Mamut Art Project bu yıl hem Yapı Kredi bomontiada’da hem de çevrimiçi platformunda 49 sanatçının 400’e yakın işini sanatseverlerle buluşturdu. 8 Kasım’a kadar ziyaret edilebilecek projenin bu yılki sanatçılarından Alptekin Soy, Kazım Şimşek, Tevfik Saygın Özcan ve Yaprak Göker işlerini, pandemi döneminin sanat hayatlarına ve üretimlerine yansımalarını ArtDog Istanbul’a anlattı…
- Hepimizin ilk defa deneyimlediği, alışık olmadığımız bir dönemden geçiyoruz. Bu pandemi dönemi üretimlerinizi ve üzerinde çalıştığınız temaları ne yönde değiştirdi? Dijitale yönelimde artış görüldü, bu sizi farklı medyum arayışlarına itti mi? Mamut Art Project’te pandemi sonrasında başvuruyor olsaydınız, yine aynı çalışmanızla mı başvururdunuz örneğin?
Alptekin Soy: Sanat çalışmalarımla paralel olarak yürütmeyi düşündüğüm sanatta yeterlik tezimi her mevsimin kendi iklimi içinde, dışarıda açık havada yazmayı planlıyordum. Pandeminin ilk zamanlarında sokağa çıkma kısıtlamaları ve eve kapanma durumundan dolayı bir duraksama yaşadığımı söyleyebilirim. Bu durumun çalıştığım temalar üzerine doğrudan bir etkisi olmadı. Mukavvadan oluşan çalışmalarımın belli bir bölümünde dijital teknik var ve daha fazlasını istemiyorum. Dijitalin gerek sanat çalışmalarında gerekse çevrimiçi sergi, eğitimde kullanılması ya da dijital arkadaşlık bizi birbirimize tam tatmin etmeyen bir duyguyla yaklaştırsa da aksine bazen beni gerçeklikten uzaklaştırdığını düşüyorum. Kendimi ve çalışmalarımı dijitalden uzak tutmaya çalışıyorum. Bu yüzden pandemi sonrasında da başvursam aynı çalışmalarımı gönderirdim…
Kazım Şimşek: Pandemi dönemi mevcut problemleri değiştirmedi. Yalnızca daha da derinleştirdi. Bu yüzden resimlerimde anlattığım şeyler hala yaşanıyor. Mamut Art Project’e şimdi başvuracak olsam yine aynı çalışmalarla başvururdum. Pandemi döneminde özellikle toplumun ezilen kesimleri için sorunlar daha da başa çıkılmaz bir hal alarak ilerliyor. Benim için bu koşullarda yaşayan halkın özlemlerini ve sancılarını dile getirme ağırlığı arttı diyebilirim. Benim için de halihazırda pandemi etkisi ile yaşamımdaki bir dizi daralma, teknik bir arayış yapabilmekten ziyade, içinde bulunduğum koşullara, çağa hızlı refleksler üretebilme çabası ve çalışma anlayışı ile karşılık buldu.
Tevfik Saygın Özcan: Farklı temsil araçlarının birbirinin yerini tuttuğunu düşünmüyorum. Bu nedenle her bir ifade etme biçimini üretim süreçlerimin içerisine dahil etmeye çalışıyorum. İşin kendisi de bu araçlardan birinin ürünü. Yani tüm bu ifade araçlarını dijital olsun veya olmasın tamamen kendi işlerimle diyalog için kurduğum farklı diller gibi. Birinin söylediğini diğeri söyleyemediğinde araçtan araca geçiş yapıyorum. Örneğin bir düşünce hattını açmam için maket yapmam gerekiyor, o ortamla proje kendini yeniden tarifliyor. Yani araçları sunumdan çok tasarım aracı olarak kullanmaya özen gösteriyorum. Dolayısıyla dijital bunlardan yalnızca görüneni. Bu çalışmada da süreci işleten, projeyle iletişim kurmamı sağlayan ve düşünce hatlarını genişleten birçok eskiz, maket gibi teknikler var. Tabii içinde bulunduğumuz şartlardan dolayı bunları dijitale aktarmak başlı başına bir mesele. Çünkü bir maketi elinize aldığınızda ölçeği, dokusu, hissi onun fotoğraflarında yalnızca başka bir ağızdan tarifi gibi geliyor.
