Küçük Balkon'da Bir Geçmiş, İki Kız Kardeş - ArtDog Istanbul
Küçük Balkon oyunundan bir görüntü.
Küçük Balkon. Fotoğraf: Burak A. Bal

Küçük Balkon’da Bir Geçmiş, İki Kız Kardeş

Can Kılcıoğlu’nun yazıp yönettiği, Vildan Atasever, Nazlı Senem Ünal ile Deniz Karaoğlu’nun rol aldığı "Küçük Balkon" iki kız kardeşi merkezine alarak izleyiciyi aile bağları, travmalar ve romantik ilişkiler üzerine derin bir yolculuğa çıkarıyor.

/

Küçük Balkon, tadilatı yarım kalmış bir evin salonunda iki kız kardeşin yüzleşmesini merkezine alıyor. Romantik ilişkiler, kardeşlik, aile travmaları ve geçmişin üstü örtülen anıları üzerine katmanlı hikâyesiyle dikkat çeken oyun, seyirciye farklı noktalarda farklı karakterlerle özdeşleşebilmeyi mümkün kılan etkileyici bir deneyim sunuyor. Yazar-yönetmen Can Kılcıoğlu ve oyuncular Vildan Atasever, Nazlı Senem Ünal ve Deniz Karaoğlu, Küçük Balkon’la ilgili soruları ArtDog Istanbul okuyucuları için cevapladı.

Küçük Balkon’un ortaya çıkış hikâyesi nedir? Sizi, iki kız kardeşin yüzleşmesi üzerine bir oyun yazmaya iten motivasyonlar nelerdi?

Can Kılcıoğlu: Aslında hep bir ilişki hikâyesi yazmak istiyordum; fakat kendimi tam olarak bulamadım ve kardeşlik ve aile meseleleri üzerine düşünmeye başladım. Bu konular her zaman ilgimi çekmiştir. Nitekim Karnaval’da (2013) da benzer temalar üzerinde durmuştum. Sevdiğim, üzerine düşündüğüm konular olduğu için doğal olarak yine bir aile hikâyesi ortaya çıktı. Bunun yanı sıra, birkaç yıl önce babam çok zorlu bir hastane sürecinin ardından vefat etti. O dönemde yoğun duygular yaşadım ve bir noktada bunların benden dışarı çıkmak istediğini hissettim. Böylece, başlangıçta düşündüğüm hikâye zamanla anne ve kızları, ablalık ve kız kardeşlik üzerine bir öyküye dönüştü. Bu fikir beni gerçekten heyecanlandırdı.

Küçük Balkon oyunundan bir görüntü.
Küçük Balkon. Fotoğraf: Burak A. Bal

Küçük Balkon‘un metnini ilk okuduğunuzda neler hissettiniz? Bu oyunda yer almayı kabul ederken sizi heyecanlandıran noktalar nelerdi?

Vildan Atasever: Benim için şöyle oldu: Okurken hiç kopmadan ve metnin tamamen içine girerek ilerledim. Bazı anlarda Nehir karakterinin yanında hissettim ve Burak karakteri beni çok güldürdü. Özellikle de oynayacağım Damla karakterine çok hızlı bir şekilde ısındım. Aslında ilk okumada her şeyi anlamaya başlıyorsunuz. Sonra metni kapatıp üzerine düşününce “Evet ya!” diyorsunuz ve hikâyenin altından bambaşka katmanlar çıkmaya başlıyor. Yani ilk okuduğumda oyunu adeta izliyormuşum gibiydi ve bu bana çok iyi geldi. 

Nazlı Senem Ünal: Benim için heyecan duygusu daha baskındı; çünkü uzun zamandır tiyatro yapmamış biri olarak bir metni okumak ve bunun gerçekleşme ihtimalini düşünmek beni inanılmaz heyecanlandırdı. Her şeyden bağımsız, tamamen bu duyguyla okudum. Nehir, o kadar farklı duyguları içinde barındıran bir karakter ki inanılmaz bir çeşitliliği var. Bu yüzden ekstra bir çaba göstermeme gerek kalmadı; heyecanla kendimi akışa bıraktım. Hikâye de zaten çok sıcak ve akıcı olduğu için hem çok beğendim hem de içinde yer almak için sabırsızlandım.

