Less Than No Time ya da Andan Daha Kısa

///

Şirince’deki Nesin Matematik Köyünün hemen yanındaki Tiyatro Medresesi Ağustos 2020’de iki konuk sanatçıyı ağırladı. Mustafa Kaplan ve Filiz Sızanlı yeni eserleri “less than no time” için uzun bir prova yaptılar. Muhteşem bir doğada ve yeni inşa edilen ancak yüzyıllar öncesinden kalmış gibi görünen taş binada farklı bir koreografinin yaratım sancısı sürdü. Serial müzik üzerinden hareketle yarattıkları yeni işleri öykü, söz dizileri, aritmetik hesaplar üzerine kurulu. 20 Ağustos 2020’de Tiyatro Medresesinin büyük stüdyosunda eserin bir bölümünü sergiledikleri açık provanın ardından sanatçılarla keyifli bir röportaj gerçekleştirdik.

Yirmi yılı aşkın süredir Taldans adıyla ikili ya da bağımsız sanatçı olarak pek çok eser yaratan Mustafa ve Filiz, özellikle yurtdışındaki çalışmaları ve temsilleriyle çok başarılı bir sanat hayatı sürdürüyorlar. Dolap, Sek Sek, Dokuman, Solum, Graf gibi eserlerle sanatseverlerin büyük beğenisi kazanan ikili, gözlerden uzakta yeni bir koreografilerini hazırladılar. İngilizce sözlü versiyonunun yanı sına Türkçe sözlerle de “andan daha kısa” adıyla sahnelenen eserin ilk sahne temsili 10 Ekim 2020’de İBB Şehir Tiyatroları Üsküdar Kerem Yılmazer Sahnesi’nde sergilendi. İKSV 24. İstanbul Tiyatro Festivali programında da yer alan yeni eser 14 Aralık 2020 tarihine kadar çevrimiçi izlenebilir.(tiyatro.iksv.org)

Koreografilerin yaratım süreçleri genellikle gözlerden kaçar; seyircinin, basının ve eleştirmenlerin ilgisi genelde sahneye odaklıdır. Oysa mutfak da en az sahne kadar keyiflidir. Seyircisiyle yeni buluşmuş bu eserin mutfak aşamasına gelin birlikte bakalım…

  • Yeni bir esere başladınız. Bu sefer hikâyeyi neyin üzerine kurdunuz?

Filiz Sızanlı: Bu projeyi bir süredir çalışıyoruz. Geçen sene bu aylarda üzerine çalışmaya başlamıştık. Mustafa ile pandemiden dolayı 5-6 aydır ara vermek zorunda kaldık, birbirimizi göremedik, prova yapamadık. Son dönemdeki işlerimiz ses, ritim ve mekânın hareketle ilişkisinin araştırılması üzerine. Uzun süredir birlikte çalıştığımız ses tasarımcısı Sair Sinan Kestelli’nin önerisi üzerine Serializm akımını incelemeye başladık ve bu yaklaşım bize yeni bir yol açtı. Biz mimar ve mühendis olarak daha çok matematiksel hesaplardan oluşan sıralar, diziler ve notasyon üzerinden koreografik araştırmalar yaparken Serializmin yaklaşımına da bakalım istedik ama sadece Serializm üzerine yapılan bir proje değil bu. Bu akımın döneminin bakış açısını bizim işlerimize nasıl taşırız, bunun hareketteki ve koreografideki karşılığı nedir diye yola çıktık.

