Sabo’nun eserleri hem tekinsizliği, hem güveni, hem de duyguların ikircikli durumlarını çağrıştıran sahneleri bir araya getirir. Bir yandan anıları ve paralel yaşamları anlatan, diğer yandan yoğun duygusal süreçler üzerine üretimler yapan Sabo, insanın hayata karşı zayıflığını, umudunu, mutluluğunu, yaşamak için çabasını nazik bir dille anlatır. Onun resimlerindeki figürler değişime ya da var oluşa karşı direnç göstermez. Sadece, an içinde var oldukları gibi ilerlerler. Bu figürler, aslında birer karakter gibi konumlanır. Figürlerin, birer karaktere dönüşmesi tesadüf değildir. Hepsinin kendine has bir öyküsü vardır. Bu öyküler zaman içinde sanatçının eserlerinde işlemek istediği temel konulara ve kavramlara dönüşür ve Sabo onları bir araya getirir. Karakterlerin öyküleri geçmişe, geleceğe ve şu ana yayılmıştır. Bazı karakterler şu an bizimle yaşarlar, bazıları ise geçmişten geleceğe doğru sürekli süzülür.
Sanatçının Versus Art Project’te Time Machine (Zaman Makinesi) adı altında gerçekleşen son sergisinde de Sabo’nun ürettiği karakterlerin zaman içinde ne durumlarda ve nasıl var olduklarını görüyoruz. Sanatçı sergide, zaman kavramını karakterlerinin varoluş durumlarına göre sorguluyor ve gözler önüne seriyor. Yaşamda bir arada duran, ayrılmayan, ikircikli durumlar yaratan, sezgilerle hareket eden, kendini baştan var eden bu başrol oyuncuları (figürler) farklı durumlarda karşımıza çıkıyor. Diğer yandan, sanatçının yarattığı figürler üzerinden kendi sürecine bakma isteğine tanıklık ediyoruz. Bu tanıklık, bir tesadüf değil, çünkü Sabo, sergiyi yaratıcılık pratiğini ortaya koyduğu eskiz defterlerinden ilham alarak ortaya çıkarmış. Eserler, önce sanatçının eskiz defterinde hayat bulmuş ve daha sonra tuvallere yansımışlar. Bu şekliyle oldukça kişisel bir alana rastlıyoruz. Sanatçının kişisel yaşantısının bir parçasını bakabiliyoruz. Sabo’nun bu defterleri birer günlük değil. Defterler aklına gelen, ilham aldığı imgeleri ve sahneleri belirli karakterlere atfederek kaynak olarak kullanılan bir araç. Sabo, serginin çıkış noktasından bahsederken, Time Machine serisi yakın zamanda yapmış olduğum eskiz defterinden ortaya çıktı. Amacım, bu defterler içerisinde, kendi üretim zamanım dahilinde ileri ve geri gidebilmekti diyor. Bu şekilde Sabo’nun bizlere kronolojik sırayla ortaya çıkmış bir hikâye anlatmadığını biliyoruz. Sanatçının önceden ve yakın zamanda ürettiği eserleri bir araya getirdiği bir seri ile karşı karşıyayız.
“Eserler, önce sanatçının eskiz defterinde hayat bulmuş ve daha sonra tuvallere yansımışlar. Bu şekliyle oldukça kişisel bir alana rastlıyoruz. Sanatçının kişisel yaşantısının bir parçasını bakabiliyoruz.”
Eskiz defterlerini kullanım biçimi Sabo’nun bir sanatçı olarak pratiğinin önemli bir alanında duruyor. Defterler ona zamanda ileri ve geri gitme şansı veriyor. Versus Art Project’te gerçekleşen ilk kişisel sergisini de hatırlamak mümkün… Paracetamol adlı sergisinde de defterlerinin ilhamını hissettiren sanatçı, Time Machine sergisinde de eskiz defterlerini sergiliyor. Hatta serginin bu şekilde ortaya çıktığından bahsediyor. Serginin ismini taşıyan ve sınırlı sayıda üretilen sanatçı kitabı da bu sürece ve sergiye eşlik ediyor. Defterlerinde seçmiş olduğu görsel ve metinleri tekrar ele alarak ortaya çıkarttığı bu sanatçı kitabı onun zaman makinesi niteliğinde. Zamanda geriye dönüp kendi işlerinin kopyasını yapma fikri ile ortaya çıkan ilk kitabını yaptıktan sonra defterlerin de kopyalarını yapma projesine evrilmiş ve sonuç olarak birbirlerinin aynısı olmaya çalışan toplamda altı adet el yapımı sanatçı kitapları ortaya çıkmış. Bu tür bir yaklaşım, sanatçının üretim ve yaratıcılık pratiğine de ışık tutuyor. Sabo, bir ressam olarak nasıl ürettiğini cesurca açıklıyor.
