Jim’le Tanışmak, İnsanlarla Tanışmak

//

Edinburgh, Londra ve Paris’te 60’ların avangart sanat çevresini şekillendirmiş figürlerden, “dünya vatandaşı” Jim Haynes, kırk yılı aşkın bir süre boyunca düzenlediği Pazar Yemekleri ile Paris’teki evinin kapılarını tanıdığı-tanımadığı binlerce insana açtı. Dünyanın farklı köşelerinden kişileri bir araya getirdi, bunların birbirleriyle dostluklar kurmasını, ortak projelere imza atmasını sağladı. Yaşamı boyunca örülmesine aracı olduğu bu insan ağı, Ocak 2021’de aramızdan ayrılan Jim’i ve savunduğu değerleri yaşatmaya, insanları bir araya getirmeye ve ilham vermeye devam edecek kuşkusuz. Yolu Jim’le kesişenlerden biri olan yönetmen Ece Ger ile, Jim’i tanımanın yarattığı hisleri ve Jim’in hikâyesini anlattığı belgeseli “Meeting Jim” hakkında konuştuk. Meeting Jim’i BluTV ve MUBI Türkiye’de izleyebilirsiniz.

  • Seninle ilk kez yazıştığımızda söylediğim gibi, filmin öznesinin Jim’den çok, Jim’in kendi etrafında oluşturduğu ve onun ardından da kendi kendine oluşmaya devam edecek insan ağı ve bağları olduğunu düşündüm. Bu konuda ne düşünüyorsun?

Çok güzel bir tespit, katılıyorum dediğin her şeye. Zaten biz 2016 yılında bu proje üzerine ilk düşünmeye başladığımızda ilk cümlemiz “Meeting Jim is meeting people” olmuştu. Her şey böyle başladı aslında. Jim özellikle pazar yemeklerinde o kadar geride dururdu ki… Gidip uzun uzun Jim’le konuşamazdın, seni hemen başka birine yönlendirirdi. Mesela sana hangi meslek dalından olduğunu, ilgi alanlarını sorardı. Diyelim sen bir sinemacısın ya da bir sinema yazarısın, Jim hemen derdi ki “A bak şurada Tommy var, o da bir sinemacı, onunla tanış” Herhangi birinin bir köşede kalıp kimseyle konuşmamasına ya da birlikte gelmiş iki kişinin yalnızca birbirleriyle konuşmasına izin vermezdi. Böyle bir şey mümkün bile değildi. Jim salonun diğer ucundan bağırır, “Clara, buraya gel, bak burada sinemacılar var” derdi ve hemen o alanı genişletmek isterdi. Yani dolayısıyla tam da senin filmde gördüğün gibi, Jim’le tanışmak aslında aynı zamanda diğer insanlarla tanışmaktı.

“… biz 2016 yılında bu proje üzerine ilk düşünmeye başladığımızda ilk cümlemiz “Meeting Jim is meeting people” olmuştu. Her şey böyle başladı aslında…. Gidip uzun uzun Jim’le konuşamazdın, seni hemen başka birine yönlendirirdi.”

  • Sen Jim’le nasıl tanıştın peki?

Aslında ben Pazar Yemekleri’nden önce buluştum Jim’le. Pazar Yemekleri’ni bilmiyordum Jim’le tanıştığımızda. Okulumuzda dünya sinemasının Paris’teki temsili üzerine bir seminer olmuş, dışarıdan bir hoca gelmişti. Sınıfımda pratik sinema eğitimi almış tek öğrenci bendim, herkes teori kökenliydi. Hocam da bu sebeple beni, o günkü semineri veren film eleştirmeni Dina Iordinova’yla tanıştırdı. Dina filmlerimi izledikten sonra birkaç kez buluştuk. Buluşmalarımızın birinde, “Bu hafta önemli biriyle tanışacağım, içimden bir ses senin de gelmen gerektiğini söylüyor” dedi. Bu buluşmaya bizim okulun Edebiyat Fakültesi’nin bölüm başkanı, Peter Read’in de geleceğini öğrendim. Peter, zamanında Jim’in Londra’da çıkardığı gazetenin, International Times’ın dağıtıcısıymış; henüz bir gençken bisikletiyle gazeteyi dağıtırmış, Jim’e o zamanlardan gelen bir hayranlığı var. Bense bu buluşmadaki yerimi tam olarak kavrayamamamın getirdiği bir çekingenlikle “Tamam, gelirim” dedim.