Deniz Karaoğlu: Ben aynı zamanda senaristlik yapıyorum ve Can bana metni ilk gönderdiğinde bu oyunun ve karakterlerin sesini duymak istediğini söyledi. Sanırım daha ilk taslaktı. Bir araya gelip metni okuduk ve gerçekten çok eğlendik. Karakterlerle iç içe geçtim, onları daha yakından hissetmeye başladım. Zaten uzun zamandır bir komedi oyununda yer almak istiyordum. Bu oyun doğrudan bir komedi değil tabii, yanlış anlaşılmak istemem; fakat benim canlandırdığım karakterin dinamiğinde komedi unsurları yoğun bir şekilde var. Böyle bir şeyin içinde yer almak uzun süredir istediğim bir şeydi ve harika bir ekiple bir araya gelmiş olmak da bu süreci daha özel bir hâle getirdi. 

Peki, sizin karakterinizin yaratım sürecinde metne katkıda bulunduğunuz noktalar veya doğaçlama unsurlar var mı? 

Deniz Karaoğlu: Aslında her aşamada bir grup çalışması vardı diyebiliriz. Nazlı’nın karakterinde de Vildan’ın karakterinde de bu ortak çalışma hissediliyordu. Tabii ki provalar sırasında doğaçlama gelişen şeyler oldu ama hikâyenin iskeleti en başından beri böyleydi.

Can Kılcıoğlu: Aslında benim çıkarmayı çok istediğim bir sahne vardı; fakat Vildan, “Asla atamayız!” diyordu—üstelik kendi diyaloğu bile değildi. Tabii ki bazı replikler uzuyordu ya da sahnenin dinamiğini biraz daha zorlaştırıyordu ama benim için önemli olan, oyunun çok uzun olmaması ve tek seferde akıp gitmesiydi. O yüzden tempoyu düşürebilecek, akışı sekteye uğratabilecek her şey konusunda temkinliydim. Ancak bir yandan da Vildan’ın metni böyle sahiplendiğini görmek çok hoşuma gitti. Eve gittiğimde “Ne güzel bir şey yapıyoruz ki oyuncular atmayalım diye sahip çıkıyor” diye düşünüyordum. Bu, benim için çok değerli bir histi.

Küçük Balkon oyunundan bir görüntü.
Küçük Balkon. Fotoğraf: Burak A. Bal

Küçük Balkon’u, tıpkı ilk uzun metraj filminiz Karnaval gibi, bir kara komedi olarak nitelendirebilir miyiz? Sizce bu iki eser arasında bir akrabalık kurulabilir mi? 

Can Kılcıoğlu: Ben özellikle kara komedi yazayım diye yola çıkmıyorum ama belli ki o alana doğru bir eğilimim var. Sanırım bu tarzı sevmemin sebebi, duygular arasındaki o ikircikli yapı. Bir anda çok ağır bir şey yaşanırken saçma sapan bir olayın araya girmesi ve bunun içinde kendimizi gülerken bulmak beni cezbediyor ve hem bana hem de izleyenlere iyi geliyor. Karnaval’la benzer yönleri de var tabii—aile meseleleri, bir anne figürü… Bir de psikanalizle çok ilgili olduğum için aile dinamikleri beni hep çekiyor. Geçmişten gelen bir olayın bugünü nasıl şekillendirdiği, hatta ömür boyu bizimle nasıl kaldığı üzerine düşünmek beni etkiliyor. Bu yüzden bu konu benim için oyuncaklı bir alan diyebilirim.

Küçük Balkon’un hikâyesinde de hafızanın öznelliği üzerine belirli detaylar var mı? 

