Çoğumuz bir konservenin içine sıkışmış kadar dar alanlarda yaşıyoruz. Hepimiz alt alta, üst üste şehirlerdeyiz. Kırsal bölgeler yani kentler tarafından işgal edilmemiş alanlarsa dünyanın %98’ini oluşturuyor! Dünya nüfusunun %50’si ise şehirlerde yaşıyor. Koskocaman bir gezegeni kullanma şeklimiz bu! Kırsal bölgelere romantik bir özlemle ve uzaktan bakmak yerine, oradaki gerçeklik üzerinden pek çok şeyi anlamaya ihtiyacımız var. Countryside, The Future sergisi, Rem Koolhaas ve 1998’de OMA bünyesinde çeşitli araştırma ve düşünce üretim çalışmaları gerçekleştirmek üzere kurulan AMO’nun direktörü Samir Bantal’ın gözünden meseleyi ortaya koyuyor.
Şubat’ta New York Guggenheim Müzesi’nde açılıp pandemi yüzünden kapanan Countryside, The Future sergisi gerçekten son yılların en ufuk açıcı en katda değer sergilerinden biri.
Sergi, Rem Koolhaas’ın son on yılını adadığı bir mesele üzerine kurulmuş.
Taschen yayınlarından çıkan Countryside, A Report adlı kitap sergiye eşlik ediyor.
Hızla ilerleyen teknolojik gelişmelerin, küresel ısınmanın ve göç hareketlerinin etkisinde kırsal alanın nasıl bir dönüşüme uğradığını gözler önüne seriyor bu sergi.
Japonya’dan Uganda’ya, Hollanda’dan Siberya’ya uzun süredir görmezden geldiğimiz kırsal alanlar geleceğimizi radikal şekilde değiştirme potansiyeline sahip. “Dünya nüfusunun %50’sinden fazlasının şehirlerde yaşıyor olması kırsal alana iyice sırtımızı dönmemize sebep oldu. Son yıllarda kırsal alanlarda yaşanan inanılmaz dönüşüme tanıklık ediyorum. Bu sergi kırsal alanda yaşanan dönüşümün hiç anlatılmamış hikayesini gözler önüne seriyor, “diyen Koolhaas son yılların en önemli sergisine kafa yormuş desek abartmış olmayız.
Guggenheim Müzesi’ndeki sergi, 20 Şubat tarihinde açıldı. Açılıştan bir süre sonra hepimizi etkisi altına alan korona salgını nedeniyle kapandı. Samir Bantal’ın verdiği bilgiye göre serginin Haziran ayında yeniden ziyarete açılması umuluyor ve sergi takviminin uzatılarak, yılın sonuna kadar açık kalması öngörülüyor.
Countryside, The Future sergisi kısaca ve toplu olarak “kırsal” şeklinde isimlendirilen alanda meydana gelen radikal değişimler üzerine yapılan araştırmaya dayanıyor. Samir Bantal’ın önerisi, bunu kent veya kentsel gelişim üzerine bir eleştiriden ziyade, kırsalla ilgili farklı ve çarpıcı bir okuma olarak değerlendirmekten yana. Yıllardır farklı kıtalarda ve pek çok kentte hayli iddialı mimari projelere imza atan Rem Koolhaas’ın bu içerik ve kapsamda bir araştırma ve sergi projesi ortaya çıkarması da tam olarak bu yaklaşımın bir yansıması gibi görünüyor.
Salgının hepimizi evlerden çalışmaya zorunlu kıldığı günlerden birinde, İstanbul-Amsterdam arası canlı bağlantı kurarak, Samir Bantal ile konuştuk.
%98’LİK ALANDA YAŞAYAN YOK
Sergi fikri nasıl ortaya çıktı?
2007 yılında ortaya konulan bir istatistik kentlerde yaşayan insan sayısının, kırsal nüfusun önüne geçtiğini söylüyordu. Serginin dayanağı olan araştırma ve fikir bu bilgiden çıktı. Sanıyorum dünya tarihinde ilk kez karşı karşıya olduğumuz ve elbette mimarlar da dahil olmak üzere herkesin yalnızca kentleşmeye odaklanması sonucunda şekillenen ve beklenen bir durumdu. Sergide, kentlere yönelik geliştirilen teoriler anlamında ortaya konulan çaba ile, kırsal bölgelere yönelik yapılan fikir üretiminin eksikliğini aynı düzlemde göstermek istedik. Bunun mimarlık için ne anlama geldiğini tartışmak üzere 2010’un başlarından itibaren, çeşitli dersler, konuşmalar, stüdyolar kapsamında bir takım girişimler oldu. Ardından, 2015 yılında tanıştığımız Guggenheim Vakfı’nda Mimari ve Digital Girişimler küratörü Troy Conrad Therrien bize bu konudaki araştırmamızı Guggenheim’da sergilemeyi teklif etti. Bu bizim için de ilgi çekici bir öneriydi, çünkü biz bu istatistiği sunduktan sonra, bir yandan da her zamanki işlerimizi, yani dünyadanın %2’lik bölümünü kapsayan kentsel bölgedeki çalışmalarımızı sürdürüyorduk.
EĞLENCE VE KONFOR: KENT
Kentler, eğlencenin gittikçe daha fazla hakimiyet kazandığı, güvenlik, konfor ve sürdürülebilirliğin yeni dogmalar olduğu yerler haline geliyordu. Geri kalan %98’lik kırsal bölgeler, yiyeceğimizin, enerjimizin üretildiği alanlar olmaya devam ederken, bir yandan da çok büyük bir dönüşüm geçiriyordu. Biz de görmezden geldiğimiz bu alanın, özellikle de mimarlar tarafında daha fazla ciddiye alınması gerektiği öne sürdük. Öncelikle denklemi tamamlamak için…Çünkü, insanlar bir yerden başka bir yere hareket ettiğinde, gidilen yerle ilgili çalışmalar yürütülüyor, ancak geride bırakılan yerle ilgili de bu çalışmaları sürdürmek gerekiyor.