Gittik. Kapıda Dina, ben, Peter bekliyoruz. Kapıyı çaldık, içeriden seslendi Jim, “İçeri gelin” diye. Biz de alışık olmadığımız için kapının kilitli olduğunu düşünüyoruz. Ama kapı kilitli değil. Çünkü Jim hiçbir zaman kapısını kilitlemiyor, gece uyurken de kapısını kilitlemiyor; bunu sonradan öğrendik. Tekrar seslendi, “İçeri gelin, kapı açık”. Dina kapıyı açtı, biz hâlâ dışarıda duruyoruz, bir türlü içeri giremiyoruz. Jim için çok doğal olan bir şey ama bizim bu duruma adapte olmamız vakit aldı. En sonunda Jim durumu anlayınca kapıya doğru geldi. Dina önce kendini, sonra Peter’ı tanıttı, en son bana döndü ve “And this is the gorgeous one,” dedi. Jim de, “Hi gorgeous!” deyip kollarını açtı ve sarıldık. O ana kadar hissettiğim tedirginlik Jim’le birlikte geçti. Sonra yemeğe gittik, hep birlikte sohbet ettik. Hiç korktuğum gibi konuşmaların dışında kaldığım bir akşam olmadı, aksine kendimi çok iyi hissettiğim ve çok keyif aldığım bir yemekti.

Meeting Jim, 2018, Ece Ger
  • Pazar Yemekleri’ne ilk kez katıldığında neler hissetmiştin? Ya da o pazar günü tekrar o eve giderken nasıl bir ortamla karşılaşmayı bekliyordun?

İlk gittiğim Pazar Yemeği’ne hiçbir beklentim olmadan gittim. Jim’in hiçbir durum karşısında yüksek beklenti içeren bir yaklaşımda olmama hali, sanırım bir ölçüde bende de var. Öngörebildiğim tek şey insanların yemek yerken birbirleriyle tanışacak olmasıydı. İlk gittiğimde çok şaşırdım! Kapıdan giriyorsun, küçücük bir alan zaten – filmde gözüktüğünden daha da küçük. İnsanlar ayakta, ellerinde yemekler, herkes çok rahat, çok açık… Belki de Jim’in açıklığı da yansıyor insanlara. Tek bir an bile duraksamadan arkadaşlar edinmeye başladım, katıldığım ilk Pazar yemeğinde bir sürü yeni insan tanıma fırsatım oldu. O akşam Jim’e Türkiye’den beni ziyarete gelen iki arkadaşım, Aksel Bonfil ve İlkyaz Kocatepe’yle birlikte gitmiş olmama rağmen yemek boyunca onları neredeyse hiç görmedim. Söylediğim gibi öyle bir arada takılamıyorsun, Jim de, ev de ona izin vermiyor. Sürekli yeni birileriyle tanışıyorsun. İlk tanıştığım kişi Fransız bir kadındı, bir tur rehberi. Ondan üç hafta sonra ona kısa bir tanıtım videosu çektim. Dalgalar gibi biraz, insanlar geliyor, gidiyor o eve, birbirleriyle tanışıyor. Kimisi çok yakın arkadaş oluyor, kimisi evleniyor, çocuk yapıyor, kimisi birlikte iş yapıyor. Ama hep gelen ve giden insanlar ve bu durumun sürekliliği… Unutamadığım bir anı, çekimler sırasında Edinburgh’dan dönüyoruz, hepimiz ekip olarak bitmişiz, perişan hâldeyiz ama o gün tesadüfen bir pazar gününe denk gelmiş. Jim diyor ki “Evet, akşama yemek var, 100 kişi geliyor” O gün bile…

