Mesirede kadın kamusallaşması ve serbestleşmesi 18. yüzyıldan başlayarak 1930’lara kadar korkutucudur. 20. yüzyıl başlarına ait bir fotoğrafta Sadabad’da dönemin ‘korkutan’ kadınları.

Korku Bir Rejimdir

////

Mimar, mimarlık tarihçisi ve akademisyen Uğur Tanyeli’nin son kitabı Korku Metropolü İstanbul, kısa bir süre önce yayımlandı. Kitap toplumsal bir kaygı olarak korkunun, mekânı, kenti inşası üzerine… Odağında ise 18. yüzyıldan bugüne İstanbul var.

Fakat kitabı okudukça, miras olarak aldığımız bu korkuların gündelik yaşamımızı ve kenti inşa etmesi kadar, kentin de bu korkuları beslemesi üzerinden çok katmanlı bir sorgulamanın kapıları aralanıyor. Üstelik bu sorgulamayı, doğal afetler, göç ve göçmen meselesi, ötekileştirme, protesto hakkı, kadınların toplumdaki yeri ve varlığı gibi hem yerel hem küresel olarak günümüzün en sıcak konuları olmakla birlikte hiç de yeni gündem olmayan, geçmiş yüzyıllardan beri ağırlığını taşıyan başlıklar üzerinden bir okumayla yapmak, bugünün kent yaşamına ve özellikle İstanbul’a başka bir açıdan bakmak için önemli.

Tanyeli ile tüm bunları, odağımıza İstanbul’u alarak, toplumsal ‘korku’ ve kent inşası bağlamında konuştuk.

İstanbul’da eğlence bile Osmanlı yüzyılları boyunca paylaşım ve katılım üretmez. Bir yanda eğlendirenler, öte yanda katılmaksızın eğlenenler yarılması tüm modern öncesi dönem için tipiktir. Levni’nin bir minyatüründe 1720 şenliğinde Haliç’te eğlence ortamı.
  • Kitabın ana inceleme konusundan başlayalım… ‘Buradaki asıl inceleme konusunun, mekânın nasıl korkutucu hale getirildiğinden çok, korkunun mekânı inşa etmesine ilişkin’ olduğunu söylüyorsunuz. Bunu açar mısınız?

Bu kitap bağlamında en çok yinelediğim söz sanırım bu oldu. Mekânlar sadece taşla, tuğlayla ve çelikle inşa edilmiyor, insani, psikososyal hallerle, hatta hepsinden çok böyle inşa ediliyor. Bir mekânın iyi ya da kötü olduğuna karar vermemiz çoğu zaman mimarisiyle doğrudan doğruya bağlantılı bir mesele olmaktan çok, o mekânın içinde gündelik yaşamımızın nasıl cereyan ettiği meselesi. Dolayısıyla aslında mekânı gündelik yaşam kurar. Biz istediğimiz kadar şık bir bina yaptığımızı iddia edelim; onu algılayan kişiler için farklı anlamlara gelecektir. Diyelim mutluluk duyuyorsanız, bu o mekân nedeniyle mi yoksa toplumsal ortamda mı mutluluk duyuyorsunuz sorusunu sorarız. Çoğu zaman da toplumsal ortamda mutlu ya da mutsuz oluruz. Mekânlar bunu değiştirmeye pek az muktedir.

  • Toplumsal bir kaygı olan korkunun mekânı algılayışımızda kişisel boyuttaki etkileri ne olabilir?

Hepimizin kişisel yaşamını etkiler. Daha doğrusu kişisel yaşamımız da o mekânı ve mekânın içindeki halimizi etkiler. Bu büyük ölçüde mekânın mimarisiyle ilgili bir mesele gibi görülür. Türkiye’de çoğu zaman böyle görme eğilimi vardır ama öyle değildir. O mekânda bulunma halinizden korkuyorsanız orası başka bir mekân olur. Bunu Türkiye’de en iyi kadınlar bilir. “Bu sokaktan geçmemeliyim” diye düşünürsünüz. Sizi sokak korkutmuyordur, o sokaktaki toplumsal halden kuşku duyuyorsunuzdur. “Burada başıma bir şey gelebilir” diye düşünürsünüz. Muhtemelen gelmemiştir ama yine de korkarsınız.