Can Kılcıoğlu: Bu konuyu çok seviyorum çünkü hepimiz bunu yaşıyoruz. Bir anımı anlatıyorum, ama ailemdekiler o olaya dair hiçbir şey hatırlamıyor. Ben her şeyi hatırlıyorum—tabii, yanlış hatırlıyor da olabilirim. Geçmiş, sürekli yeniden şekillenen bir şey ve bu bana inanılmaz ilginç geliyor. Tek bir gerçeklik var gibi görünse de hepimiz onu farklı şekillerde hatırlıyoruz. Üstelik, hatırlayış biçimimiz aslında hayata devam edebilmemiz için şekilleniyor. Kendimizi koruyabilmek, idare edebilmek için anıları bilinçli ya da bilinçsiz şekilde değiştiriyoruz. Oyunda Damla için de benzer bir durum var. O, bazı şeyleri hatırlamıyor çünkü hatırlarsa belki de devam edemeyecek. Öte yandan; Nehir, unutmadığı için sürekli bir iç çatışma yaşıyor. Kendi içinde bu anılarla baş etmeye çalışıyor ve bu, onun için büyük bir mücadeleye dönüşüyor.

Prova süreci sizler için nasıl geçti? Oynadığınız role hazırlanırken belli rutinleriniz var mıydı veya karakterlerinizin tasarım sürecinde birbirinizle olan etkileşimleriniz nasıldı?

Deniz Karaoğlu: Prova rutinlerimizin arasında bol bol pasta börek yemek vardı! 

Nazlı Senem Ünal: Vildan’la sahneye başlamadan önce, rahatlamak ve enerjimizi toplamak için çığlık atıp dans ediyorduk ve bu şekilde hepimizin enerjisi yükselirdi. Bazen sadece birbirimize gülüp, rahatlamak için yaptığımız bu hareketler bizim rutinimiz hâline geldi. Çok eğlenceliydi ve hepimiz bir şekilde o anı değerlendirebiliyorduk. Mesela bugün ilk defa matine ve suare oynadık ve erken saatte geldik. Sabah kalktığımda, “Bugün beraber vakit geçireceğiz ve epeyce bir vaktimiz var” diye düşündüm. Bu, bana çok iyi hissettirdi; çünkü biz aslında beraber vakit geçirmeyi seviyoruz. 

Vildan Atasever: Birlikte bir şeyler bulmaya çalışmak ve üzerine konuşmak gerçekten çok keyifli bir deneyim. Herkesin birbirine çok açık olması, paylaşımlarımız, birbirimizin karakterlerini desteklememiz… Bunlar çok kıymetli şeyler. Bu, Can’ın sayesinde mümkün oldu aslında; çünkü bu kadar güzel insanı bir araya getirebildi. Bu sadece bizim değil, aynı zamanda oyunun arka planındaki ekip için de geçerli. Birlikte bir şeyler yaratmak, onlarla bir bütün olarak bir oyun çıkartmak çok keyifliydi. Bunu bir nevi hayatta nefes almak gibi hissettim. 

Nazlı Senem Ünal: Ben mesela, Deniz’in karakteri üzerinden bulduğu şeylere her seferinde inanılmaz gülüyordum. Biz o kadar dramın içindeyiz ki, abla-kardeş olarak çok yoğun duygular yaşıyoruz, ama Deniz’in bulduğu ve söylediği şeylere gülmemek bazen gerçekten zor oluyor. Dramın bütünlüğünü korumaya çalışırken bunlara gülmemek imkânsız hâle geliyor. Buna rağmen, bu sürecin kendisi o kadar keyifliydi ki… Provalarda bu dengeyi bulmak, o ciddiyetin içinde mizahla karşılaşmak inanılmaz eğlenceliydi. 

Can Kılcıoğlu: Benim için de öyleydi, o süreç çok özel bir deneyimdi. Çünkü yazdığın şeyi hayal edebilsen de karakterlerin ete kemiğe bürünmüş hâlini görmek çok farklı bir şey. Bu ekibin bir araya gelmesi, oyuncuların uyum içinde olması gerçekten muazzam bir his verdi bana. Çünkü hepimizin amacı aynıydı: Oyunun iyi olması ve seyirciye ulaşması. Bu ortak hedefi taşıyor olmak çok önemli. Sadece oyunun selameti için tartışıyorduk ve her şeyin en iyi şekilde olmasını istiyorduk. Tabii aynı yerden, aynı pencereden bakabilmek de bir şans bence, çünkü bu tür bir uyum çok kolay yakalanabilen bir şey değil. Bu süreçte şahane oyuncularla çalıştığım için çok şanslıyım. 