Açıklık ve Her Şeyin Mümkün Olma Hâli

  • Ben herhalde senin gibi kapısının hiçbir zaman kilitli olmadığını, daima açık olduğunu öğrendiğim o tanışmadan sonra ilk kez yemeğe gittiğimde, “Tamam kapısı açık ama bu kadar da açık olmasını beklemiyordum” diye düşünürdüm…

Açıkçası ben öyle düşünmedim. İlginç bir şekilde, tanışmamızdan sonra Jim’le ilgili her şey çok doğal geldi. Hiçbir şey olması gerektiğinden fazlaymış gibi gelmedi. Jim’in yaydığı en kuvvetli enerji de o açıklık ve her şeyin mümkün olma hâli. Ben bu filmi yapabilmemizin sebebinin de Jim’in o ruh hâli olduğunu düşünüyorum. Çünkü ben Jim’e, “Filmi yapabilir miyim?” diye sorduğumda, “Tabii ki” dedi. Tek bir soru sorsa yapmayacaktık filmi. Deseydi ki “Nasıl yapmayı düşünüyorsunuz?”, orada bitecekti proje. Ama sormadı, o soruyu sormadı.

“Jim’le tanışmamın öncesinde bile, tıpkı Midnight in Paris filmindeki gibi, şehrin gizli kapıları olduğunu keşfetmeye başlamıştım. Paris’te doğru zamanda, doğru noktada olursan bir anda sanki katman değiştirip başka bir yerlere geçebiliyorsun.”

  • Jim’in kendisi de, eylemleri de, film de onun bir “dünya vatandaşı” olduğunu söylüyor. ABD’de doğmuş, İngiltere’de yaşamış bu “dünya vatandaşının” son (ve sanırım en uzun süreli) durağının Paris olmasının nedeni nedir?

Dünya vatandaşlığı durumu ve açıklık birbiriyle ilişkili, birbirini içeren iki durum. Ben Jim’e, “Neden Paris?” diye sorduğumda “Herkesin bir yerden bir yere giderken geçtiği bir şehir ” diye yanıtlardı. Paris’e taşındığı dönemki atmosfer, o zamanın yaşantısı zaten Jim’e çok hitap etmiş. İngiltere’den Paris’e giderken hayalinde Traverse Tiyatrosu’nun Paris ayağını kurmak gibi bir düşüncesi varmış, Ancak sonradan parasal sebeplerle o tiyatro gerçekleşmemiş. Tiyatro hayalini gerçekleştirememiş olsa da evini ve Paris’i çok sevdiği için orda kalmış.

İlginizi çekebilir:  Victoria & Albert "Young"

“Hayatıma Girmesiyle, Jim Yakın Bir Arkadaşım Oldu”

  • Yüksek lisans eğitimin için yaşadığın Paris’te kente dair deneyimin Jim’le tanıştıktan sonra nasıl değişmişti?

Aslında her şey, Kent Üniversitesi mezunu arkadaşım Osman Nuri İyem’in önerisiyle İngiltere’de iki dönem daha kalmak yerine programın Paris ayağını seçmeye karar vermemle başladı. Paris’e giderken hiçbir beklentim yoktu. Sanırım hiç beklentisiz gitmek, çok güzel bir deneyime dönüşmesini sağladı. Jim’in varlığının bunda tabii ki çok büyük payı var. Jim’le tanışmamın öncesinde bile, tıpkı Midnight in Paris filmindeki gibi, şehrin gizli kapıları olduğunu keşfetmeye başlamıştım. Paris’te doğru zamanda, doğru noktada olursan bir anda sanki katman değiştirip başka bir yerlere geçebiliyorsun. (Gülüyor) Dili henüz bilmememe rağmen, insanlarla çok rahat iletişim kurabiliyordum, bu sayede bir sürü arkadaş edinmiştim. Agnès Varda’nın arka sokağımda oturduğunu ise maalesef çok sonradan öğrendim. Oturduğum sokak da çok şenlikli bir sokaktı, zamanla hiç beklemediğim kadar güzel bir hâl aldı Paris. Zaten dersler ve şehir ilişkisi o kadar birbiriyle örtüşüyordu ki, derste duyduklarımı çıkıp şehirde görebiliyordum. Benim için çok ilham verici bir süreçti.