“Aynı Çalışma ile Katılırdım”
Virüsün kendisi ve yayılım haritalarına baktığımızda kentle ve insanla kurduğu ilişkiyi ‘Geometrica Plantabo’ eserindeki bitki familyasına çok benzetiyorum. İnsana ve kente kayıtsız, kenti ve bedeni ele geçiren, var oluşuyla ilgili yeni bir dinamik kuran bir sistemi var virüsün. Ekosistemi, habitatı yine insan bedeni. Dolayısıyla yine aynı çalışmayla katılırdım, ancak belki kenti sahne sahne ele geçirmesinin yanında bütün alanlara ve sistemlere yayıldığını göstermek isterdim. Kent sahnelerden oluşan makro, karmaşık bir sistemler bütünü, bedenin kendisi gibi kentte de bir seri organizasyon, ilişki var. Kayıtsız olan bu ilişkilere eklemlenen ve onların düzenine, katmanlarına eklemlenen yeni bir alt sistem gibi. Canlı, cansız, bitki, hayvan, insan her birimiz bu sistemin bir failiyiz. Bu faillere dair her sistem birbiriyle doğrudan veya dolaylı karmaşık ilişkiler kuruyor. Eserdeki çalışmalar doğanın bu sistemlerdeki reflekslerini, biçimsel dönüşümlerini algılanabilir bir zaman ölçeğine taşıyarak dikkatimize sunuyor. Virüsün hareketli ve korunaksız bedenler ile nakliyesi ve böylece dünya döşemesinde kapladığı alanın geometrik büyümesi ile eserdeki foton bitkisinin yapay ışık olan yerlerde büyümesi ve yoğunlaşması gibi.
Yaprak Göker: Elbette zorlandığım, iç sıkan bir dönem ama bir o kadar da topraklandığımı hissettiğim, umut ettiğim bir dönem geçiriyorum. Pandemi öncesinde, yine izleyicinin projenin ortak yapımcılarına dönüştüğü bir çerçevede ve özellikle performans alanında çalışıyordum. Şimdi biraz daha durgun, bolca okuduğum, yeniden keşfettiğim ve gözlemlediğim bir zamandayım. Daha çok analog ağırlıklı medyumlar üzerinde duruyor olsam da dijital dünyalar ile hep bir etkileşim içinde buldum kendimi. Bu iki dünyanın birbiriyle konuştuğu ve izleyicinin de bu konuşmanın bir parçası olduğu projeler üretmeye devam ediyorum. Dolayısıyla dijitale olan eğilimi, benim denklemlerimin bir nevi sağlaması olarak değerlendiriyorum. Pandemi dönemi tam da ritme örnek olarak gösterilebilecek, alışık olduğumuz hayata başkaldıran, ‘başka bir hayat mümkün’ dedirten bir dönem. “Pensato”nun da bu dönemde sergileniyor olması benim için ‘mutlu bir kaza’ (serendipity) oldu diyebilirim. Fakat her anda farklı şekilde deneyimlendiği için, Mamut Art Project’e pandemi sonrası başvuracak olsam, yine aynı çalışma ile başvururdum.
“Kadın Argosu Sözlüğü’nden Morlar Senfonisi
Serilerinden biri “Kahraman Şefin Morlar Senfonisi” adını taşıyan Alptekin Soy “Filiz Bingölçe’nin ‘Kadın Argosu Sözlüğü’nden seçtiğim ‘morlar senfonisi’ kelimesi ‘utanılacak bir durum ya da şeyle karşılaşmak; morarmak, mosmor olmak’ anlamına gelmektedir. Mizahın ve abartının bolca yer aldığı bu sözlük aslında hiç de kahraman olmayan; bırakın bir orkestrayı yönetmeyi kendi hayatını yönetmeyi beceremeyen, utanacağı, mahcup olacağı hatalar yapan bir karakter yaratmama neden oldu. Ve bu karakterin, yönetemediği orkestrasının,
sahnedeki anını aktarmaya çalıştım mukavvalar üzerine…” diye açıklıyor.