Küçük Balkon oyunundan bir görüntü.
Küçük Balkon. Fotoğraf: Burak A. Bal

Metindeki bunca çatışmaya ve anlaşmazlığa rağmen iki kız kardeş- Damla ve Nehir- arasındaki ilişkiyi bu denli güçlü kılan unsur sizce nedir?

Vildan Atasever: Oyundaki kardeşlik hikâyesi aslında gerçek hayatın tam içinden geliyor ve etrafımızda da çokça var. Bizim de kardeşlerimiz var. Yani kendi kardeşlerimiz değil belki ama burada Nazlı da benim kardeşim oldu, Deniz de. O duyguyu biz çok iyi biliyoruz. Hayata da baktığın zaman belki bazı konularda anlaşamayabilirsin, herkes aynı olmak zorunda değil, herkes aynı fikirde ve düşüncede olmak zorunda değil. Ancak sonuç olarak bizim aramızda, kardeş olsak da olmasak da bir bağ var, insanlık bağı var. Yani o yüzden, keşke, birbirimizi anlamasak bile sevsek yeter.

Nazlı Senem Ünal: Bir de empati duygusu yüksek insanlarız, karakterler de bence öyle. Nehir ve Damla da. Yani birbirleriyle kavga ediyorlar ama gerçekten dinledikleri zaman birbirlerine hak verdikleri şeyler de çok oluyor. O hak verme durumu, dinleme hâli zaten onları yaklaştırıyor ki bu yüzden abla kardeşler.

Can Kılcıoğlu: Mesela Nazlı’nın ve Vildan’ın fiziksel olarak birbirlerine asla benzemeyip bu kadar kardeş gibi olmaları beni aşırı mutlu ediyor. Gerçekten onlar iki kız kardeşler ve prova sürecinden beri böyleler. Burada en çok uğraştığımız şey galiba bağ kurmakla ilgili. Seyircinin hep bir şekilde üç karakterle de bir yerden bağ kurduğunu ve de kurabileceğini hissediyorum. Sonucu nasıl bilmiyorum ama en çok bunun için uğraştık. Bir Damla’yı görüyoruz ve “Ha evet, tabii bu kadın çok haklı” derken buluyoruz kendimizi. Sonra bir anda Nehir’le bir bağ kuruyor, sonra Burak’ı anlamaya başlıyoruz. Kimi seyirciler de anneyle bağ kuruyor mesela. Hani bu özdeşleşme hâlinin oyundan çıkınca konuşabilen bir şey hâline gelmesinden ötürü çok mutluyum.

Küçük Balkon‘da hiç gözükmese de annenin varlığı karakterler üzerinde yoğun bir şekilde hissediliyor. Ailemize dair irili ufaklı anılarımızın ve onlarla kurduğumuz ilişkilerin hayatlarımıza olan etkileri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Can Kılcıoğlu: Mesela, milyon dolarlık şirketi olan insanlar var. 60 yaşında, artık parti kurmuş, ülke kurmuş insanlar geliyor aklıma. Annesinden bir telefon alıyor ve azarı yiyebiliyor. Ebeveynlerinin onayını almak, kimilerinin yüreğini pır pır attırabiliyor. O yüzden, böyle çok majör bir etkisi var ailenin, annenin, babanın. Bence o yüzden de oyunun içinde- göremesek de- büyük bir etkisi var annenin. Yani biyolojik olmak zorunda değil tabii; fakat oradaki o figür çok kuvvetli ve o kuvvetin altında kimi zaman çok zorluk yaşıyoruz, kimi zaman hayatımızı çok kolaylaştıran, sığındığımız, güvenli bir çatı olabiliyor. Bunun olamadığı ya da fazla olduğu hâller benim çok ilgimi çekiyor. 

