Self Portrait with Robert Andy Coombs in My Dorm Room“ 2019 © Joey Solomon, Manhattan, New York.

Berlin’den İki Kuir Sergi Hikayesi

///

Berlin Schwules Müzesi iki sergiye ev sahipliği yapıyor. Queering the Crip, Cripping the Queer tarih boyunca benzer bir adaletsizliği paylaşan ‘kuir’ ve ‘sakatlık’ kavramlarının kesişim noktasına odaklanırken; Tuntenhaus Forellenhof 1990: The Short Summer of Gay Communism ise DDR yıkılırken Friedrichshain’da bir işgal evinde kısa süreli bir komün hayatı kuran quir topluluğun hikâyesini anlatıyor.

Hikâyesi 1984 yılına kadar uzanan Berlin’deki Schwules Müzesi; LGBTİ+ alanındaki sanat çalışmaları kadar eğitim programları, kütüphanesi ve arşiviyle de dünyanın her yerinden araştırmacılar ve akademisyenler için muazzam bir kaynak sunuyor. Bir taban hareketinden büyüyen müze, kuir topluluklarla bağı olan bir sivil toplum projesi. Müzede 30 Ocak 2023’e kadar izlenebilecek Queering the Crip, Cripping the Queer (Sakatı Kuirleştirmek, Kuiri Sakatlaştırmak) başlıklı sergi, tarih boyunca benzer bir adaletsizliği paylaşan ‘kuir’ ve ‘sakatlık’ kavramlarının kesişim noktasına odaklanıyor.

Riva Lehrer, 66 Degrees (self-portrait), 2019, acrylic on wood, courtesy of Larry Gerber

Hatırlarsınız, 17. İstanbul Bienali’nin konuklarından Eva Egermann’ın 1970’lerde engellilere yönelik çalışmalar ve eylemlerde sahiplenilen ‘sakat’ kelimesinden yola çıkarak hayata geçirdiği, bağımsız bir sanat dergisi projesi Crip Magazine idi. Bu noktada hem ‘Queering the Crip, Cripping the Queer sergisine hem de sergiye ev sahipliği yapan Schwules Müzesi’ne odaklanmadan önce, Egermann’ın 1+1 Express’e verdiği röportajdan bir alıntının tam sırası. “Sakat küçük düşürücü, alçaltıcı bir kavram olarak algılanıyordu ama ‘70’lerin radikal engelli hareketinden insanlar özgürleştirici bir kavram olarak bunu kullanıyorlardı aslında. Bu terimi kullanarak ve dönüştürerek kişiyi güçlendirici bir etki yaratmaya çalışıyorlardı, aynı kuir gibi. Kuir, feminist ve  sakat mücadeleleri arasında benzeşen pek çok yön var hem yapısal olarak hem de tarihsel açıdan. İkili cinsiyet sisteminin eleştirisi bir kesişim alanı olarak zikredilebilir. İkili cinsiyet kategorisindeki ‘engelsiz’ beden anlayışının engellilerle arasına koyduğu bir mesafe söz konusu. Buradan yapay, kurgusal kimlik biçimleri ve dolayısıyla toplumsal dışlama bahaneleri üretiliyor. Engelsiz, heteroseksüel bedenin mecbur koşulması standardı belirliyorsa, eleştirisi de kesişimsel bir küme yaratıyor. Aynı kuir gibi sakat da bu aşağılayıcı terimi alıp radikal, güçlendirici bir söylem adına sahipleniyor.”

“Venus de Milo (Aphrodite from Melos),” ca. 150 – 125 BC, Credit: Wikimedia Commons

Queering the Crip, Cripping the Queer sergisi, engelli bireyler üzerine çalışmalarıyla bilinen Amerikalı akademisyen Lennard Davis’in Milo Venüsü için yaptığı “Dünyadaki en güzel kadın figürlerinden biri olarak kabul edilen heykelin, iki kolu da yok ve mermerden eti yaralarla kaplı” yorumuyla açılıyor. Kenny Fries, Kate Brehme, Birgit Bosold küratörlüğünde görülebilen serginin küratoryal konseptin oluşmasında büyük katkısı olan akademisyen-aktivist Carrie Sandahl’a kulak verelim: “Cinsel azınlıklar ve engelliler farklı açılardan ortak bir adaletsizlik tarihini paylaşıyor. İkisi de bilim tarafından hastalıklı hale getirildi, din tarafından şeytanlaştırıldı, barınma, iş gücü ve eğitim konularında ayrımcılığa uğradı, temsilde basmakalıplaştırıldı, nefret grupları tarafından mağdur ve sosyal olarak da izole edildi. Kuir ve sakatların hikâyeleri paralel değilse de benzer!” Sandahl, bu sergide yer alan sanatçıların kendilerini ‘sakat ve kuir’ olarak tanımladıklarını anlatıyor ve “Her iki kimliğe de sahip çıkanlar; belki de kuir ve sakatın kesiştiği, uzaklaştığı ve yakınlaştığı yerlerde bağlantılarına ışık tutmak için en iyi konumda olanlardır” diyor.