Bu, kitapta anlatmaya çalıştığım gibi 18. yüzyıldan beri var olan bir mesele. Mesirenin örneğin korkutucu bir tarafı yoktur, ağaçlardan, yeşilliklerden oluşan bir yerdir. Ama mesireye gittiğiniz zaman sürekli ikircikli kaldığımız bir toplumsal tarihçemiz var. Neredeyse 20. yüzyılın başına kadar mesireye gitmekten hem hoşlanırız hem korkarız. Çünkü mesire gayri ahlaki diye düşündüğünüz durumlarla karşılaşabileceğiniz ya da karşılaşabileceğinizden kuşku duymaya başladığınız bir yerdir. Kitapta yok ama Direklerarası, 20. yüzyılın başında böyle bir mekândır. İnsanlar oraya giderler, gitmek isterler, o nedenle oradadırlar, ama bir yandan da orada birisi size laf atabilir, elinize bir mektup sıkıştırmaya çalışabilir. Bu Direklerarası’nı başka bir şey kılar. Mekân tiyatrolardan ve kaldırımdan oluşan bir yer olmaktan çıkar ve düpedüz bir korku mekânı haline gelir. Kişisel beklentinize göre orası pekala bir imkan da olabilir. Örneğin diyaloglar kurmaya hatta flört etmeye de imkan verir. Her mekânın böyle bir potansiyeli var ve dolayısıyla bunu toplumsallık biçimlendirir.

Başkent Ankara bile taşra olarak küçümsenebilir. Ratip Tahir’in bir karikatüründe kentin geleneksel mimarisi sarkazm konusu olur: “Taşralı gayreti: Yahu, şu Ankara’nın toprağına mümbit değil diye kim demiş. Baksana, maşallah evlerin damlarında bile ot bitiyor!”
  • Peki bu durumda kitapta bahsettiğiniz ‘kentsel anksiyete semptomları’ bizim kente yüklediğimiz semptomlar mı yoksa kentin bizde yarattığı anksiyete mi?

İkisi ayrı düşünülemez ki… Mesela şu anda bulunduğumuz okul binası bize bir şey söylemiyor. Burada yaşadıklarınız bunu tanımlar. Canınız sıkılıyorsa veya mutlu oluyorsanız bunu yapan bina değildir, örneğin arkadaşlık ilişkileriniz veya öğretim üyeleriyle ilişkiniz bunu yapar.

  • Kitaptaki tarihsel okumaya dönersek, 18 yüzyıl bu bağlamında neden bu kadar belirgin?

18. yüzyıl bana hâlâ Türkiye’de çok az araştırılmış bir alan gibi gelir. Türkiye’de modernlik büyük ölçüde 18. yüzyıldan başlayarak izlenebilen bir süreç. Dolayısıyla pek çok açıdan önemli bir eşik olma rolü var. 18. yüzyıldan başlayarak endişe duymaya başlarız. Diyelim ki 16. yüzyılda aynı endişeleri duymayız. 16. yüzyılda Evliya Çelebi mesireleri anlatırken hiçbirinde bir korku ortamından söz etmez. Ama bir geç 19. yüzyıl Osmanlı romanında mesireyi okuduğunuzda yakınından bile geçmemeyi düşünmeye başlayabilirsiniz. Bu büyük ölçüde poroziteden korkma halidir. Porozite arttığı zaman korkarsınız. Porozite artması sizin tanımadığınız insanlarla yüzleşme miktarınızla tanımlıdır. Sürekli mahallenizin içindeyken, herkesi tanıdığınız bir yerde başınıza bir şey gelmeyeceğini, mahallenin güvenli olduğunu düşünürdünüz. Güvenli olup olmadığı aslında tabii ki kuşkuludur. 16. yüzyılda mahallede hiç cinayet işlenmediği söylenemez. Ama mahalleye böyle bir psikososyal güvenlik mekanizması gibi bakma alışkanlığı vardır. Porozite arttığı zaman şehrin içindeki geçişkenlik artar. Diyelim ki Müslüman bir erkek olarak Samatya veya Kumkapı’ya, bir Rum semtindeki meyhaneye gittiğinizde bir korku ortamı tanımlanır. Çünkü bir anlamda hoş görülmeyen bir pratiği yapıyorsunuzdur ve kendinize başkalarıyla da birlikte olabileceğiniz, diğer yerde yapamadığınız bazı pratikleri yapabildiğiniz bir porozite imkanı açıyorsunuzdur. Bu hem talep doğurur, hem de korku üretir.

