Yüksel Arslan ve Erinç Seymen’in eserlerinden oluşan Gökyüzü Başımızın Üstüne Düşebilir sergisinin merkezinde nasıl düşünceler yatıyor? Kimin fikriydi, nasıl hayat buldu?
Uzun zamandır küratöryal bir yöntem olarak duo (ikili/düet) sergiler üzerine çalışıyorum. Bu tür bir model, öncelikle sanatçıların kendi pratiklerine başka bir sanatçının gözünden bakabilmelerine alan açıyor. Kimi zaman iki sanatçıyı bir araya getiriyor ve ortak üretimler gerçekleştirmeleri üzerine bir bağlam ortaya koyuyor kimi zaman da farklı sanatçıların ürettiği yapıtlar arasındaki ilişkileri ortaya çıkaracak şekilde bir kurgu yaratmaya çalışıyorum. Geçtiğimiz yıl mayıs ayında yine Nâzım Hikmet Kültürevi’nde açılan Böyle Rüyadaymış Gibi başlığındaki sergi de bu yöntemle ortaya çıkmıştı.
Gökyüzü Başımızın Üstüne Düşebilir sergisinin merkezinde de bu düşünce ve yöntem yatıyor. Ancak bu kez sanatçılar arasında formsal/biçimsel yakınlıkların ötesinde düşünsel/kavramsal bağlamda karşılaşma yaratıyor ama bu kez rüyalar değil kabuslarla ilişki kuruyor.
Gökyüzü Başımızın Üstüne Düşebilir ismi içinde sergi nelerin altını çiziyor?
Sergi, başlığını Yüksel Arslan’ın ilk gençlik yıllarında sürekli tekrar eden bir rüyasından alıyor. Yüksel Arslan, Defterler/Cahiers de Travail 1965-1994’de güzel bir duyguyla başlayan rüyasında önce gökte parlak yıldızlara baktığını söylüyor. Sonrasında ise o yıldızlar tonlarca ağırlıkta ve alevler içindeki dev kaya parçaları halinde üstüne doğru düşmeye başlıyor. Ve sanatçı her seferinde aynı kabustan çığlıklarla uyandığını yazıyor. Yüksel Arslan ve Erinç Seymen’in üretimleri de izleyiciyi, insanlığın yarattığı sahte ve yozlaşmış bir evrenden gerçek dünyaya giden uzun ve şiddetli bir yolun girişini bulabilmeleri için sarsan bir yapıda ortaya çıkıyor. Serginin başlığı hem Arslan’ın hem de Seymen’in fantastik imgelem gücüne de referans veriyor. Tıpkı derin bir uyku ve düş halini kesintiye uğratmak ya da gerçeklikle-rüya arasında gidip gelmek gibi…
Sergideki eserleri seçerken nasıl bir yaklaşım gösterdiniz? Hangi kaynaklardan beslendiniz?
Yüksel Arslan çok özel bir sanatçı. Yaratım sürecini entelektüel bir uğraş olarak tanımlayan, resim yapmayı fikirlerin ifadesinde bir araç olarak gören, sanat tarihinde herhangi bir geleneğe ve ekole bağlanamayacak kadar özgün bir sanatçı. İlk gençlik yıllarım ve öğrencilik dönemimden itibaren hayranlık duyduğum, dolayısıyla sergileri, yazıları, kitapları dışında onunla yapılmış söyleşileri, üzerine yazılmış metinleri okuduğum uzun yıllara yayılan bir temas söz konusu.
Erinç Seymen ise neredeyse yirmi yıla yaklaşan tanışıklık ve dostluğumuzun dışında yıllar içinde gerçekleşen sergilerde küratör-sanatçı ilişkimiz hep sürdü. Onunla çalışmak, düşünmek inanılmaz aydınlatıcı… Bu sergi için de birlikte Öner Kocabeyoğlu Koleksiyonu’ndaki Yüksel Arslan eserlerini inceledik, sonrasında seçtiğimiz eserlerle anlamlı bir diyaloğu kolayca yakalayan üretimlerini teşhis ederek sergiyi aramızda olgunlaştırdık. Bu aşamada Galeri Zilberman ve Moiz Zilberman’ın samimi desteği benim için çok kolaylaştırıcı oldu.