Hayatıma girmesiyle, Jim yakın bir arkadaşım oldu. Seksen küsur yaşında olmasına rağmen Jim’in herhangi bir arkadaşımdan hiçbir farkı yoktu. Çok aktif bir hayat sürüyordu o zaman. Her gün gösterimlere, dinletilere, kitapçılara giderdi… Böyle bir hayatı vardı. Etrafındaki herkesi de çağırır, kim gelirse gelir. Beni de o grubun içine aldığından onunla birlikte birçok etkinliğe katılabiliyordum. Pazar yemekleri sayesinde de bir sürü yeni arkadaşım oldu, onlarla bambaşka yolculuklara çıktım. Meeting Jim ekibi de Pazar Yemekleri’nden birinde tanıştı. Görüntü yönetmeniyle tanıştıktan on dakika sonra ona, bir gün Jim’le ilgili bir film yaparsam görüntü yönetmeninin o olmasını istediğimi söyledim. O da kabul etti. Aradan bir sene geçip ben bu filmi yapmaya karar verdiğimde direkt onu aradım. Aynı şekilde filmin İspanyol yapımcısıyla da orada tanıştım. Onun da sinemayla hiçbir ilişkisi yoktu, kendisi bilgisayar mühendisi, Meeting Jim ilk filmi.

Ece Ger, Ayvalık Film Festivali’nde
  • Film ekibinin dışında, Jim aracılığıyla tanıdığın, yollarının kesişeceğini hiç tahmin etmediğin en ilginç kişiler kimler oldu?

Aslında çok isim ve durum var çünkü Jim’in etrafında tanıdığım neredeyse herkesin ilginç yönleri vardı, ilk aklıma gelenler: Richard Demarco, filmde Jim’in sürekli fotoğrafını çeken Edinburghlu arkadaşı. Çok kendine has biri, Jim’de olan neşe ve merak onda da var. Gözlerinde bir çocuğun coşkusunu ve muzurluğunu taşıyor. Onu tanıdığım için çok mutluyum.

Her sabah Jim’in evine gelen evsiz adam. Hiçbir şey konuşmadan, kulaklarında kulaklığı, ayakta durarak kahvesini içer, Jim’in yanında bir süre durduktan sonra giderdi. Onların bu sessiz diyaloğu ve paylaşımı beni çok etkilemişti. Jim her seferinde, ona gitmeden dolaptan yiyecek bir şeyler almasını söylerdi.

Sean Hignett, Edinburgh’un dışında, 30-40 odalı bir yerde tek başına yaşayan biri.

Lee Harris, Londra’da yaşayan bir aktivist. Jim’in 60’lardan arkadaşı. Kendi dünyasında 60’ların ruhunu taşımayı sürdürmüş ve dünyanın daha iyi bir yer olabileceği konusunda umudunu hiç yitirmemiş biri.

“Bu benim ilk belgeselim ve bir belgesel sinemacı olarak bu işe başlamadım. İlgim, merakım, eğitimim, hep kurmaca film alanında. Dolayısıyla bir belgesel sinemacı nasıl olur diye bir referansım yoktu.”

  • Bir belgesel sinemacı olarak öznenle kurduğun ilişki ve filmin objektifliği arasında bir ikilemde kaldığını düşündüğün anlar oldu mu?