Kitapta bahsetmeye çalıştığım mesele şu ki Türkiye’de bu çok gerilimli bir biçimde üretilir. 18. yüzyıldan itibaren bu gerilim sürekli tırmanır. Dolayısıyla o günle bugün arasında yaklaşık aynı tarihsel döneme ait olmak gibi bir meseleden konuşabilir hale geliriz. Ancak diyelim ki 16. yüzyıl veya 13. yüzyıl Konya’sı için bunu yapamayız. Daha kötüsü o korkuları da bilmeyiz, çünkü onlardan söz eden yoktur. Ama 18. yüzyıldan başlayarak başka bir porozite imkanı çıkar, toplum konuşkanlaşır ve yazmaya başlar. Yazı çok daha belirgin bir biçimde gündelik yaşamın bir parçasını oluşturur. Dolayısıyla mesirenin, meyhanenin ne kadar tehlikeli olduğunu okuyabilir hale gelirsiniz. Ayrıca o güne kadar karşılaşmadığınız gruplarla karşılaşma hali de endişe üretir. 16. yüzyılda hiç Avrupalı görmeksizin ömrünüzü geçirebilirsiniz. Oysa ki 18. yüzyılda Avrupalılar kentin sokaklarında dolaşırlar. Sokakta sizden farklı birisi vardır ve bunun farkına varmak bile toplumsal dokunun bozulduğu endişesi duymanıza yol açar.

“Korku Metropolü İstanbul” kitap kapağı / Uğur Tanyeli
  • “İstanbullular en azından 18. yüzyıldan başlayarak korkmak için hiçbir fırsatı kaçırmamış gibidirler” diyerek kentte yaşayanların da beslediği bir korkudan bahsediyorsunuz sanıyorum. Kaçırmış olsalardı, olsaydık, İstanbul’da ne farklı olurdu sizce?

Tarihte bir şey ya vuku bulmuştur ya bulmamıştır. Diğer yandan bu poroziteyi çok daha barışçıl bir biçimde ve az asabiyetle üretebilseydik, muhtemelen daha iyi olacağı elbette söylenebilir. Bu kadar korkmasaydık, porozite üretmekte de bir anlamda böylesine başarısız olmazdık. Sürekli korkuyorsanız devamlı poroziteden taviz veriyorsunuz demektir. En azından toplumsal ilişki kurma fırsatlarını daraltırız.

  • “Buraya Osmanlı dışından ve içinden bakanlar için İstanbul’un öncelikle bir siyasal mekân olması”nın, metropoliten mekân kimliği edinememesi”nin, bir korku metropolü olması üzerinde etkisi var mı?

Kitapta Tevfik Fikret’in “Sis” şiirinden bir örnek verdim. İstanbul öylesine siyasallaşır ki, neredeyse uluslararası siyasallığın bir parçası haline gelir ve bu sokaktaki insanın da farkına vardığı bir durumdur. İnsanlarda “Yarın burası bizim elimizde kalacak mı?” korkusu vardır ve Tevfik Fikret’te de bu kuşkuyu görürüz. İstanbul’un Osmanlı’nın bir parçası olmayabileceği kuşkusu korkuyu üretir. Çünkü İstanbul’u siyasal bir varlık olarak algılamaya başlarsınız ve ikinci olarak da Osmanlı’yı İstanbul olarak algılamaya başlarsınız. Hiç karşılaşmadığınız, örneğin Avusturyalılar bugünkü Sırbistan’da Osmanlılarla savaşıyordur ama sizin için Osmanlı’nın tehlikede olduğu imajı pekala İstanbul’da hissedilmeye başlar.

İstanbul zaten Osmanlı çağının içinde sürekli bir siyasal mekân olarak inşa edilmiştir. Neredeyse bütün semtlerin ve mahallelerin paşa isimleriyle adlandırıldığı dünyada başka bir yer yoktur. Örneğin Paris’teki yer adları kralların veya Fransız başvekillerin adlarını taşımaz. Ama İstanbul’da paşa isimleriyle adlandırılan yerlerde oturursunuz, Kocamustafapaşa gibi… Bu bütün mekânı siyasal olarak inşa etmektir. İstanbul neredeyse Osmanlı’nın mikrokozmosu olarak inşa edilmiştir siyasal anlamda. Belki biraz Kahire’ye benzer… Orada da Memluk sultanlarının adlarını taşıyan semtler var ama İstanbul gibisi yok.