Mustafa Kaplan: Serializimde bir şablon kullanıyorlar; 12×12’lik bir matris bu, matrisde ilk sırayı, seriyi oluşturuyorlar notasyon olarak. O ilk sıradan bütün matris yazabiliyorlar. Sonra onun içinde, önceden belirlenmiş uyulması zorunlu olan kurallara uyarak kendi bestelerini ve kurmacalarını yapabiliyorlar. Bir sırayı sağdan sola okuyorlar, sonra daha kısa olarak soldan sağa, yukardan aşağıya başka bir sıra okuyabiliyorlar, bir sürü olasılıklar çıkıyor ortaya, hiç tekrar etmiyorlar… Bizim kendi işlerimizdeki seri kullanma mantığına yakın olduğunu hissettiğimiz bir şeydi bu, tekrar kısmı hariç, biz işlerimizde çok tekrar kullandık. Daha önceden Serializm hakkında bir fikrimiz yoktu, hem Serializmi öğrenmek istedik hem de kendimize yeniden dönüp bakmak istedik. Bunu da düşünürken duygulardan matematiğe nasıl geçilir, dönüştürülür ya da doğanın matematiği nedir gibi biraz daha konuyu kendimizce açmaya çalıştık. Ayrıca, Serializm ne zaman çıkmış, hangi dönemde neye karşı çıkmış, tavrı nedir diye soruşturduk… Bir karşı çıkış aslında o zamanki müzik dünyasında. 8’lik notaya karşı 12’lik nota sistemini çıkarıyorlar. Merkezi ya da ana figürü bozmaya çalışıyorlar. Daha homojen, hiyerarşik olmayan bir yapı. Biz de yeni yapacağımız işte hiyerarşiyi kıran bir yapıyı nasıl oluştururuz diye düşündük. Bizim daha önceki işlerimizde kullandığımız seriler ve yazılmış koreografilerden vazgeçip, bu diziler mantığı ve Serialist tavır bizi nasıl özgürleştirir diye baktık. Böyle bir seri bizim dışımızda var, biz bu seriyi kullanalım ama kendimize özgürlük alanı da yaratalım ve doğaçlama da yapalım içinde diye düşündük.

Filiz Sızanlı: Bundan önce Fransa’da Julie Nioche ile yaptığımız çalışma, Hassas Bir Coğrafya için Ritüel (Ritual for a Sensetive Geography) başlığını taşıyordu. Buluşma ritüelleri üzerine yaptığımız bir işti ama daha çok doğaçlama yapıyorduk, Jullie’nin de içinde olması nedeniyle. Biz Mustafa ile aslında kendi oluşturduğumuz diziler içinde onları yapma eğilimindeki bedeni araştırıyorduk. Dolap ve Sek Sek gibi ilk işlerimizde, iş yapan bedene, o skoru yapan bedeni taşımak, ona teslim olmak, onu dönüştürmek, onu başkalaştırmak üzerine bir yapı vardı. Aslında Serializmde, müzikte de olduğu gibi çok kapalı, zorlayıcı, kalıpsal bir taraf var ama öbür taraftan da özgürleştirici olarak müziğe bir katkısı ve etkisi de var. O kalıbın içinde biz kendimizi nasıl özgürleştirebiliriz diye baktık. İşe başlarken harekette bunu araştırdık, “1” bu olursa “2” ne olacak diye. Bir ardışıklık, bir merkez lazımdı. Arnold Schoenberg (Schönberg)’in Opus 33A & 33 B eserini ele aldık, onun üzerinden bir kurgu oluşturduk. Diyelim ki “0, 7, 2, 1, 11, 8, 3, 5, 9, 10, 4, 6” gibi bir seri var, biz bu serinin içinde hareket olarak “1” ne olacak, “2” ne olacak diye araştırdık, bize bir merkez lazımdı. Bunu harekette tam bulamadık. Hatta Meyerhold’un bir hareket dizgesi varsa ya da başka bir hareket dizgesi varsa onu temel alalım diye araştırmalarımız oldu. Sonra biz hareket üzerinden yola çıkmayalım, bir hikâye bulalım dedik. Banyo yapıyorsun ve sonra evden dışarı çıkıyorsun gibi ardışık bir durumu ele alalım mesela. Bunu bölüp, bu durumu kendi içinde değiştirelim istedik. Önce evden çıkıyorsun, sonra banyo yapıyorsun, sonra kapıyı kilitliyorsun, sonra ayakkabını giyiyorsun gibi. Çok bilinen bir hikâyeyi, Kırmızı Başlıklı Kız (Red Riding Hood) hikâyesini İngilizce olarak oluşturduğumuz 12’lik matrisin içine yerleştirdik. Provalarda bunun içindeki hareketsel, sessel ve mekânsal karşılığı araştırıyoruz. 12’lik sıra bir merkeze göre nedir, seyirciye 12’lik bir yakınlıkta olmak nedir? Yükseklik, hacim, bir rengin 12’lik skalasının değişmesi gibi konulara da bakıyoruz. Sırf hareket değil, hareketin etrafında oluşan durumları bu seri içinde kurmaya ya da bozmaya çalışıyoruz.

