İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından 1987’den bu yana düzenlenen İstanbul Bienali’nin 17.’si, 20 Kasım’a kadar sürüyor. Küratörlüğünü Ute Meta Bauer, Amar Kanwar ve David Teh’in üstlendiği bienalde 500’ün üzerinde katılımcı, 50’den fazla projesiyle yer alıyor.
Katılımcılar arasında sanatçı, düşünür, yazar, şair, araştırmacı, mimar, radyo programcısı, balıkçı, aktivist, stand-up komedyeni, şef, etnomüzikolog, ornitolog, deniz bilimci, kukla ustası ve müzisyenler de bulunan bienal; Beyoğlu, Fatih, Kadıköy ve Zeytinburnu’nda yer alan 12 sergi mekânının yanı sıra şehrin farklı noktalarında sayıları 50’yi aşan mekanlarında izleyiciyle buluşuyor.
Farklı coğrafyalarda, benzer konular üzerine düşünen ve üreten, çeşitli disiplinlerdeki katılımcıları bir araya getirdiğini belirten bienal, “Bienal bir gazete veya yeniden tasarlanmış bir arşiv olabilir mi? Su gibi herkesin içinden akan bir duyular denizi olabilir mi? Eski şarkılardan, kuşlardan, çimenlerden, balıklardan, mandalardan öğrendiklerimizi paylaştığımız bir buluşma olabilir mi? Kuşlar ne düşünür? Denizin sahibi kim? Sessizliği nasıl dinleyebiliriz? Şiirler nasıl konuşur? Bir ağacın milliyeti var mıdır? Hakiki peynir üreticisi kimdir? Bir yemeğin milliyeti var mıdır? Konuşamayacağımız bir şeyi nasıl anlatırız? Mandanın rengi nedir, siyah mı beyaz mı? Toprak insanları bugüne dair ne der? Ekokırım ne anlama gelir? Biz mi hikâyeleri yazarız, hikâyeler mi bizi? Öteki diye bir şey var mıdır?” gibi pek çok soruya cevap arıyor.
Biz de bienali Suna ve İnan Kıraç Vakfı Kültür ve Sanat İşletmesi Genel Müdürü M. Özalp Birol, Sanatatak kurucusu ve sanat eleştirmeni Ayşegül Sönmez, yazar Ali Akay, Borusan Contemporary Genel Müdürü Dr. Kumru Eren ve Sanat Dünyamız Dergisi editörü Fisun Yalçınkaya ile konuştuk. Aslında kültür ve sanat dünyasından pek çok isme sorularımızı yönelttik ancak henüz İstanbul Bienali’ni gezmedikleri ya da fikir sahibi olacakları kadar takip edemedikleri gerekçesiyle bir yanıt alamadık…
Bienal, Tehlikelerin Siyasi Boyutunu Ortaya Koyuyor
- İstanbul Bienali’nin bu edisyondaki içeriğini ve yaklaşımını nasıl buldunuz?
Özalp Birol: Küratörler Ute Meta Bauer, Amar Kanwar ve David Teh iyi iş ürettiler. Özellikle pandemi döneminde daha da önem kazanan iş birliği temelli projelerle, farklı disiplinlerden 500’ü aşkın katılımcıyı bir araya getirmek kolay iş değil. İKSV ekibi; sponsor, küratörler, katılımcılar, mekân sahibi kurumlar, bu kurumların yönetimleri, çalışanları ve diğer paydaşlarla son derece uyumlu bir çalışma sürecini geride bırakarak çok yönlü bir programı başarıyla hayata geçirdi. Bienalin direktörü Bige’yi ve ekibini kutlarım. Daha ziyade arşiv ve araştırmalara dayalı işlere yer veren, bağırmayan, insanı merkeze alan, dünyayı, evreni, doğayı ve insanı değişik yönleriyle sorgulamaya, anlamaya davet eden; sorular soran, sordurtan ve bunları üstten bakmadan, alçakgönüllü bir yaklaşımla yapmaya çalışan kapsamlı bir program sunuyor bize 17. İstanbul Bienali…
Ayşegül Sönmez: 17. İstanbul Bienali son tahlille bir önceki 16. İstanbul Bienali’nin ikinci sezonu gibi. 7. kıta tüm dehşetiyle büyümeyi sürdürüyor. Olgun meyve vermek istemeyen bir ağaç yerine biz Yeni Zelanda’dan Japonya’ya, Endonezya’daki takımadalardan Amazon ormanlarına pek çok ekolojik ve kültürel krize tanıklık ediyoruz. Pandemi gölgesinde gelişen ve kurgulanan Mardin Bienali’nin bu yılki teması olan Çimenin Vaadi’yle de akrabalığı var 17. İstanbul Bienali’nin. Bunu da çok doğal buluyorum.