Vildan Atasever: İnsan gitgide ya annesine ya da babasına benziyor. Bir şekilde biz de benziyoruz. Bazı şeyleri, hiç farkında olmadan, onların yaptığı gibi yapmaya başlıyoruz.  

Nazlı Senem Ünal: Yani Nehir ve Damla için de aynı şey geçerli. Annelerine kızıyorlar, olaylara farklı bakış açılarıyla yaklaşıyorlar ama benzer bir durumda aynı tavırları sergileyebiliyorlar. O anlarda sahnede de çok benzer tavırları sergilediklerini görebiliyoruz.

Bir oyuncu olarak canlandırdığınız karakterde ve o karakterin sahnelenme aşamasında sizi duygusal olarak çok zorlayan veya tam aksine sizi çok heyecanlandıran noktalar var mı?

Deniz Karaoğlu: Benim karakterim bazen gerçekten çok utandırıcı şeyler yapıyor. Örnekleri şimdi söylemeyeyim ama bazı tespitleri, benzetmeleri, kendi kendine gülüşleri falan… Böyle bir yerden zor aslında ve bazen karakterimden utanıyorum. (gülüyor)

Nazlı Senem Ünal: Nehir çok bıçak sırtı bir karakter. Yani böyle çok taşlanmaya ve eleştirilmeye açık bir karakter aslında. Bu yüzden de prova sürecinde, Nehir’in bir şekilde anlaşılır bir yerde olması için ekip olarak hep birlikte çalıştık ve tabii ki bunu sağlayabilmek de zorlayıcıydı.

Vildan Atasever: Ben oyundaki karakterimi genel olarak herkesin oyunu gördükten sonraki kendi yorumuna bırakmak istiyorum. İnsanlar Damla’yı izlediklerinde ne görüyorsa muhtemelen zorlayıcı ve heyecanlandıran noktalar da oralardır.

Küçük Balkon oyunundan bir görüntü.
Küçük Balkon. Fotoğraf: Burak A. Bal

Sinema filmleri, sergiler, reklam filmleri, fotoğrafçılık, oyunculuk ve şimdi de tiyatro. Kariyerinizde pek çok alanda eserler üreten bir sanatçı olarak bu disiplinler arası yaklaşımınızı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Can Kılcıoğlu: Ben bu durumu gerçekten çok eğlenceli buluyorum. Biz Aslında sergisi, çektiğim fotoğraflar, filmlerim, yaptığım işler… Hani sadece yazılı duran öyküler de öyle; buralar beni gerçekten çok eğlendiriyor ve heyecanlandırıyor. Sanırım hayatımda en çok üretme arzumun olduğu bir dönemdeyim ve bu da bana gerçekten çok keyif veriyor. Küçük Balkon’un da ateşi çok yüksek; çünkü dinamik bir iş. 80 dakikalık bir performans ve her şey bu sürede geçiyor. Tiyatro, doğası gereği zaten ateşi yüksek bir alan. Sahneye çıktığında, seyirci farklı tepkiler verebiliyor. Bir başka sahnede, bir başka gün tamamen başka bir atmosfer oluşabiliyor. Oyun öncesindeki hazırlık, o günkü seyircinin psikolojisi bile her şeyi değiştirebiliyor. Bu taraf beni çok mutlu etti. Sinemada evet, duyguyla yazdığım bir taraf var, ama daha çok zihinsel bir süreç. Oysa burada, çok daha dinamik ve anlık bir yaratım süreci var. Sinemada kontrol yönetmendeyken tiyatroda oyuncuların kontrolü daha fazla. Bir gün sahnede olanla bir sonraki gün arasında çok fark olabilir. Bu da benim için çok öğretici ve çoğaltıcı oldu. Bu yüzden tüm disiplinlerin bir aradalığı, çok sevdiğim bir şey hâline geldi.

Küçük Balkon‘un sahnelendiği gün ve salonları buradan takip edebilirsiniz.

Previous Story

Anna Laudel İstanbul’da: “Her Yerde Ev OIma Arzusu”

Next Story

“Fok Derisi Kavuşma” Kadınların Kendini Bulma Hikâyesi

0 0,00