Kendi İçinde Nasıl Bir Bütünsellik Yakalayabiliriz Sorusunun Peşinde…

  • Sizin eserlerinizde nesnelerin de önemi var. Onlar da kurgunun bir parçası. Bu sefer çok belirgin biçimde ip ve havlu karşımıza çıkıyor. Bunların hikâyedeki yerleri nedir?

Mustafa Kaplan: İşin dramaturjisini yaparken Filiz’in söz ettiği ardışıklık sorunsalı bizim için çok önde oldu. Çünkü bu Serial müzikte önünde sonunda notaları 8’den 12’e çıkarırken, ara notaları oluştururken bir ardışıklık var, bunu müzikte takip edebilirsin, bunun bir kuralı var. Harekette böyle bir ardışıklık, genel geçer bir şey yok. Yoga ya da Tai Chi hareketlerinde bir seri, bir ardışıklık var, çalışmak için alabilirsin. Ancak bütün bunları almanız ve kullanmanız için bir gerekçeye ihtiyaç var. Biz harekette bir ardışıklık oluşturamazsak dedik, bir hikâyede, bir durumun içinde ardışıklık oluşturalım ve onu notasyona dökelim istedik. Bunun için en uygunu belki bir masal olmalı dedik. Masalın kendi nesneleri vardı. Kırmızı Başlıklı Kız, o zaman kırmızı bir kumaş niye olmasın, kırmızı bir havlu niye olmasın diye… Sonra dedik ki “once upon a time” (bir varmış bir yokmuş), bir şey düşsün havadan. Yukarıdan elma düşer ya masalda, masalımsı bir şey. Baktık tiyatroda ip vardı, ipi havaya attık, ip düştü. Bütün bunlar sürecin doğal parçaları olarak eserin içine girdiler. Okumak için bir metin oluşturduk. Yere oturarak mı, sandalyeye oturarak mı okusak dedik ve sandalye işin içine girdi. Önceden tasarladığımız nesneler değildi bu ama sürecin parçaları olarak esere girdikten sonra önemli ve değerli olmaya başladılar. Schoenberg’in müziğini takip ederek bizim oluşturduğumuz bu kutucukların içinde masala ait cümleler ve cümlelerin oluşturduğu imgeler var. Belli bir sıraya göre yazılmış kutucuklardaki imgeleri takip ederken bazı kutucuklarda kalalım ve o kutucukların derinlemesine içine girelim istedik. O kutucukta ip objesi varsa o zaman ip ile ne yapabiliriz diye düşünmeye başladık. Kullandığımız kırmızı havluya, beyazı ilave ettik, sonra siyah havlu katıldı. Zaten ışığın 12 tonunu kullanmak gibi bir fikir vardı. O renkler ve havlu fikri böyle geldi. Doğal süreçte ortaya çıkan nesnelerin gerçek hakkını vermeye çalıştık.

Filiz Sızanlı: Bizim eskiden nesnelerle ilişkimiz, buzdolabı olsun, kürdan olsun çok net ve belirliydi. Burada davranışını bilemediğimiz, bizim objelerle durumumuzu kestiremediğimiz kullanma biçimleri var. İp düğüm oluyor, açamıyoruz. Bizim o kadar alışmadığımız başka bir ilişki biçimi ve bizim o objelere farklı davranışlarımız var. Bu aslında bizim için yeni bir yaklaşım. Biz uzun süre objelerle zaman geçiriyoruz. Onların mekânda bir dekor, bir sahneleme ya da bir alan açmanın ötesinde bizi dönüştüren araçsallıkları ortaya çıkıyor. Biz bundan sonra o objelere nasıl davranacağımızı daha farklı şekilde deneyimliyoruz. Bizim işler hep episodlar ile oluştu. Bu bize yıllarca sahnelemelerde kolaylık sağladı. Şu oyundan bu bölüm, şu oyundan bu bölüm diye oluşturduğumuz kolajları belli müzelerde ya da galerilerde sergileme olanağı sağladı. Bu yeni eserde ise bu parçalı yapıyla kendi içinde nasıl bir bütünsellik yakalayabiliriz diye düşündük. Bu 12’lik dizinin kendi içinde tekrar eden hareket motiflerini bütünün içinde nasıl kullanabileceğimizi araştırıyoruz. Siyah havlu ile yaptığımız bir dizi, bir başka bölümde ip ile benzer dizgeler oluşturuyor.