Bu benim ilk belgeselim ve bir belgesel sinemacı olarak bu işe başlamadım. İlgim, merakım, eğitimim, hep kurmaca film alanında. Dolayısıyla bir belgesel sinemacı nasıl olur diye bir referansım yoktu. Film, Jim’in kim olduğunu anlatmaya çalışmıyor, tabii ki hayatını kapsıyor ama asıl meselesi filme başlayıp Jim’i tanımayan bir insanın, bitirdiğinde biz Jim’i tanıdığımızda nasıl hissettiysek öyle hissetmesi. Dolayısıyla bu anlamda objektifliğini koruduğunu düşünüyorum. Jim kamerayı hiç sevmiyordu, ona kamerayı sevdirmek yaklaşık on günümüzü aldı. Kayıttayız, o bizimle konuşur, “Ece şuraya bak, şuradan şu geçiyor”, “Ece, yemeğini yedin mi?” gibi… Jim’in o dönem henüz ciddi bir rahatsızlığı olmamasına rağmen bazı hastalıkları vardı. Arada başı dönüyordu, yürümekte zorlanıyordu. Ben de sürekli çekimi kesiyordum. Mesela yolda yürüyoruz, önemli bir sahne… Ben hemen kendimi kameranın önüne atarım, Jim’in koluna girerim, sahneyi çöpe atarız. Pazar Yemeği alışverişini çekiyoruz, bakıyorum Jim çok yoruluyor, “Tamam, çekmeyelim yeter” diyorum, gidip Jim’e alışverişte yardım ediyorum. Fikir açısından ve film açısından pozitif etkilediğini düşündüğüm süreç, çekimlerde biraz bizi zorladı kısacası. (Gülüyor) Görüntü yönetmeninin beni kenara çekip “Böyle giderse bir filmimiz olmayacak, lütfen kendine hakim ol ve kameranın önüne atlama” demek zorunda kaldığı anlar oldu.

“Film, Jim’in kim olduğunu anlatmaya çalışmıyor, tabii ki hayatını kapsıyor ama asıl meselesi filme başlayıp Jim’i tanımayan bir insanın, bitirdiğinde biz Jim’i tanıdığımızda nasıl hissettiysek öyle hissetmesi.”

  • Meeting Jim festivallerdeki gösterimlerinin ve özel gösterimlerinin ardından BluTV’ye, ardından MUBI’ye geldi ve çok daha fazla kişiye ulaştı. Türkiye’deki izleyicisiyle olan ilişkisi nasıl gelişti filmin tüm bu süreçte?

Gerçekten çok ilginç, çok güzel bir durumun içindeyiz şu anda. O kadar güzel mesajlar alıyoruz ki… Gençlerden özellikle: “Karanlık bir ruh hâlindeydim, filmi izledim ve şu an hayatımla ilgili bir şey yapmaya karar verdim.” gibi. Ve bu gibi cümlelerin etrafında o kadar çok kişiyle iletişim hâlindeyiz ki bu bizi çok mutlu ediyor. Gerçekten Jim’in bizim üzerimizde yarattığı etkiyi, özellikle gençler üzerinde yaratmaya devam ediyor olması tam da bizim hayalini kurduğumuz etki, yani bu yolculuğa çıkma sebebimizdi.

Jim’i tanımak, ekipçe, başımıza gelen en güzel şeylerden biriydi.

Previous Story

İstanbul Müzik Festivali İlk Kez Tamamen Açık Havada

Next Story

İnternetin ‘Babası’ WWW Kodlarını NFT Olarak Satacak

0 0,00
02_ArtDog_CD_Logo_RGB_Black

BÜLTEN

Türkiye ve dünyadan haftalık kültür-sanat haberleri, inceleme yazıları, sergiler ve etkinlikleri takip et.

Bülten aboneliğinde ArtDog Istanbul’un gizlilik sözleşmesini kabul etmiş olursunuz.