştırdı. İşte sonunda Göbeklitepe ile ilgili çalışmanın zamanı gelmişti.

Hazırlık aşamasında kazı başkanı Prof. Necmi Karul’la konuşurken bana bölgedeki Sayburç ve Karahantepe’den bahsetti. Gerçekten şanslıydım çünkü Pera Müzesi ile bu projeyi yapmaya karar verdikten sonra orada çalışabilmem için belirli izinlerin alınması gerekiyordu. Bunun yanında karşımda pek çok düşünsel engel de vardı. Öncelikle konuyu bir bilim insanı ya da arkeolog gibi ele almak istiyordum fakat aynı zamanda o dönem orada yaşayan kişilerin de duygularını fotoğraflara aktarmanın peşindeydim. İzleyiciye kendi hissimi geçirmeye çalıştım.

Necmi Karul’a kendimi anlattığımda ne yapmak istediğimi çok iyi anladı ve bana cömert davrandı. Geceleri alanda kalmama izin verdi ve böylelikle orayı başka bir bakışla deneyimleme fırsatım oldu. Kendimi zamanında orada yaşayan insanlar kadar bölgeye yakın hissetmek istedim. Çünkü orada yaşamış insanlar oranın ilk gerçek sanatçılarıydı. Geceleri elimde fenerle yürüdüm, bu sayede pek çok şey keşfettim. Her şey böyle başladı.

Isabel Muñoz, “Nevali Çori”, 2022 Arşivsel Pigment Baskı, 200 x 134 cm
Isabel Muñoz, “Nevali Çori”, 2022 Arşivsel Pigment Baskı, 200 x 134 cm

Bir projeye başladığınızda, nelerden ilham alıyorsunuz? Mesela Göbeklitepe serisinde gördükleriniz size yeni kapılar açtı mı? Proje başından sonuna nasıl bir değişim geçirdi?

Çalışmaya başlamadan önce yöntemimi belirlemek adına planlar yaptım. Bölgeyle ilgili kitaplar okudum. Geceleri orada kalabilmemle ilgili izni aldıktan sonra bazı şeyleri daha iyi idrak etmeye başladım. Mesela ışığın oradaki karşılığını daha iyi anlamaya başladım. Karahantepe’de fallus biçimli taşlardan oluşan bir bahçe var; kafaları erkek başı ya da yılan şeklinde olduğu söyleniyor. Gece oraya fenerle gittiğinizde, onun aslında bir kadın figürü olduğunu görüyorsunuz. Başka şeyler de var. 11. bahçede sadece tek hayvan var. Fenerle orayı gezerken bir noktada düşen gölge çok büyük bir insan formuna dönüştü. O günler ışığı bilen insanlar, bunu böyle kurgulamışlar. Işığın ve gölgenin hayalet vari görüntüler yarattığını keşfetmişler. Müşterek alanlar özellikle geceleri kullanılıyordu ve onlar ışığı ve gölgeyi tanıyorlardı. Necmi Karul, onların, bizim bizdiğimizden çok daha ilerde olduklarını söylüyor.

İspanya’daki boğa güreşlerini fotoğraflarken yaptığım araştırmalarda, ki artık boğa güreşlerine eskisi gibi bakamıyorum, kültürümüzün bu kısmının Minotor mitosundan geldiği söyleniyordu. Ama Göbeklitepe’ye gittiğimde bir boğa ve şaman betimlemesi gördüm, biliyorsunuz ki boğa güreşleri erkeğin elinde bir parça kumaş tutmasıyla başlar. Bu kabartmada da erkek elindeki kumaşı boğaya doğru sallıyor. Bu, bütün tarih anlatısını değiştirecek bir buluş; tarihteki ilk boğa güreşi betimlemesinin buluntusu olabilir.

Paleolitik çağda da sanatçılar aynı günümüzdeki gibi boya kullanıyorlar, boşlukları kullanıyorlar… Burada mekana özgü heykeller yaptıkları gelişkin bir düzen var. Bunu sadece birkaç fotoğraf ve video enstelasyonu olmaktan çıkarıp, arkeologların, mimarların ve izleyenlerin de baktıklarında benimle aynı duyguyu paylaşabilecekleri bir sergi olmasını istedim. İnsan etkileşimini çok değerli buluyorum, bu sebeple arkeolog, araştırmacı ve mimarların da yer aldığı, sergiye paralel bir sempozyum düzenledik. Özellikle mimarlar için de buranın önemli olduğunu düşünüyorum. Sadece ortak kullanılan alanlarıyla değil, yuvarlak formlu yapılarıyla da önemli nitelikler taşıyor.