Mustafa Kaplan: Dolap oyununda, düşen ya da dengede asılı kalan bir buzdolabı, oyunun üçüncü dansçısı oluyordu, olmazsa olmaz bir objeye dönüşüyordu. Bu eserde objeyi o kadar öne çıkartmıyoruz. Obje ile beden diyalog halinde olabiliyor burada. Her şeyi objeye yüklemiyoruz. Bazen beden öne çıkıyor, bazen de obje ön plana çıkıyor. Riskten daha çok imge ön planda oluyor. Diğer işlerimizde seyirci belirli bir tansiyonla seyrediyordu. Bu eserde ise bir durumun içerisinde, obje ile olan bir ilişki ön plana çıkıyor.

  • Nesneler ikinizin arasında aslında bir ara yüz gibi, bir temas alanı da yaratıyor. Nesneler, sahneyi dolduran, hacim katan asal bir unsur olarak var. Dansınız nesnelerle büyüyor. Yeni işinizde nesneler karşımıza başka anlamlarla çıkıyor. Bu konuyu biraz daha açıklar mısınız?

Mustafa Kaplan: Dolap adlı eserimizde bizim buzdolabı ile olan çalışmamız, 2000 yılında Dulcinea Galerisinin daveti üzerine olmuştu. Buzdolabı büyük bir hacim. Beden ile karşılaşması, onun mimarisi, bedenin mimarisi, böyle bir ilişki üzerinden yola çıkmıştık. Orada biz çok şey öğrendik aslında. Başlangıçta bu kadar bilmiyorduk dolap ile ne yapılabilir diye. Gördük ki çok acayip şeyler yapılabiliyormuş, üstüne çıkıyorsun, içine giriyorsun, dolabın bir ağırlığı, bir balansı var, yer çekimi diye bir şey var. Orada objenin ne kadar kendi karakteri olduğunu, bir ‘dansçı’ kadar oyunun içinde önemi olduğunu gördük. Sek Sek oyunun bir bölümünde kullandığımız, iki dudak arasına yerleştirdiğimiz kürdan ise dışarıdan aldığımız bir imgeydi. Anadolu’da âşıklar dudaklarının arasına iğne koyup türkü söylüyorlar, dudakdeğmez (lebdeğmez) diye bir gelenek var. Biz o gelenekten ve o imgeden yola çıkarak kürdanı oyunun içine aldık ve bizim için oyunun bütünün içinde, dramaturjisinde bir anlamı vardı, onun için kullandık. Farklı şekillerde objelerle ilişkimiz oldu, bu ilişki rastgele bir şekilde olmadı, hep bir gerekçe ve belli bir niyetle ilişki kurduk.

İlginizi çekebilir:  "Ütopyadan Sonra: Kuşlar"

Filiz Sızanlı: Her objenin davranışı farklı. Bizim de kendi sürecimiz içinde onlarla buluşma şekillerimiz farklı. Bizim merak ettiğimiz şey, bir objeyi başka nelere dönüştürebiliriz. Bunu ilk başta yakalamak kolay olmuyor. İp, çok kullanılan bir obje. İp bizi çok zorladı fiziksel olmanın ötesinde. 12’lik skor için iple bir dizi oluşturduk ama sonra kullanmamaya karar verdik. Havlu belki en feminen bir obje. Yaptığımız ilk harekette baktık bu obje bize bir şey söylüyor. Bazen ona varmak çok zaman alıyor, bazen de aniden bir fikir ortaya çıkıyor ve kendi içinde anlamlı bir şeylere dönüşüyor. Bizim objelerle olan yolculuğumuz böyle. Objeler tanışabilir, kolay bulunabilir ve dönüştürebilir olma potansiyeli taşıyorlar.