Ali Akay: Plastik sanatlardaki bir ‘değişim ve dönüşüm denemesini’ daha iyi şartlarda yakalamış bir bienal olduğunun altını çizmeliyim. Öğrenme ve tartışma bienali olarak Orta Doğu (veya batı Asya) ve Uzak Asya’nın sosyal ve siyasal geçmişine dikkat çekerken, eko-feminizme ve Antroposen sonrası dünyamıza bakarak tehlikelerin siyasi boyutunu ortaya koymakta. Kadın hareketlerinin yanında hak aramaların ve adaletsizliklerin altını çizerek, belki de sanat dünyasının izleyicisinin dışına çıkarak yaygınlaştırmakta öğretiyi, tıpkı şehre yayılmış olduğu gibi. Yayınlar ise Kompost olarak ele alınan bir çizgiyi büyütüyor, bienali şairlere açıyor. Sanatın sadece plastik olarak durmadığını hatırlatıyor, hatta belki de o kadar büyüyor ki bu açılma, sanat arkada bile kalmaya başlayabiliyor.
Kumru Eren: Bienalin 17. edisyonu, alışılageldiği üzere bir temayı merkeze almayan, sunum imkanlarını şehrin çeperlerine dek zorlayan merkezsiz bir bienal. Bienalin bu ‘rizomik’ yayılımıyla birlikte, hiyerarşi kurgulamadan yaklaşık 500 projeyi dolaşıma ve izleyiciyle iletişime sokma çabasının öne çıktığı görünüyor. Pandemi sürecinde üretilmiş bir bienal olarak, tüm projelerin ve bienal ile birlikte yeni kullanılmaya başlanan mekanların, izleyicide bir ‘duygudaşlık’ hali yaratma çabasını anlamlı buldum. Kerteriz almayan bienalin bu duygudaşlık halini yaratmayı başardığını düşünüyorum. Diğer taraftan izleyicinin de bir duygudaşlık yapmaya ihtiyacı ve bu yönde gelişen bir beklenti de söz konusu.
Fisun Yalçınkaya: Sosyal politikalar, kolektiflik vurguları, bir araya gelişler ve ekolojiye odaklı bir bienal izliyoruz. Bu bienalin benim için en öne çıkan yönü yerel olanla kurmaya giriştiği bağ oldu. Kendi adıma İstanbul’da sanat üretiminin gözlemcisi olmanın ne anlama geldiği üzerine düşündüğüm bir dönemde böyle bir bienalle karşılaşmak, dünyanın çok farklı yerlerinden araştırmalara, karşılaşmalara kapı açan bir yapıyı izleyebilmek, yeniden nerede olduğumuzu ve nasıl düşünebileceğimizi sorgulamaya yol açtı.
Aktivist Sanatçıları Keşfetmeme Rağmen Çok Pasifim
- Bu yıl bienal sizde nasıl bir iz, etki bıraktı?
Özalp B.: Pera Müzesi başta olmak üzere 12 ilginç mekâna yayılan bienalin, şu ana kadar gezebildiğim sergilerinin ve etkinliklerinin bende oluşturduğu izlenim, küratörlerin söyledikleriyle sunduklarının birbirini tuttuğu şeklinde… Bienalde bizlere sunulan bu kompostun, dünyanın gün geçtikçe verimsizleşen ekosistemine İstanbul merkezinden yeni bir nefes getirmesini, sistemin canlanmasına yardımcı olmasını, bizleri daha donanımlı kılmasını, toplumsal düşünceye duyarlı hale getirmesini ve dünyayla temasımızı artırmasını diliyorum.
Ayşegül S.: Beni şöyle hissettirdi: Oturduğum yerden, belgesel kanalları arasında gidip geliyorum. Dünyanın pek çok ekolojik sorunu hakkında bilgi ediniyorum. Çok akıllı usluyum ve kesinlikle pasifim. Tam olarak sıkıntının da burada yattığını düşünüyorum. Çok takdir ettiğim tüm bu sosyal sorumluluk projesi ile sanat eseri arasında melez bir yerde tutunan iş yığını içinde çok takdir ettiğim aktivist sanatçıları keşfetmeme rağmen çok pasif hissettirdi bu bienal bana kendimi. Tanımadığım okyanus kıyısında bir adada ‘tek ada tek ekoloji’ diyerek krize giren balıkçılığa, kaybolan mercan resiflerine dikkat çekmek için bu bienalin bir sanatçısı bir günü Dünya Balıkçılar Günü ilan edebiliyor. Ancak ben ülkemdeki hemen hemen hiçbir ciddi ekolojik krize dair bir çığlığı aynı bienalde duyamıyor ve harekete geçemiyorum. Bugün dünyada çok tartışılan ve Türkiye’nin en büyük ekolojik krizlerinin başına örneğin HES’ler gelir. Türkiye’deki HES’lerkamu eliyle özelleştirilen tüm araziler bienalin çok ciddi konusu olan mülksüzleştirme yoluyla birikim elde etmenin bir numaralı örnekleridir. Bienalde pek çok iş ekstraktif kapitalizmden bahsederken HES’lere karşı örnek mücadelesiyle hepimize umut olan Leyla’yı (Yalçınkaya) görememek ya da bu mücadelelerin izlerini sürememekten ötürü diye düşünüyorum bu edilgenliğimin nedenini. Sadece o da değil Fırat Nehri’ni zehirleyen atıkları da onlara karşı çıkan köylüleri de göremiyoruz bu bienalde ama Amazon yerlileri İngaların kendi kadim kültürlerini temel alan alternatif üniversitelerini, bir ütopyayı nasıl gerçeğe dönüştürdüklerini görüyoruz. Ursula Bieman’in muhteşem işi. Ancak kadın bir şarkıcıya yapılan ev hapsinden LGBT’li bireylere yönelik devlet destekli baskı da bienalin küresel aktivist bayrakları arasında dalgalanamıyor. Bu ciddi bir eksiklik. Bir tür oto sansür. Hepimizi de ilgilendiriyor.