  • Günümüze gelmek istiyorum…Protesto, kadınların özgürce dolaşması, göç-göçmen konusu, ötekileştirme bugün sıcaklığını koruyan meseleler. Peki tüm bunların kentle ilişkisini tarihsel gelişimi üzerinden okumanın bugünkü kavrayışımız üzerinde nasıl bir etkisi olur?
İlginizi çekebilir:  Kraliçe ve Sanat

En azından korkuların miras aldığımız şeyler olduğunu anlarız. Bireysel olarak korkmak başka bir boyut, toplumsal olarak korkmak ise başka bir şey. Bireysel olanı bile öğreniriz zaten. Neden korkacağınız mutlak bir bireysellikle tanımlanmaz, içinde yaşadığımız toplumsal ortamla tanımlanır. Ama bazı konular var ki orada zaten toplumsallık dışında bir seçenek yok. Ve bunları yüzlerce yıllık miras olarak alıyoruz.

Mesela Türkiye’de kadın korkusu diye bir olgu var. Kadından korkulur… Kadın cinayetlerinde dünyada rekor kırıyoruz ve bu erkek şiddetinin arkasında kadın korkusu yatar. Kadına egemen olunamayacak bir dünyada, kadınlar kendi başlarına bir şeyler yapıyorlar ve erkeklere tabi olmuyorlar. Bu ciddi bir korku yaratır ve bu korku 18. yüzyıldan başlar.

Astronomik doğa olaylarından korkmanın ilk önemli işareti Halley kuyruklu yıldızının 1910’da İstanbul’da görülmesinin
tetiklediği endişelerdir. Velid Ebüzziya, “Kuyruklu Yıldızlar ve Haley Kuyruklu Yıldızı: Neler Olacak?” kitabının kapağı.
  • Başlıklardan biri de “18. yüzyıldan 1950’lere İstanbul’un korkutan kadınları ve mekânları.” İstanbul›da kadın korkusunun mekânsal dinamiklerinin bugünü ile ilgili ne söylersiniz?

Devam ettiğini ve bu korkuların gittikçe tırmandığını söyleyebilirim. Sadece bazıları değişir, kılıktan kılığa girerler. Bunun için zaten en son bölümde söylediğim şey, korkunun bir korkular rejimleri olarak yazılması gerektiği. Tek bir korku değil burada bahsettiğimiz; korku bir rejimdir. Bir anlamda sayısız korkudan oluşan bir korkular repertuarının içinde korkarsınız ve onu öğrenirsiniz, mekânları onunla yorumlamaya başlarsınız.

18. yüzyılda korktuğumuz şeylerin bazılarından bugün korkmuyoruz. Diyelim ki, Belgrad Ormanı’nda piknik yapanların artık bir endişeleri yok. Ancak bu büyük ölçüde o piknik pratiğini değiştirmemizle ilgili. Ailece gidiliyor, burun buruna oturuluyor, başka bir grupla karşılaşılmıyor bile… Eskiden mesireye gittiğiniz zaman Avrupalılar, Rumlar, Ermeniler, hepsi orada olurdu. Ancak bugün Belgrad Ormanı’nda pikniğe gittiğinizde durum böyle değil. Herkes sizin gibidir, aynı toplumsal gruptandır. Dolayısıyla korkunuz bu bağlamda ortadan kalkar. Yani o çağda korktuğumuzdan bu çağda korkmuyoruz. Ama “O korkuların mirasçısı mıyız?”, asıl soru bu. Ve evet o eski korkuların mirasçısıyız.

  • Kitaptaki başlıklardan biri de kentin estetizasyonu üzerine. ‘Bugünkü Türkiye’de kentin estetizasyonu ve kentsel sanat yapıtı üretimi bağlamında bir ‘anlamsızlık korkusu’ndan konuşmak gerektiğini söylüyorsunuz. Sizce bu neden önemli?

Bir kere anlam beklentisi zaten modern öncesi dünyayı özlemekle ilgili. Modern dünya anlam üretmez ki… Modern dünyanın tanımlarından biri aslında bir anlam atrofisi ya da anlam kıtlığı üretmesidir. Yaşamınızda bir anlam bulamamaya başlarsınız. Bu Türkiye’ye özgü bir şey değil. Moderniteyle birlikte Almanya’da da İngiltere’de de görülmüştür.