Serginin kavramsal çerçevesi ve küratöryel kurgusuyla ilgili neler söylersiniz? Yüksel Arslan ile Erinç Seymen’in sanata bakışı ve duruşunda nasıl ortaklıklar görüyorsunuz? Farklı kuşaklardan iki sanatçının işleri bir arada nasıl sergilenecek?
Duo sergilerin etkisini önemsiyorum. Bu türden bir küratöryal kurgu ile iki sanatçının pratikleri arasındaki kesişmeleri, karşılaşmaları, zıtlıkları ya da aynı minvali paylaşma hallerini ortaya çıkarmayı ve bunun sonuçlarını geliştirici buluyorum. Bu anlamda Yüksel Arslan ve Erinç Seymen’in sanat pratikleri arasında hem düşünsel ve kavramsal hem de duygu ve atmosfer olarak güçlü yakınlıklar olduğunu düşünüyorum. Bu bağları izleyicilerin de kolayca yakalayacağına eminim.
Artaud, Rimbaud, Baudelaire, Sade, Lautréamont, Bataille, Kafka, Michaux, Nietzsche okumaları yaratı sürecinin önemli bir parçası olan Yüksel Arslan şiiri aklın büyük serüveni ve bilgiye açılan kapı olarak tanımlıyor. Erinç Seymen de aynı “Lanetlenmiş düşünür ve şairler”den besleniyor. Arslan’ın başka bir dünyadan çıkagelmiş gibi görünen, hayal ile gerçek arasında köprü kuran grotesk varlıkları gibi Seymen’in alegorik ve fantazmatik imgeleri birbirleriyle adeta akraba gibi. Bu iki sanatçının yaratıcı evreni, izleyiciyi bu dünyaya yabancılaştıran, trajedi ve mizah, dişil ve eril, gerçeklik ve sanrı gibi karşıt görünen kavramların tuhaf karışımı ile tedirgin edici bir atmosferi paylaşıyor. Hem Arslan hem de Seymen bedenlere, hayvanlara, yaratıklara, nesnelere bir bakıma doğaüstü ve gizemli bir dünya yaratıyor. Arslan ve Seymen, insan arzusunun ve bu arzunun muazzam mekanizmalarının şiddetine, insanın faniliği/kırılganlığına, normatif/kültürel/ toplumsal olarak üretilmiş koordinatlar ve kurguları yapı bozuma uğratarak işaret ediyorlar. İki sanatçı da uygarlığın, modernist ilerlemeciliğin ve hegemonik erilliğin gösterenlerini şiddet, tekinsizlik, erotizm, tiksinti, ifşa, sabotaj, ikirciklik ve sahiplenme gibi stratejilerle tersyüz ediyorlar. Sanatçılar yapıtlarında, aile, aidiyet, sınıf, mülkiyet, cinsiyet/ cinselliğin ideolojik işlevlerine, ortak menfaatler etrafında kümelenmiş yapılara, imtiyaz olgusu ve hâkimiyet/ egemenlik mefhumlarına dair üretilen mitleri bozarak sahneliyorlar.
Bugünün çağdaş sanatçısı ile artık aramızda olmayan bir sanatçının bir sergide bir araya gelmesi, buluşması, bugüne ve sergiye dair neler söylüyor?
Küratörlüğün en önemli işlevlerinden birinin tarihsel anlamda sanata dair “bilgi”nin sergiler aracılığıyla üretilmesi ve paylaşılması olduğunun altını sıklıkla çiziyorum. Bu anlamda, “Gökyüzü Başımızın Üstüne Düşebilir” sergisi iki sanatçının yaratım süreçlerindeki benzerliklerin, farklılıkların ve kesişmelerin izini sürerek sanatçıların zamanın ruhunu yansıtma biçimlerinin ve dünyaya bıraktıkları mesajların sürekliliğine işaret etmeyi amaçlıyor. Bu ikili karşılaşmaların yarattığı çarpışmaların potansiyelini önemsiyor ve paylaşmaya çalışıyorum. Bu sergi de sanatın insanı sarsarak yine insanın açmazlarını ifşa etme arayışına iki farklı kuşak sanatçının üretimleri üzerinden bakmaya niyetleniyor. Maurice Blanchot’un “Nietzsche ve Parçalı Yazı” makalesinde dediği gibi “Bir yalnızdır, hakikat ikide başlar”.