Ali A.: İlk olarak hissiyatım; İstanbul’a daha önce de bienaller şehre yayılmıştı. Bu sefer, sanırım ilk kez Asya kıtasına geçildi. Yakın ve uzak Asya üzerine ağırlık veren bir bienalin en azından Avrupa yakasından Kadıköy yakasına geçmesi ilginç bir ‘açılma’ ortaya koymakta, kanımca. Sembolik bir Asya dünyasına adım atma olarak okunabilir (gerçi yer altından gittiği için, metro ile artık vapur veya motorlarla karşıya geçmek yerine nerde olduğunuzu bilmeden birdenbire kendinizi Asya yakasında veya Avrupa yakasında bulabiliyorsunuz). Eskiden köprü öncesi nesiller için Boğaz’ı geçmek bir macerayken bugün bu macera ortadan kalkmış durumda. Meşhur sabah 8.15 vapurunda karşılaşan, Kadıköy’den Karaköy’e geçen, Karaköy’deki yabancı dille tedrisat yapan okullarda okuyan lise ve orta okul öğrenci flörtleri bugün artık yok! İkincisi ise salgın sonrası bir açılmanın yaşandığı bir mutluluk var tabii. Herkes sokaklarda maskesiz (bulaşıcılık devam etmekte olsa bile), eğlencenin tekrar yaşandığı bir dönemde bu bienali yaşamaktayız. Tadını çıkarmak lazım.
Kumru E.: ‘Kompost’, İstanbul’la örtüşen bir kavram. Kuzeyde Karadeniz kıyısı ve Kuzey Ormanları’nı zorlayan, güneyde Haliç ve Marmara çıkışında eski kentle şekillenen İstanbul, tüm tarihi boyunca coğrafi, sosyal ve demografik olarak yüzyıllardır kompost üreten bir kent. Son bienallere göre, bu bienalde İstanbul’un mırıltısını daha yüksek perdeden duyabilmek ve projelerin yer aldığı 50 lokasyonun hepsini görmek mümkün olmasa da projelerin bir atlas çalışmasını bütünlediğini görebilmek çarpıcı bir etki bıraktı.
Fisun Y.: Bienali nasıl bulduğumun yanıtı sanırım beni İstanbullu bir sanat izleyicisi, sanat alanında çalışan biri olarak nasıl bir pozisyon alacağımızı düşündürmesi bakımından uyarıcı, harekete geçirici bulduğum olur. Bienal heyecanını dOCUMENTA ve Manifesta ile kesişimleriyle, İzmir’deki Darağaç kolektifinin düşündürdükleriyle ve tüm bu eğilimin ilgi alanlarımıza nasıl yeni kapılar açabileceğini araştırdığımız bir dosyayla Sanat Dünyamız’ın eylül sayısında “Bir Arada Olmak” başlıklı bir zemine taşımayı amaçladık. Bu yılki bienali tek başına değil dünyadaki bu sanat olaylarıyla birlikte düşünmeyi anlamlı buluyorum.
Bienalde Öne Çıkan Eser ve Sanatçılar
Aklınızda kalan eserler/sanatçılar hangileri oldu, neleri mutlaka görmemizi tavsiye edersiniz?