Ancak Türkiye’deki sürekli anlam bekleme hali vahim düzeydedir. Bitimsizce bir anlam bekleme halimiz var. Anlamsızlık korkusu nedeniyle gündelik yaşamınıza ekstra bir anlam katmak istersiniz. Örneğin mahalle böyle bir anlam beklentisidir. Dayanışma içinde toplumsal bir çevrede olursanız anlamlı bir hayat sürdüğünüze inanırsınız. Ama sokağa çıktığınızda artık mahallede değilsiniz. Orada bulunma halinizi bir biçimde meşrulaştırmanız lazım. Hele kadınsanız daha da çok meşrulaştırmanız gerekir. Diyelim ki; “AVM’ye gidiyorum” dersiniz. Türkiye’de hâlâ kadınlar sadece hava almak için pek yürümezler. Dolayısıyla alışveriş bir taraftan özgürleştirir ama bu korkuyla da ilişkilidir. Alışverişi hayatınıza bir anlam katmak için yapıyorsunuzdur. Peki anlam katar mı? Bütün dünyada katar. Tüketim kültürü anlamsız bir dünyayı sanki anlamlıymış gibi algılamamızı sağlayan bir illüzyon da yaratır.

  • Ölüm de kitaptaki çok enteresan bir başlık… Mesela kent içindeki pek çok alan hoyratça müdahale görürken mahalle aralarındaki yatırların bir şekilde korunabilmesine hep şaşırmışımdır… Ölüm, kent ve korku ilişkisi konusunda bu konuştuğumuz bağlamda ne düşünüyorsunuz?

Ölüm yüzyıllar boyunca olağandır ve öncelikli işlevi dinseldir. Öyle bir dünyada ölümden korkulmaz, hatta ölüm olabilecek en olağan şeydir. 16. yüzyılda neden olduğunu bilmeksizin, küçük bir nedenle ölebilirsiniz. O dönemde öngörülemez ölümlerle sürekli karşılaşırız. O yüzyılda Osmanlı’daki yaşam beklentisinin ne kadar olduğunu söyleyemem ama muhtemelen 30’lu yaşlardadır. Bugünse bu yaşın 70’i aştığını biliyoruz. Bu bize bir şey ifade ediyor. O dönemde doğan çocukların önemli bir bölümü daha ergenliğe gelmeden, hatta bebeklikten çocukluğa geçerken ölürler. Bir kadın örneğin 15 çocuk doğurur ancak geriye 3 çocuk kalır. Bunu Osmanlı’nın tereke defterlerinde görüp şaşkına dönebilirsiniz. 16. yüzyılda İstanbul’da veya Bursa’da iki çocuklu bir aile olmak olağan bir durumdur. Bu ölümler olağan durum olarak görüldüğünden korkutmaz.

Osmanlılar vahşet ve vahşi insan kavramını çok uzun süre üretmezler. Osmanlı ortamında ilk vahşi insan görseliyle
Müteferrika baskısı “Tarihü’l-Hindi’l-Garbi”de karşılaşılır.

Bu denge giderek değiştiği zaman ölüm artık korkutucu olmaya başlar. Çünkü nedenleriyle ilgili konuşabilir hale gelirsiniz. Yüzyıllar boyunca bir nedeni olmamıştır, tanrısal bir iradedir buna sebep olan. Dolayısıyla korkmanız gereken bir şey yoktur. Hayatınıza anlam katar hatta. Diğer durumda ise birden bire bunu söyleyemez hale gelirsiniz. “Çocuk boğmacadan öldü” demekle “Ne yapalım Allah’ın emri” demek aynı şey değildir. Bu bütün ölüm dinamiklerini, ölüm dinamikleri de korkularınızı etkiler. Buna ilişkin bir örnek var kitapta olmayan… Cemal Kafadar’ın yayımladığı, 17. yüzyılda İstanbullu üst-orta sınıftan birinin günlüğü denilebilecek küçük bir metin vardır. Burada adamın yaklaşık şöyle bir ifadesi yer alır: “Bu sabah eşim sizlere ömür. Sonra akşam arkadaşlarımla yemeğe gittim”. Bugün aynı şeyleri söyleyebilir misiniz? En yakınınızı kaybettiğinizde bu bir travmadır. Halbuki o dönemde ölüm travma oluşturmaz.

Dolayısıyla psikoloji insanın gen yapısında değil, toplumsallığında gizlidir. Bunların hepsinin değişmesi korkunun da bitimsizce biçimlenmesini sağlar. Diğer durumda korkunuz olmaz, dolayısıyla şikayet de olmaz. Olağan durumdur…

  • “İstanbul’un korkular repertuarı adeta şizofreniktir… Hem korkulur hem de aynı pratikler fütursuzca sürdürülür” sözünüz, korkudan beslenme halimizi anlatıyor. Bu durum kentte kendine nasıl yer buluyor, kente nasıl yansıyor?