***
Esaret Altındaki İnsanların Bir İfadesi
Kağıt üzerine karakalemle çalışan Kazım Şimşek ise siyah-beyaz renklerin ele aldığı temayla bağlantısını “Malzeme tercihimde bu araçlara öncelik vermemin nedeni öncelikle her koşulda kendimi üretebilir bir pozisyonda konuşlandırmak istemem. Çünkü sanat üretiminin tarihsel ve toplumsal bir misyonu olduğuna inanıyorum. Tarihten öğrendiğim şey, benim ve benimle aynı koşullara sahip bir çok sanatçı için sanatsal ifadenin sekteye uğrayabileceği gerçeği. Sanat yapıtının biçim ve içerik bakımından uyumunun gerekliliğine inanıyorum. Siyah-beyaz resimlerde sürekli tekrar eden fırça ve kalem vuruşları bende mahkumların el işçiliklerini çağrıştırıyor. Resimlerimde anlatısını yaptığım insanların, benim ve de bütün bir toplumun esaret altında olduğuna inanıyorum. Uçtan uca yaşadığımız coğrafyanın yarı açık bir cezaevi olduğunu görebilmek, biraz düşününce, çok zor değil sanırım” cümleleriyle ifade ediyor.
***
Doğa İçerisinde Gömülü Geometrilerin İzinde
“Beden Habitatı” serisinde doğanın konum olarak insan vücuduna yerleştirildiğini gördüğümüz Tevfik Saygın Özcan işleri hakkında şöyle konuşuyor: “Doğadaki canlı ve cansızlar içerisinde belirli geometriler gömülü halde bulunuyor. Bu çalışmada geometrik kompozisyonlara yönelmemin temel sebebi bu. Yapraklar, kayaçlar, kristaller hepsi temel geometrilerin, topolojik dönüşümlerin birer sonucu. Farklı türlerin geometrik kurgusunun benzerliği ve bu geometrinin statik bir durumdan öte hareketli, dönüşen sürekli yeniden biçimlenen bir kurgusu olduğunu biliyoruz. Beden habitatı ise aynı bitkilerin dokular ve daha mikroorganizmalar halinde bedeni ele geçiriyor. Örneğin sesten beslenen eklemlere, kalp çevresine, metan gazından beslenen bağırsaklara yerleşiyor. Çalışmanın atıfta bulunduğu biçimler bitki dokularının içine gömülü geometrinin gizinin açığa çıkmasını temel alıyor. Ve çevredeki parametrelerle sürekli bu biçimlerin dönüştüğünü, morfogenetik süreçlerini görüyoruz. Bu geometriler ve dönüşümler halihazırda doğanın kendi öz organizasyon süreçlerinde zaten mevcut. Bu çalışma süreci hızlandırılmış bir şekilde göstererek ve geometrileri ifşa ederek onlarla yüzleşmemizi sağlıyor.”
***
Tıpkı Çalınmayıp Hissedilen ‘Hayalet’ Notalar Gibi…
“Pensato: Düşlerin Sesi” isimli işini sergileyen Yaprak Göker, eserine İtalyanca’da ‘düşünce’ anlamına gelen ‘pensato’ adını verme hikayesini şöyle anlatıyor: Müzikte “ghost note” adı verilen ritmik bir yapı vardır. Bu notalar çalınmaz, hissedilir. Groove dediğimiz şeyi bu nota aracılığı ile en içten şekilde deneyimler, kendinizi bir çeşit akışta bulursunuz. Çok küçük yaşlarımdan beri müzikle aramdaki en kıymetli anlar, bu notayı bütün benliğimde hissettiğim anlar oldu. Beni hep anda olmaya yönelten bu hisse, izleyicinin de kendi iç sesleriyle ortak olmasını istedim. Her defasında farklı bir bakış açısıyla bakmaya, duymaya ve hissetmeye yönelten bir enstrüman olan ‘Pensato’ izleyicinin iplerin hareketini ve bu hareketin iki sayfa arasında yarattığı gerilimi kullanarak çevirdiği her sayfada kendi hikayesini duymasını amaçlıyor. Bu, çok basit bir temponun melodiye dönüşüp ritim ile birleşmesi, günlük hayatımızda hiç beklenmedik bir anda karşımıza çıkan büyülü bir anı gözlemlemek gibi…”