“Ses Bizim İçin Dışarıya Uzattığımız Bir Kol, Bir Uzuv Gibi”

  • Bu eserde ikinizin arasındaki gergin ip o tansiyonu sağlıyor. İpi yukarı atmanız, yere düştüğünde çıkardığı sert ses güçlü bir mekân duygusu da oluşturuyor. Son dönemdeki işlerinizde metin de ön plana çıkmaya başladı. Metnin bölünüp parçalanması, bir metin üzerinden yola çıkarak onun deformasyonu, yeniden kurulumu ve bunun da hareketsel bir alana yayılması konusu var. Metin konusunu biraz daha açabilir misiniz?

Filiz Sızanlı: Metnin kullanımı bir süredir var işlerimizde. Bedeni taşıyan ses ya da sesi taşıyan bedenin mekânla ilişkisi, daha çok da ritimle ilişkisi üzerinden yer veriyoruz metne. Bir ses üzerinden, seslenme üzerinden ve sesin kaynağı olarak genellikle kendi yazdığımız bir metin üzerinden kurguluyoruz. Bir kitap ya da oluşturduğumuz bir metin var. Ses bizim için dışarıya uzattığımız bir kol, bir uzuv gibi aslında. Bizimki tiyatrodaki gibi bir şey söylemek değil. Bizim böyle bir ilişkimiz var sesle, bu bizi bir şekilde bir yerlere taşıdığı için heyecanlandırıyor herhalde…

Mustafa Kaplan: Bizim için son oyunlarda, özellikle Güneşin Zaptı’ndan sonra metin değil de ses ve dil önemli olmaya başladı. Bir şey ifade etmeye çalışıyor ama ifade edilmeye çalışılan şey vücuda gelemiyor, hatta anlamının dışında bir anlam üretiyor gibi, Güneşin Zaptı’nda biraz o vardı, Zaum dilinde yazılmış fütürist bir eserdi oyunun metni… Ses doğal olarak bedenin bir parçası. Bedenden çıkan ses dile gelip bir anlam üretse ya da sadece kaba ses olarak kalsa da bedeni genişletiyor, bedenden uzağa bir alan açıyor. Sesin, kelimenin tınısı, gücü, yarattığı imge, bizimle ilişkisi, çevreyle kurduğu ilişki, onu bizim nasıl taşıdığımız, bütün bunlar üzerine düşünüyoruz. Biz 1995-2000 yılları arasında Tiyatro Araştırma Laboratuvarında Beklan Algan ve Ayla Algan ile çalıştık, biraz da o zamanki konuşmalardan, tartışmalardan gelen bir şey bu. Sesle ne yapabiliriz meselesi DOKUMAN oyunumuzdan sonra hep düşündüğümüz bir şey oldu.

  • Yaratımın önemli bir alanı olarak sesi hareketle birlikte kullandınız hep…

Filiz Sızanlı: Sesi belki çok iyi kullanmıyoruz, sesle ilgili deneyimlerimiz belki bir tiyatrocu, ses performansı yapan birisi kadar değil. Ancak bizim harekete yaklaşımımız da böyle. Biz dans okumadık, biz ses okumadık ama bunlar üzerindeki potansiyeller zaten bizim gidip geldiğimiz bir alan. Yorum olarak, bunu şöyle söyleseniz olmaz mıydı, diyorlar bize. Sese bakışla ilgili bazı sınırlılıklar var sahne sanatlarında. Bizim ilgimizi sesin nasıl bir alan açtığı, nasıl bir durum taşıdığı çekiyor.

“Doğaçlama Kendiliğinden Bir Parçası Oldu”

  • Bu işte düzlem biraz daha yüksek geldi bana. Yer ile ilişkiniz daha az gibi.

Mustafa Kaplan: Bu kadar kuralları olan bir sistem içerisinde biz nasıl özgür olabiliriz diye düşündük. Fransız koreograf Julie Nioche ile olan çalışmamızdaki deneyim de buraya aktı esasında, orada doğaçlama yapıyorduk sürekli. Doğaçlama bu işin kendiliğinden bir parçası oldu. Daha ayakta ve serbest bıraktığımız bedenler var. İpi yukarı atıyoruz, ilk defa yüksekliği bu kadar kullandık. Sürekli yukarı attığımız bir ip var, ip yukarı çıkıyor ve düşüyor; biz de yere düşüyoruz ama daha çok ayakta akan ve konuşma dışında tekrarın daha az olduğu bir iş. İpin çizgisini düşünürsek diyagonallerin, açıların, yatay noktaların göründüğü, mekânın kat edildiği bir düzlem var.