Batı dünyasının idealize ettiği Milo Venüsü ve bir başka ideal beden figürü olarak gördüğü Doryphoros’un replikalarıyla açılan ‘Queering the Crip, Cripping the Queer’ sergisi, tüm bu tartışmaların kalbine yerleşiyor. Serginin ilk bölümünde yer alan bu replikaların sunduğu çelişki bize, sakatlanmış ‘ideal’ bir beden gösterirken; bu bedenlerin bazılarını arzu edilir, bazılarını vazgeçilebilir bulan ideolojik altyapının nasıl birer parçası olduğuna dair de bir sorgulama alanı yaratıyor. Heykellerle birlikte sergilenen; Yunanca ‘işaretlemek’ fiilinden türeyen, ‘stigma’ kelimesi de bu ideolojik durumun nasıl bir işaretler ve semboller üzerine kurulduğunu gösteriyor.

Pembe Üçgen, Siyah Üçgen ve Tüm ‘İşaretlenen’ler

Bu noktada serginin aradaki bölümlerini atlayarak; ziyaretçileri daha müze binasının dış cephesinde karşılayan yerleştirmenin de bir parçası olduğu, altı numaralı bölümündeki üç aşamalı işe bakmak doğru olacak. Nazi Almanyası’nda toplama kamplarında eşcinseller pembe üçgen bir kumaşla işaretleniyordu. Schwules Müzesi’nin yer aldığı Nollendorfplatz, İkinci Dünya Savaşı öncesi Weimar Dönemi’nden başlayarak bölgeye yerleşen eşcinsellerin Nazi Almanyası döneminde toplama kamplarına alındığı bölgelerden biri olarak biliniyor.

Bölgede yer alan pembe bir üçgen şeklindeki Gedenktafel Rosa Winkel anıtı, Nazi döneminde katledilen eşcinselleri anmak üzere yerleştirilmiş ve tarihin bu karanlık dönemine gönderme yapıyor.

Yine toplama kamplarında ‘seçilmiş’ bireyleri işaretlemek üzere kullanılan diğer bir ayırt edici üçgen kumaşın rengiyse siyahtı. Elizabeth Sweeney’nin sergideki The Unrelenting isimli üç aşamalı işi de, Nazi Almanyası’nda sakatlar, Çingeneler, alkoliklikler, bağımlılar, evsizler, akıl hastaları, antisosyaller, seks işçilerinden oluşup, ayrıştırılan geniş bir gruba gönderme yapıyor.

İlginizi çekebilir:  Pandemi ve Sanatçıların İç Dünyası - Seçil Erel
Elizabeth Sweeney, The Unrelenting, [2014] 2022, poster: digital print on paper, courtesy of the artist
Schwules Müzesi’nin kuir tarihe bakış açısını hem sergiler hem de arşiv çalışmalarıyla özetleyen kelimeler ‘çoğulculuk’ ve ‘katılımcılık’ olabilir. Bunu, “Müzede eklemlenen çok sayıda farklı duygu ve ilgi her zaman uyumlu değil. SMU’un içindeki ve çevresindeki çatışmaları ve tartışmaları, birçok kuir insan için taşıdığı anlamın bir ifadesi ve tarihimizle yüzleşip bir gelecek tasarladığımız kolektif bir alanı şekillendirme fırsatı olarak görüyoruz” cümleleriyle özetliyorlar. Kuir kavramının kolektif hafızada temsili için yalnızca cinsel ve cinsiyet kimlikleri için kullanılan kolektif bir terim değil; aynı zamanda heteroseksüel tahakküm ve iki cinsiyetli cinsiyet düzenleriyle, her türlü ayrımcılık ve dışlamayla mücadele eden eleştirel bir uygulama olarak anladıklarını söylüyorlar. Yaptıkları sergiler, araştırmalar ve koleksiyonların bir anlamda kuirlerin tarihsel vatandaşlığını geri almak anlamına geliyor.

Serginin diğer bölümlerine gelince… Orta Çağ’da tanrının bir cezası ya da şeytanın işi olarak görülen ‘sakatlık’; Saints & Sinners (Azizler ve Günahkârlar) isimli bölümde Claire Cunningham’ın Give me a Reason to Live isimli performans videosu yer alıyor. The Power of Images (İmajların Gücü) isimli üçüncü bölümde, kişinin karakterinin dış görünümüne göre belirlenebileceğini ifade eden ‘fizyonomi’ kavramı çıkıyor karşımıza. Bunun en sık karşılaşılan örneği olarak da filmlerde iyi karaktere karşı kötünün bir kanca, göz bandı ya da tahta bacakla sembolize edilebildiği fikri öne çıkıyor. Riva Teacher’ın otoportresi olan 66 Degreesthe, sakatlık doğanın bir parçası olarak vuku buluyor.