Gerçeğe geçiş
Defterlerdeki görsellerin gerçeğe dönüştüğü an ise bu görsellerin resim olarak ortaya çıkması. Sergide gördüğümüz Time Machine adlı eser defterdeki görsellerden evrilerek gerçeğe dönen resimler arasında. Aslında, zamanla her şeyin değiştiği ve aynı kalmadığı ama yine de özünde bir yerlerde aynı duyguyu verdiğine dair bir tür gösterge niteliğinde… Sabo, Time Machine adlı eserinde kontrolleri biten bir zaman makinesinin başında iki figür resmediyor ve bu makine artık zaman yolculuğuna çıkmaya hazır…
“Serginin ismini taşıyan ve sınırlı sayıda üretilen sanatçı kitabı da bu sürece ve sergiye eşlik ediyor. Defterlerinde seçmiş olduğu görsel ve metinleri tekrar ele alarak ortaya çıkarttığı bu sanatçı kitabı onun zaman makinesi niteliğinde.”
Sanatçı her ne kadar kurmaca hikâyelerden beslense de, kendi anılarını da zaman kavramı içinde yansıtmayı seviyor. Sergide gördüğümüz kumaş eser, hem serginin son eseri niteliğinde okunabilir, hem de sanatçının kendi yaşantısının haritası niteliğinde değerlendirebilir. ‘‘Son birkaç yıldır üretimlerini yaptığı atölyesinden taşınırken atölyedeki perdeyi kullanarak ürettiğim bu eser bir tür harita,’’ diyor. Bu eser onun anılarının ve geçen zamanın haritası olarak çıkıyor karşımıza ve taşınılan stüdyonun ardından sanatçının yaşamında neler değiştiğine dair yorumları izleyiciye bırakıyor.
Sabo, bu şekilde izleyiciye zaman içinde hareket etmek ve durmak üzerine bir tür hikâye anlatımının yolunu açıyor. Kendine dair tecrübeleri ele alırken, başka karakterleri de hikâyesine ekliyor. Örneğin, “Be Back in 10 Min.” adlı eser serisinde farklı kişilerin üzüntülerini, mutluluklarını, isyanlarını, hırslarını ve başarılarını nasıl ifade ettiklerini anlatıyor. Bu figürler karşımıza yumruk kaldırma jestiyle çıkartıyor. Figürler oldukları yerde dururken yumruk kaldırarak hem zaman içinde durağan kalma olgusunu, hem de duygusal olarak durmayan ve sürekli devinim halinde olan bir dünyaya gönderme yapıyor. Her ne kadar yerimizde bir dağ gibi dursak da, duygularımızın gerçekliği bizi her an hareket etme isteğiyle dolduruyor. İnsan her ne kadar zamana karşı durmaya çalışsa da, trajedi, ölümler ve yolculuklar peşini bırakmıyor. Hayat aslında böyle bir şey der gibi… Aslında, yaşam, bilinmez ve tahmin edilemeyen bir şeydir ve onu zaman içinde ilginç kılan da budur.
Gemiyi Asla Terk Edemeyenlere Dair…
Sabo’nun Time Machine sergisinde kullandığı başka bir öykü (ya da paralel yaşam anlatımı) ise “Don’t Give Up the Ship” serisi. Bu serideki karakterler gemiyi terk etmeyen ve ne olursa olsun sürekli orada var olan karakterler. Burada sanatçı bir tür metafora da imza atıyor. Her ne olursa olsun zaman içinde yolumuzu hiç bırakmadan ve yılmadan devam edebilir miyiz? Ya da paralel bir evrende, farklı bir alanda biz, yine biz olarak aynı seçimleri yapar mıydık? gibi sorularla karşımıza çıkıyor. Sanatçının aynı zamanda eser için kullandığı farklı hikâyeler de var. Örneğin Don’t Give Up the Ship serisinde gerçekten de gemisini asla terk etmeyen denizciler var. Bu denizcilerin vücutları dövmeyle dolu. Aslında bu karakterlerin resme yansımasının Sabo’nun eski zamanlara dair denizcilerle ilgili duyduğu ve bildiği hikâyeler. ‘‘Eskiden denizciler şehre geldiklerinde dövmelerini saklamak için giyinirlermiş, çünkü denizci olmak eski zamanlarda çok itibar gören bir meslek değilmiş. Denizcilerin toplumda dövmeleri yüzünden utanç duydukları biliniyor,’’ diyor Sabo. Bu yüzden, bu seri, denizcilerin vücudundaki dövmelere bir övgü niteliğinde. Burada hepimizin aklına ister istemez Martin Eden geliyor. Jack London’ın efsanevi öyküsünde, Eden aslında kaba ve eğitimsiz bir denizcidir ve eğitimli bir yazar olmak için çaba sarf eder. Bunu da sevdiği kız için yapar. Her ne kadar kitap yazarak başarıyı yakalasa da kitabın sonunda Martin Eden’in vazgeçtiğini görürüz ve sonunda aslında hiç terk etmediği gemide kendini denizin sonsuz dalgalarına doğru bırakır. Eden, takdir gören bir yazar olsa da, başarıyı yakalasa da metaforik olarak da gemiyi asla terk etmez. Burada Sabo’nun yumrukları havada olan karakterlerine de geri dönüp bakabiliriz. Sabo bizlere aslında aynı tür karakterlerin hikâyesini anlatıyor olabilir mi?