Filiz Sızanlı: Geçen sene başladığımız ve önümüzdeki sene yapacağımız bir proje var. Portekiz’den Sofia Dias ve Vitor Roriz ile. Onlar da bir çift. Dört kişinin, dört sesin buluşması üzerine. Benzer şeyleri çalışıyoruz ama çok farklı şekilde. Onlarla çalışmamızdan gelen bir etkileşim de var, ileri sarma, geri sarma gibi. Bizim aslında Dokuman’da başladığımız ve metronomla, beat’ler ile çalıştığımız şeyi onların da yaptığını ama onların bunu daha farklı hareketlerle kullandığı görüyoruz. Geçen sene onlarla olan bedensel ve zihinsel buluşmamızın bu projedeki yansıması da var. Mustafa’nın söylediği serbest bırakmaya çalıştığımız yer orası. Metindeki ileri geri gitmeler, dolaştığı yerler hareket araştırmasında da var. Bir önceki işimiz Güneşin Zaptı’nda daha çok postürler vardı. Bu sefer durumlar, imgeler var, daha çok akış ve bir akışın koreografisi üzerine hareketler var. Yeni bir koreografik set, bir dans serisi, bir akış ve hareket serisi bulmaya çalışıyoruz.

  • Sololarda gerilimi ve bedendeki hacimleri hissediyoruz. Hareketler daha hacimli ve çizgiler uzuyor. Bu konuda neler söyleyeceksiniz?

Mustafa Kaplan: Bizim eski koreografilerde, biraz da benim tavrımla ilgili olabilir, doğaçlamaya izin vermeyen bir set oynuyorduk, tabi ki koreografinin içinde başka türlü enerjiler, akışlar oluyordu. 2000 yılında Dulcinea’da oynadığımız Uyumlama’da biz sürekli tavandaki bir metal barı zıplayıp tutuyor ve bir süre sonra yere düşüyorduk, sonra yine zıplıyorduk. Eski işlerimizde beden bir mücadele ve performans içerisinde yoruluyor ve bozuluyor, dolayısıyla açık alanlar ortaya çıkıyordu. Ama bedenin bir skoru takip ettiğini, tükenişini ya da zorlanmasını seyrediyorduk, o kendiliğinde bir canlılık oluşturuyordu. Bu işte o kadar skora dayanmadan, yazılı bir koreografiye dayanmadan, Serial müziğin bu kadar belirgin bir skoru olmasına ve bizim onu birebir takip etmemize rağmen bedenleri serbest bıraktığımız belli durumlar içerisinde çalıştık. Yine bir skor var aslında ama durumların skoru belki, hareketin skoru değil. O matristeki kutucuğun skoru. Filiz’in okuduğu “tak, tak, tak” diye bir bölüm var, kurt geliyor kapıyı çalıyor. Bu bir müzikaliteye dönüşüyor. Filiz onu okurken, onun doğaçlamasını yapıyor ben de bunun bedensel doğaçlamasını yapıyorum. Yine bir sınır içinde, o kutucuğun içinde kalarak o doğaçlamayı yapabiliyoruz.

Filiz Sızanlı: Aslında hareketin bir yapısı var, biz onun içinde dolaşıyoruz. Bedeni açtığımız bir alan var ama beraber değiliz. Daha solo olan bir açıklık var. Bence yaşla ilgili, bedenimizin dönüşümüyle ilgili biraz daha serbest bırakma, izin vermeyle ilgili bir şey. Eskiden bedeni daha içeri doğru toplama eğilimi vardı, şimdi biraz daha bırakma üzerinden giden bir yönelim var. Belki bu uzun sürenin getirdiği deneyimle ilgili…

“Kontrolü Bırakma Gibi Konuları da Araştırıyoruz”

  • Belki de evlere zorunlu kapandığımız bu süreç ile ilgili…

Filiz Sızanlı: Hem onunla ilgisi var hem de kendimizin bunca yıllık birikimi var. Mustafa ile birlikte çalışıyoruz, ayrı projelerimiz de var. Bedenlerimizi çok farklı kullandığımız projeler de var. O yüzden bunlar tekrar işin içine girebiliyor. Sen hep diyorsun ya, savaşçı, mücadeleci bir yanınız var diye. Onun getirdiği tutma, sahip olma, kontrol… Burada kontrolü bırakma gibi konuları da araştırıyoruz.