  • Projelerinizin altında yatan, devam etmenizi sağlayan motivasyon neydi?

Bence bu hikaye anlatıcısı olmakla ilgili. Sevdiğim bir şeyi paylaşmaya çalışıyorum. Fotoğrafta pek çok şey buldum. Hikayenin gücü, imgenin gücü, daha önce anlatılmamış, paylaşılmamış hikayeler… Kazı alanında genç arkeologlarla çalışırken onlara sordum, benim gibi hissedip hissetmediklerini anlamaya çalıştım. Onlar da bana şu cevabı verdiler: “Tabii ki burada yaptığımız iş heyecan verici fakat bunun asıl sebebi, şu anda yaptığımız şeyin ilerde insanlığa bir katkı sağlayacağını bilmek.” Bunu duyduktan sonra aslında oldukça benzer hisler içinde olduğumu fark ettim. Benim için fotoğraf daha çok paylaşmak ve daha çok iletişim kurmak anlamına geliyor. Aracı olmayı seviyorum.

Isabel Muñoz, “Göbeklitepe”, 2023 Arşivsel Pigment Baskı, 200 x 134 cm
  • Sanatınızda insan bedeni ve form öncelikli bir yere sahip. Göbeklitepe projesinde ise canlı olmayan formlara odaklanıyorsunuz. Bu durum sizi hangi noktalarda zorladı?

Yeni projeler her zaman çeşitli sebeplerden dolayı zordur. Karşımdakinin izni olmadan hiçbir şeyi fotoğraflamam, onlarla iletişim kurabiliyor olmam gerekir. Bu seriyi fotoğraflarken, heykellere canlılarmış gibi davrandım. Prof. Necmi Karul’un yardımı çok oldu; çevreyi, doğasını tanıyabildim, suda yansıyan ışığın yönünü öğrendim… Belgesel fotoğraf çekmek istemedim. Bazen kendimi bakanın bazen de o dönem o heykeli yapan sanatçının yerine koydum. El fenerleriyle o heykellerin canlandığını düşündüm. Bir yere gece baktığınızda her şey değişir.  Hikayeyi bambaşka anlatabilmeyi sağlıyor. Bu duyguyu verebilmek istedim.

  • Bu sergi için yeni baskı teknikleri denediniz, hatta geliştirdiniz. Bu konuyu biraz açabilir misiniz?
İlginizi çekebilir:  İstanbul Ansiklopedisi

Hayatım boyunca her şeye dokunabilmek isteği duydum. En başından beri, ki o zamanlar dijital fotoğraf diye bir şey yoktu, yeni teknikler denemeye başladım. Kağıdın dokusunun suluboya kağıdı gibi tekstürlü olmasını istiyordum mesela. Bu yüzden o zamanlar eski teknikleri öğrenmeye başladım. Platin baskıyı çok uzun süre kullandım, siyah beyaz fotoğraftan zevk alıyordum. Bu proje fikri oluştuğunda yine eski baskı tekniklerine döndüm. Sabırla araştırdım ve bekledim. Sabırlı biri değilimdir ama zaman gerektiren fikirlerde sabırlı olmayı bilirim. Tam 15 yıl sonra, bu serginin hemen öncesinde aklıma bir fikir geldi. UV’ye baskı yaptım. Gümüş ya da altın baskıyı suluboya kağıdına almak yerine 24 karat altını UV’ye pozladım. Bu aslında 19. yüzyılda kullanılan bir teknik. Sergide bu şekilde yapılmış fotoğraflar var. Onları bastıktan sonra Türk toprağı üzerine baskı yapma fikri ortaya çıktı. Bu fikrin de kaynağı şöyle gelişti: İki, üç yıl önce denizdeki iklim değişikliği üzerine bir proje yapıyordum. İspanya, kabuklu deniz canlılarının dünyadaki en büyük üreticilerinden biridir, özellikle Kuzey İspanya Bölgesi. Bu projede öğrendim ki denize attığımız bütün deniz kabukları denizi kirletiyor. İklim değişikliğine duyarlı bir şirket var, onlar bu kabukları alıp kum gibi inceltiyorlar. Buradan yola çıkarak öğütülmüş deniz kabukları üzerine baskı yapabilirsem eğer iklim değişikliği anlamında da bir mesaj vermiş olacağımı düşündüm. Böylelikle aslında bir şeyleri geri dönüştürmüş de olacaktım. Bunu yaparken ipek baskıya yakın bir yöntem kullanmış oluyorsunuz. Bu yöntemi çok kez denedim; mercanlarla aynı yöntemi kullanarak baskı yaptım. Mercanlar denizde ölünce beyaz renk alıyor. Beyaz, ölü mercanlarla baskı yaptığımda da hem aynı mesajı yinelemiş oluyorum aynı zamanda da gözalıcı sonuçlar aldım.