Perfection (Mükemmellik), Force/Resist – Normality/Normalization (Zorla/Diren – Normallik-Normalleştirme), Destruction (Yıkım), Our Icons (İkonlarımız) ve Freak Out (Çıldırmak) isimli diğer bölümlerde Antik Yunan’dan modern öncesi Avrupa’ya, Aydınlanmadan Nazi Almanyası’na; serginin odağındaki iki kavrama dair adalet, suç, yargı, basmakalıp, utanç, ayrımcılık, Batı kültürünün tarihsel arka planı fonunda akıyor. 24 sanatçının yapıtlarıyla ideal beden fantezisinin sorguladığı ‘Queering the Crip, Cripping the Queer, pekâlâ fotoğraftan performans ve ses işlerine kuir ve sakat sanatçıların, tarihi sahiplenişlerine dair bir güç gösterisi olarak da algılanabilir.

Mainzer işgal evinin quir ‘soytarıları’

Schwules Müzesi’nde devam eden ikinci sergi ise üst kata konumlanan Tuntenhaus Forellenhof 1990: The Short Summer of Gay Communism. 13 Şubat’a kadar devam edecek serginin küratörü Bastian Krondorfer.

Şimdilerde Berlin’in en popüler mahallerinden biri olan (‘90’lı yıllara kadar Doğu tarafında kalan) Friedrichshain hâlâ da bu işgal eviyle ünlü. Mainzer Sokağı dört numaradaki bu ev, tam da Almanya’nın birleşmesi aşamasında; Doğu tarafında kalan ilk boşluğu yırtıp atarak, bir ikon haline geldi. Amerikalı yönetmen Juliet Bashore’un 1990 yılında çektiği belgesel The Battle of Tuntenhaus, Doğu Berlin’deki bu kuir işgalcilerin hem Neo Naziler hem de Alman devletiyle çatışmasını anlatıyor. Sergi, otonomi üzerine kurulan bu yaşam deneyimini tarihe kaydeden Bashore’un belgeselinden alıntılarla canlanıyor.

Tuntenhauses Tahliyesi, arka bahçe 14 Kasım 1990, Fotoğraf: UMBRUCH Resim Arşivi

“1 Mayıs 1990 akşamı, Doğu Almanya’nın başkentinin sokaklarında yükselen ‘Biz tek insanız’ ve ‘Almanya Almanya’ sloganlarının ortasında, Kreuzberg ibneleri Doğu Berlin’de Mainzer Strasse 4’ü işgal etti. Tuntenhaus Forellenhof, Doğu Berlin ‘soytarıları’nın yanı sıra dünyanın her yerinden ‘soytarıları’ içerecek şekilde hızla büyüdü ve mahalledeki hayaller, ütopyalar ve somut projelerle dolu ataerkil karşıtı büyük bir topluluğa dönüştü. Köklü komşularla ortak bir oyun alanı projesi, GDR edebiyatı için Max Hoelz antika kitapçısı ve gece barı Forelle Blau’nun, hepsinin işgal evinin içinde ve çevresinde yeri var. Kısa eşcinsel komünizm yazı, polisle üç günlük bir sokak kavgası ve ardından 14 Kasım’daki tahliyenin ardından aniden sona eriyor.” Aslına bakarsanız küratöryal metnin bir parçası olan bu alıntı, bu kısa komünist işgâli net bir biçimde özetliyor. Sergi, Mainzer Straße 4’teki işgal evine dair, 2020’den bu yana Almanya, İsviçre, Birleşik Krallık ve ABD’den toplanan sesleri, anekdotları ve kalıntıları bir araya getiriyor.

Bunlar arasında özellikle de evin yaşam alanını yeniden sahneleyen Dining Room bölümü çarpıcı bir iz bırakıyor. Bazısı gerçekten bu eve ait olan bazısı benzer malzemelerle yeniden üretilen bazısıysa ikinci el nesnelerle oluşturulan bu alan, otonom deneyimin merkezine oturuyor.

Aralık 1989 ve 1990 yazı arasında işgal edilen bu evi kısa süreliğine de olsa hayatta tutanın, etrafında konumlanan diğer 11 evin ve günün sonunda Friedrichshain, Mitte, Prenzlauer Berg ve Lichtenberg’deki toplam 120’nın binanın bu hareketin bir parçası olması olarak anlatılıyor.

Previous Story

Sabiha Çimen’in “Hafız” Sergisi Rotterdam’da

Next Story

Korku Bir Rejimdir

0 0,00
02_ArtDog_CD_Logo_RGB_Black

BÜLTEN

Türkiye ve dünyadan haftalık kültür-sanat haberleri, inceleme yazıları, sergiler ve etkinlikleri takip et.

Bülten aboneliğinde ArtDog Istanbul’un gizlilik sözleşmesini kabul etmiş olursunuz.