  • Diğer işlerinizde, birbirinize yakın ve hayli sert bir ilişkiniz vardı. Her seferinde yüreğimizi yakan bir noktaya gidiyordu işleriniz. Aranızda gerilimin olduğu, yoğunlaşmış ve odağı çok net hissedilen bir alan olurdu ve o dar bir alandı. Bu sefer onu pek göremedim. Bu hoşuma gitti. Bu sefer bir yakın temas değil bir mesafe var ama yine de ip gibi nesneler aracılığıyla ya da göz teması ile ilişkiniz sürüyor aslında.

Mustafa Kaplan: Oyunun dramaturjisi bize bu yolda çok yardımcı oldu. İlk bölümde bir metin okuyoruz, ikinci bölümde o metni bir hoparlörden duyuyoruz ve onu uygulamaya çalışıyoruz. Esasında bu bizim farkına vararak yaptığımız bir eylem olmaktan çıkıyor, o anda duyduğun komutu uygulamaya çalışıyorsun. İp atıyorsun, sandalyeyi çekiyorsun, duvara koşuyorsun… Mesela komutta “picking flowers in the wood” var, bunun bizim için hareketteki karşılığı diğer dansçı nerede ise onu bul ve ona dokun demek ama Filiz’in komutu “ip atmak” oluyor ve Filiz ipi nerede atıyorsa, benim gidip ona dokunmam gerekiyor. Bu dramaturjinin bir parçası. Dramaturji bize böyle bir serbestlik alanını kendiliğinden getiriyor. Yazılımın getirdiği bir aksiyonların serbestisi var. Sololarda da bu serbestliği nasıl taşırız diye düşündük.

  • Peki, ışık ve ses tasarımında neler olacak, anlatır mısınız?

Filiz Sızanlı: Bugün izlediğiniz açık provada ses ve ışık kullanamadık. Işık konusunda Utku Kara, Serializmi de işin içine katarak yaptığı, rengin 12 tonunu, onun hacmini ve o hacmin içinde değişimleri göstermek için hazer makinesi kullanıyor. Ses ile ilgili Enis Gümüş, Sinan Kestel ve Gökhan Deneç’in içinde olduğu bir süreç var önümüzde. Bu seneki İKSV İstanbul Tiyatro Festivali’nde salgın nedeniyle canlı sahneleme imkânı olamayacağı için dijital ortamda gösterim söz konusu. Önümüzdeki günlerde profesyonel bir ekip tarafından İKSV’nin desteğiyle eserin son halinin çekimi yapılacak.

Mustafa Kaplan: Pandemi döneminde festival böyle bir yola başvurdu. Gösterimlerin fiziksel olmasını İKSV de istiyor, tabii ki biz de isteriz. Fiziksel olarak gösterimi yapamamak ihtimaline karşı başvuran bütün Türk topluluklarını videoya çekmek istiyorlar. Bilet satışını yaparak oyunları seyirci ile internet üzerinden buluşturacaklar. Bu bizim için daha önce yaşamadığımız bir deneyim. Eserin internetten izlenmesi için buna yönelik bir hazırlık da gerekiyor. Çekimler için teknik ekiple farklı seçenekler yaratabiliriz. Bu çekimde öğrendiğimiz teknikleri belki sahneye de uyarlayabiliriz.

Sanatçılar ve eser hakkında ayrıntılı bilgiye www.taldans.com adresinden ulaşabilirsiniz.

Previous Story

İstanbul Modern’de Yeni Sergi: “Şakir Eczacıbaşı: Seçilmiş Anlar”

Next Story

Beyaz Saray’da İlk Kez Asya Kökenli Amerikalı Bir Sanatçının İşi Koleksiyonda

0 0,00
02_ArtDog_CD_Logo_RGB_Black

BÜLTEN

Türkiye ve dünyadan haftalık kültür-sanat haberleri, inceleme yazıları, sergiler ve etkinlikleri takip et.

Bülten aboneliğinde ArtDog Istanbul’un gizlilik sözleşmesini kabul etmiş olursunuz.