Özalp B.: Lamia Joreige’nin Bir Dönüşümü Haritalandırmak, Diwas Raja ve NayanTara Gurung Kakshapati’nin küratörlüğünde hazırlanan Nepal odaklı Kadının Kamusal Hayatı başlıklı çalışmalar ve Angela Melitopoulos’un işleri başta olmak üzere, Pera Müzesi’ndeki arşiv çalışmalarını ve araştırma projelerini deneyimlemenizi hararetle öneririm. Merkez Rum Kız Lisesi ve Müze Gazhane gerek mekânlar gerekse konuk ettikleri araştırma projeleri bağlamında oldukça dikkat çekici… Bu arada, Crip Magazine’in 17. İstanbul Bienali iş birliğiyle hazırlanan sayısını göz ardı etmeyelim. Engellilikle ilgili düşünce ufkumuzu genişletecek, işlevsel ve anlamlı bir çalışma bu… Samimi söylemek gerekirse, bienalde yer alan 500’ü aşkın işi her işin hakkını vererek gezmemiz zor… Herkes, gezebildiği kadarıyla ve kendine göre bir şeyler alacak… Bienal, bittikten sonra da çok tartışılacak…
Ayşegül S.: Deniz delisi biri olarak bir grup mimar, araştırmacı ve mekân tasarımcısından oluşan INTERPRT sayesinde, deniz madenciliğinden etkilenecek deniz yataklarını görmekten çok etkilendim. İlk kez bir haritada deniz madencilik yapıldığında tahrip edilecek deniz canlıları habitatını gördüm. Sanatçı Ursula Biemann’ın Sesli Bilişsel Alan Devenir Universidad ortak projesinden çok etkilendim. Biemann 2018 yılından beri Amazonların And dağları bölgesinde yerli, Batılı olmayan bir eğitim sistemi, okul, üniversite yaratmak üzere Kolombiya’daki İnga halkıyla çalışıyor. İnga halkı temsilcilerinden Carlos, İngalılar olarak yaşamlarını Samai, neşe, tevazu ve saadet olarak aktarıyor. Oysa ona göre Batı düşüncesi bunun tam aksine yaşamı ekonomi üzerine kurguluyor. Hükümetle de bu yüzden anlaşamadıklarını ifade eden Ingalı, ilkokuldan doktoraya kadar ona dayatılan, ona ait olmayan şeyleri öğrenmek zorunda kalışını şöyle anlatıyor: “Bize ait olmayan şeyleri öğrenip yeniden üretiyoruz.” Bu yüzden Biemann’ın üniversitesi farklı bilgi sistemleri arasında diyalog talep ediyor. Sömürgeci kültürel rejimlere karşı bir direniş örgütlüyor. Angela Melitopoulos’un Ana Soyundan B -Yeryüzünü Kaplamak filmi sayesinde ise bu kez Avustralya kıtasındayız. Kuzeydeki Aborijin kültürlerinin toprak mücadelelerine tanıklığı da aynı şekilde beni etkiledi. Tüm bu mücadelelerde karşılıklı sanatı bir direnç aracı olarak görmek umut verici. Ancak Anadolu söz konusu olduğunda aynı çeşitliliği ve tavrı görememek de hayal kırıklığı, hele bienalin Türkiye tarafının yabancı basında görünen “Türkiye’de özgürlük yok o yüzden mantı yapmak bile aslında çok politik” tavrı bana etik olarak problemli geliyor.
Ali A.: İstanbul Bienali izleyicilerinin bilhassa Tarek Atoui’nin Fısıldayan Oyun Alanı (2021) adlı ses enstalasyonu çalışmasını kaçırmamalarını dilerim: Limanlardaki, tersanelerdeki ses kayıtlarından oluşan ve atölyeleri de olan bir eser. Diğer yandan bienalin olduğu her yerde okunacak ve öğrenilecek çok şey var. Takip etmek ve öğrenmek Türkiye’de yaşayanlar için çok önemli, kanımca. Doğayı, tarımı ve doğurganlığı nasıl mahvettiğimizi görmek lazım. Ve buna karşı çıkışları da. Bu anlamda, modernliği tekrar yakalamak olmasa bile, modernliğin bize vermiş olduğu ve bugün kaybettiğimiz medeniyeti tekrar kazanabilmek için bu bienale bakmak (nezaketi, karşılıklı tanımayı, davranışlardaki vahşeti, kadın ve erkek ilişkilerini yeniden düzenlemeyi başarmak ve ilişkilerimizi çoğaltıp, sınıfsal, etnik, dinsel olduğu kadar cins kimliklerini genişletmeyi düzeltmek vb.) bana önemli gibi gelmekte. Düşünmek için yeni bir fırsattır bu.
Fisun Y.: Özellikle bahsetmek istediğim eser yine kendi kişisel tarihimde yolumun kesiştiği Tümata grubuyla işbirliği yapan sanatçı Mariah Lookman. Bu işbirliği sonucu oluşan albümle kalıcı bir eser bırakmaya dair bir yanıt verdi sanırım. Bir diğeri ise Oda Projesi’nin Türkçe matbu edisyonlarına da ulaşılabilen AnneX adlı gazetesi oldu sanırım.