Her şeyden önce ciddi bir asabiyet ortamı olarak yansır. Dünyada artık bunun ölçümleri bile yapılıyor. Son yıllarda Türkler genellikle dünyanın en asabi toplumları arasında yer alıyor. Bu Türklerin genlerinde gizli diyerek cevaplayabileceğiniz bir mesele değil. Korku asabiyeti tırmandırır. Korktukça daha çok asabiyet üretirsiniz.

Korkmak demek, korkuyu tasfiye etmeye yönelik bir çaba üretmek demek. Korkuyu tasfiye etmeye kalktığınız zaman, aslında bir sürü bağlantılı yeni imkanı da tasfiye etmek istersiniz. Diyelim ki, kadınlar biraz özgürleştiği zaman hemen bunun önüne bir engel çıkarmaya çalışırsınız. Kadın korkusu derken kastedilen kadını gördüğünüzde korkmak değil elbette. Kadınların toplumsal yaşamdaki rolünden korkmak… Toplumun önemli bir kesimi buna karşı kayıtsız olamıyor, ki sadece bu nedenle bile asabiyet tırmanır. Türkiye’de ciddi bir erkek asabiyeti tırmanması var. Ama bu kadınları da etkiliyor elbette. Dünyanın en huzursuz toplumlarından biri olduğumuzun neredeyse kantitatif denilebilecek değerlendirmeleri var.

  • “Tüm insani pratikler mekân kurar” diyorsunuz. Peki kurulan bu mekânlar kuruldukları gibi yıkılabilir mi? Yani İstanbul, korku mekânı olmaktan çıkabilir mi? Buradan bir şekilde dönülür mü?

Tabii ki dönülür. Ama bunu ancak zaman ortadan kaldırır. Örneğin 18. yüzyılda korktuğumuz şeylerden, aynı yerlerden korkmuyoruz. Bu korkuların her biri gündelik pratiğinizi değiştirdiği gibi mimari ortamı da değiştirir.

Ancak sürekli yeni korkular üretiyoruz. Çünkü -abartılı bir iddia olacak ama- modern toplum sürekli korkar. Dünyanın her yerinde korkar. Fark aynı şeylerden korkmuyor olmamız. Bunun üzerine yapılmış araştırmalar var. Örneğin Japon korku filmleri üzerine yapılmış ciddi bir araştırma okuduğumu hatırlıyorum. Orada Japon korku filminin gerekçeleri arasında Japonya’daki aile yapılarının, insan ilişkilerinin değişmesi ile bağlantılı olduğu açıklanıyordu. Aslında korku filmini izlerken korktuğunuz şeyin ardında başka bir değişim gizli. Japonlar bugün dünyanın ikinci veya üçüncü ekonomisini oluşturuyorlar ama bu korkmadıkları anlamına gelmiyor. New York da örneğin bir korku metropolüdür.

Korkunun tasfiyesi gibi bir durum mümkün değil. Toplum modern dünyada korku üretir çünkü sürekli değişim vardır. Öngöremediğimiz şeylerden, daha önce karşılaşmadığımız hallerden, değişimlerden korkarız.

Porozite Nedir?

Geçirgenlik/ gözeneklilik. Malzemedeki gözeneklerin hacimsel oranı. Walter Benjamin ile Asja Lacis’in Napoli üzerine yazdıkları 1925 tarihli bir kısa makalede gündeme gelen ve kent için kullanılan porozite / geçirgenlik / gözeneklilik kavramı o metinde, hiçbir kişisel veya toplumsal etkinliğin kendi başına var olmadığını, sınırlanmış olmak bir yana sürekli birbirleri içinde devam ettiğini kentsel yaşamın bitimsiz geçirgenlikler içinde cereyan ettiğini ifade eder. Bu kavramın son yıllarda urban porosity / kentsel porozite diye doğrudan mimari bir içerik yüklendiği de görülür. (Kaynak: Korku Metropolü İstanbul, Uğur Tanyeli)

Previous Story

Berlin’den İki Kuir Sergi Hikayesi

Next Story

“6 Numara” GaleriMiz’de

0 0,00
02_ArtDog_CD_Logo_RGB_Black

BÜLTEN

Türkiye ve dünyadan haftalık kültür-sanat haberleri, inceleme yazıları, sergiler ve etkinlikleri takip et.

Bülten aboneliğinde ArtDog Istanbul’un gizlilik sözleşmesini kabul etmiş olursunuz.

Verified by MonsterInsights