“Her ne olursa olsun zaman içinde yolumuzu hiç bırakmadan ve yılmadan devam edebilir miyiz? Ya da paralel bir evrende, farklı bir alanda biz, yine biz olarak aynı seçimleri yapar mıydık? gibi sorularla karşımıza çıkıyor.”
Vazgeçmeyen ve yaşantısının dışına çıkmayan karakterlerin yanında “It sucks to be you” serisi dikkat çekiyor. Nedeni ise, bu resimlerin aslında sanatçının zamanın içinde kendine dair hareketlerini ve seçimlerini ele alan eserler olması. Kendi yetersizlik hissiyle karşılaşan Sabo içsel bir döngüyü de gözler önüne seriyor. Nedir yetersizlik ve nasıl atılır içimizden? Sadece ruhumuza mı aittir yoksa bedenimizle de ilgili midir sorularını sordurtuyor.
Sabo’nun bir sanatçı ve gerçek bir metafor yaratıcısı olarak ortaya koyduğu yaklaşım ise sergideki eserlerin sonuna geldikçe ‘her şeyin evrildiği ve değiştiği’ üzerine yoğunlaşıyor. Sanki zamanın içinde bizler bazen durduğumuzu düşünsek de her şey hareket etmeye devam ediyor. Bu yolculuğu ‘Boşuna Gitti’ serisiyle anlatmaya devam ediyor Sabo, ve bu serinin biraz da üzerinde yaşadığımız dünyaya verdiğimiz tahribata bağlıyor. Her ne kadar hayat olan oldu ve geçmişi değiştirmek imkânsızdır gibi bakış açıları üzerinden ilerlese de hâlâ bir şeylerin değişebileceğini, çünkü evrimin devam ettiğine inanıyor. Tam bu noktada kuantum alanına bir gönderme yapıyor olabilir. Bugünü değiştirerek, geleceği ve geçmişi değiştirmek mümkün müdür sorusunu ortaya çıkartıyor bu eserler…
” Sabo’nun bir sanatçı ve gerçek bir metafor yaratıcısı olarak ortaya koyduğu yaklaşım ise sergideki eserlerin sonuna geldikçe ‘her şeyin evrildiği ve değiştiği’ üzerine yoğunlaşıyor… “
Sanatçı, tüm sergi boyunca, eserler sayesinde zamanı bir geri, bir ileri ama en çok da şu an ve var olduğumuz anda sorgulayan bizlere bir tür yolculuk sunuyor. Metaforlar, sorgulamalar, hayatın içinde olup biten olaylar, duyguların kırılganlığı, düşüncelerin gelir geçerliği, psişenin uzak ve karanlık noktalarına inip geri yüzeye çıkabilmek gibi yaklaşımlarla karşılaşıyoruz. Sabo’nun karakterlerin bazen ruhlara kılavuzluk eden (psikopomp) gibi karşımıza çıktığını söyleyebiliriz. Bizlere kendi öykülerimizdeki duygularımızı ve kaçamadığımız, bırakıp gidemediğimiz öykülerimizi yaşarken yol gösteriyorlar. Diğer yandan, her ne kadar sıradanlık içinde yaşadığımız hayatlarımızdan çıkamasak da daha derin ve daha ilahi bir yanımızın olduğunu hatırlatıyor bizlere…
Bu karakterleri keşfetmeye çalışırken kendi içimize döndükçe, kendimizi zamanın içinde salınıp duran bir yaprak gibi görüyoruz. Zamanı her ne kadar geriye ve ileriye akan bir olgu gibi düşündüğümüzü fark ediyoruz. Oysa ki, belki de, zaman hep bir parçamızı ve yaşadığımız anları içine alarak ilerleyen bütünselden başka bir şey değil… Ve, belki de bizler zamanın içinde salınan bir yapraktan çok ötesiyiz…