Isabel Muñoz, “Şanlıurfa Yenimahalle”, 2022 Arşivsel Pigment Baskı, 200 x 134 cm
  • Bunlar tek edisyonlu baskılar mı oluyor?

Platin ve o tür baskılar edisyonlu yapılıyor. Ben 7+1 edisyonlu yapıyorum fakat hiçbiri birbirinin tam olarak aynı olmuyor. Burada Türk toprağıyla pozladığım tekniğe Tepetype ismini verdim, Göbeklitepe’den geliyor. Biz yok oluyoruz; doğarız ve ölürüz, yaşam bu. Ama toprak ve doğa her zaman orada olacak. Türkiye’deki toprak yüzyıllar önce de oradaydı, bu bağlamda orada ben de varolmak istedim. Başta oranın halkından izin aldım bölgeye girebilmek için, çünkü bence saygı duymak öncelikle çok önemli. Orası binlerce yıldır duruyor ve korunuyor. Gündüz vakti orada bağırarak konuşan, selfie’ler çeken ve aslında neye baktığını fark edemeyen turistleri görmek beni hüzünlendiriyor.

  • Daha önce de Türkiye’de çeşitli projeler yapmıştınız. Türkiye’de çalışmanın zorlukları ve avantajları sizce nelerdir?

Sadece harika deneyimler yaşadım, sizi temin ederim. İnsanlar kendi yaşam alanlarını açma, bilgilerini paylaşma konusunda o kadar cömert ki… Kötü hatırladığım tek bir deneyimim olmadı. İlk sergimi ’92 yılında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi’nde açmıştım. Denizin kıyısındaki binasını çok beğeniyorum. Yine o zamanlar yağlı güreşleri çekmek için araştırmalar yapıyordum.  Ama tabii tek başıma bir kadın olduğum için zor sayılabilecek bir projeydi o günler için. Çok şanslı olduğumu düşünüyorum çünkü hikaye şöyle ilerledi: Haziran ayının başıydı, bölgede biraz araştırma yapmıştım. Güreşçilerden bir gruba projeyi anlattım, işlerimi gösterdim. Pehlivan Ahmet Taşçı’ın grubuymuş onlar ve o öğleden sonra müsabakaları varmış. O gün, geçen sene kaybetmiş olan Pehlivan Ahmet Taşçı 4 kez kazandı. Beni daha önce görmemiş, tanımamış olmasına rağmen ona uğur getirdiğime karar verdi. Takımına ne istersem yapmalarını söyledi, benim için de harika bir dostluğun başlangıcı oldu.

İnsanlar yağlı güreşlerin savaş ve güçle ilgili olduğunu düşünüyor oysa ki bence tamamen insanla ilgili. Sonunda kazanan kişi daha güçlü değil daha asil ve zeki atfediliyor. Ben de Türk insanının asaletini görmek istediğim gibi fotoğrafladım. Er meydanı dışında bu insanlar birbirine düşmanlık beslemiyorlar, birbirlerine yardım ediyorlar, masaj yapıyorlar… Sonrasında Ahmet Taşçı ile başka projelerde de birlikte çalıştık.

  • Fotoğraflarınızda canlı modellerinizle objektifiniz arasında alışıldıktan daha yakın bir ilişki olduğu gözlemlenebiliyor. Bu yakınlığı kurmak zor olmalı. Öznelerinize nasıl yaklaşıyor, nasıl bir bağ kuruyorsunuz?

Nasıl yaptığımı ben de bilemiyorum. Bence bununla doğuyorsun. Ben önce karşımdakini düşünüyorum. Biz aslında yaptıklarımızı karşımızdaki kişi için yapıyoruz, kendimiz için değil. Karşındakini seversen o da bunu hissediyor. Diğer projelerimde, başka ülkelerde benim de çok ağır deneyimlerim oldu; kadın ticareti, silah kaçakçılığı yapılan yerlere gittim. Ama yine de karşındakiyle iletişim kurabildiğinde, o anda her şey sıfırlanıyor. Bu çocukken sahip olduğum bir yetenekti, annem öyle derdi. Ben karşımdakine dokunmayı seviyorum. Her zaman karşındaki bunu kabul etmeyebiliyor ama çalışırsa da çalışıyor.


Isabel Muñoz, “Karahantepe”, 2022 Arşivsel Pigment Baskı, 64 x 64 cm
  • Onlara o şekilde poz verdirmeyi nasıl başarıyorsunuz?

Kendileri veriyorlar, bu aslında iyi bir röportaj yapmaya benziyor. Bu bir cömertlik eylemi aslında. Atların veya büyük maymunların fotoğrafını çekerken bile hissettim, onlara olabildiğince yakın olmak istedim. Biz insanlar olarak evrim içinde pek çok şeyi kaybediyoruz halbuki alt benliklerimizde daha ileri bilgiler var. Hayvanlar sanki bizim kaybettiklerimizi hâlâ hissedebiliyorlar. Işığın yanında her zaman karanlık olduğunun ben de farkındayım, bunu her gün görebiliyoruz. Sanat sayesinde o ışığı aktarabilme fırsatım oluyor.

  • Işık fotoğraflarınızda önemli bir enstrüman. Bu enstrümanı kullanış biçiminiz yıllar içinde nasıl değişkenlik gösterdi? Özellikle Göbeklitepe projesinde ışıktan nasıl faydalandınız?

Işık benim için pek çok anlama geliyor; manevi ışık, rüyada gördüğümüz ışık, öldüğümüzde gördüğümüz ışık gibi… Fotoğrafın kendisi ışık zaten. Işığı bulmak için de karanlığa ihtiyacınız var. Göbeklitepe’de ışık olarak sadece el feneri ve yansımaları kullandım. Tekniği doğru kullanmak için öncelikle iyi öğrenmiş olup sonra o bildiklerini unutman gerekir.

Şimdilerde yapay zekayı araştırıyorum. Sergide AI ile yapılmış bir iş var. Ankara’da dünyanın en iyi EEG laboratuvarlarından biri bulunuyor. Orada kafama elektrotlar yerleştirdiler ve çeşitli duygularımı kaydettiler. Bu kayıtları Karahantepe’deki bir insan başına yansıtarak otoportre yaptım. Böylelikle sonraki jenerasyonlar da bizim beyin dalgalarımızı, hislerimizi görebilecekler. Daha sonra bununla ilgili farklı çalışmalar yapmayı da planlıyorum.

  • Günümüzde fotoğraf sizi hangi özellikleriyle heyecanlandırıyor?

Fotoğraf hâlâ benim için her şey demek. Video enstalasyonları, mapping projeleri de buna dahil, natürmort fotoğraflar da. Yeni jenerasyon medyumlara da çok yakın hisseidyorum. Biz sanatçılar bence yeniliklere yatırım yapmalıyız. İnteraktif videolar dikkatimi çekiyor, sadece yenilik olsun diye değil yeni bir iletişim kanalı açmak için de bence önemli. Hikayelerini böylelikle farklı kanallar üzerinden anlatabileceğimi düşünüyorum.

Previous Story

Resim ve Oyunculuk

Next Story

Göbeklitepe Hakkında Doğru Bilinen Yanlışlar

0 0,00
02_ArtDog_CD_Logo_RGB_Black

BÜLTEN

Türkiye ve dünyadan haftalık kültür-sanat haberleri, inceleme yazıları, sergiler ve etkinlikleri takip et.

Bülten aboneliğinde ArtDog Istanbul’un gizlilik sözleşmesini kabul etmiş olursunuz.