PEKİ KIRSAL NEDİR?
Bu anlamda gördük ki, kentin ayakta kalmasına hizmet eden en radikal dönüşüm kırsalda gerçekleşiyordu ve dolayısıyla daha fazla görmezden gelinmemeliydi. Biz de Harvard, Tokyo ve Nairobi üniversiteleri gibi kurumlarla işbirliği içinde, kırsal olarak adlandırdığımız bölgeyi daha iyi anlamak için yaklaşık beş yıl süren bir araştırma başlattık. “Kırsal” elbette çok zor bir tanım çünkü pek çok şeyi içerdiği için kapsama alanı kente göre bir hayli geniş. Diğer yandan –örneğin tarım arazisi gibi- bir kategori kısıtlaması yapmaktan özellikle kaçındık. Meselenin özünü net olarak %2’lik kentsel, %98’lik kentsel olmayan alan olarak tarif ettik ve bu tanımlama üzerinden ilerledik.
Kendi sorumluluğumuzu, bir terim olarak dahi görmezden geldiğimiz bu parçanın ne olduğunu daha iyi anlamaya çalışmak olarak gördük. Bizler kent ve kentsel planlamayla çok fazla meşgul olduk ve nüfusun azaldığı alanlarla pek de ilgilenmedik. Bu noktada odağımızı değiştirmek için bunun araştırmaya değer bir mesele olduğunu düşündük.
YİYECEK VE ENERJİ
Serginin hedeflerinden biri belirttiğin gibi, kırsal alanı gündemimize yeniden almak. Peki sence bu alanı daha fazla araştırmak neden önemli?
Modern toplumların kırsal alanda olup bitene gittikçe daha fazla bağlı olduğunun farkındaysanız, bu alanı görmezden gelmenin imkansız olduğunu görürsünüz. Örneğin sosyal sistemimiz internete bağlı ve internet şehir dışındaki veri merkezlerinde barındırılıyor. Bazı durumlarda büyük işletmelerin merkezleri dahi şehir dışında konumlanıyor. Tüm bunlar bize o bölgelerle tek bağımızın oradan gelen yiyecek üzerinden olmadığını gösteriyor. Enerji de oradan geliyor. Dolayısıyla plansız işleyen bir sürece terk edilemezler. Internetin arka planında işleyen tüm bu veri merkezlerinin vahşi ve doğal ortamda birer kutu halinde durduğu bu bölgelere bakarsanız, buralarda bir planlamanın söz konusu olmadığını görürsünüz. Bu sürece dahil olan bir plancı veya mimar yok ortada. Bu elbette biz mimarların işin içinde olup bu mekanları tasarlaması gerektiği anlamına gelmemeli. Ancak ölçeği ve önemi itibariyle, bu tartışmanın bir parçası olma noktasında sorumluluğumuz olduğunu düşünüyoruz. Tam da bu sebeple bu değişimi gözlemlemenin, buna dahil olma olasılığına bakmanın ve bu tartışmanın bir tarafında yer almanın bizim sorumluluğumuz olduğunu hissediyoruz.
AKILLI VE SAVUNMASIZ
Şu anda hepimizin bireysel, toplumsal ve küresel boyutta salgınla mücadele ettiği günler yaşıyoruz. Serginin temelindeki bu fikir ve araştırmanın bugünlerde daha fazla anlam kazandığını söyleyebilir miyiz?
Bununla ilgili iki gözlem ortaya koyabilirim. Öncelikle korona salgını bize çok önemli şeyler gösterdi. “Akıllı” hayatlarımızın ne kadar savunmasız olduğunu gördük. “Akıllı” şehirlerde yaşıyoruz, “akıllı” telefonlarımız var ve etrafımızdaki her şey bu anlamda “akıllı”. Bu “akıllı” ekonomiyle fazlasıyla iç içeyiz. Bu anlamda hükümetlerin bile artık ortada olmadığı bir yaklaşım özellikle Batı dünyasında artış göstermişti. Örneğin bazı ülkelerde sağlık hizmetleri tamamen dış kaynakla temin ediliyordu. Ancak bu durum bugün yaşadığımız sorunla başa çıkamamamıza yol açtı ve hemen piyasanın hükümetler tarafından yeniden inşa edilmesi beklendi. Buradan bakınca önceki finansal krizler bize hiçbir şey öğretmemiş gibi görünüyor ve tüm bunlar her şeyini piyasa kaynaklı ekonomiden temin eden bizlerin ve modern toplumumuzun halen ne kadar savunmasız olduğunu açığa çıkarıyor. Bu enteresan bir gözlem bana göre. Gelecekte çok daha fazla insanın kentlerde yaşaması beklendiğine ve dolayısıyla daha fazla insan bu piyasa odaklı ekonomiye bağımlı olacağına göre, bu durum gelecekte daha sorunlu hale gelecek.
DOĞAYLA BAĞIMIZ KOPTU
Bunun yanı sıra, günümüzde doğayla ilişki kuracak bir arayüz bulma konusundaki yetersizliğimiz de koronanın bize gösterdikleri ile ilgili ortaya koyabileceğim ikinci gözlem. Doğayla bağımız koptu. Kent-doğa arasındaki sınırlarla nasıl başa çıkılacağını bilmiyoruz. Kırsal alandan ayrılmış olmamız, doğaya dair ortak bilgiden de uzak olduğumuz anlamına geliyor. Bu da beraberinde, doğayı nasıl koruyacağımız sorusunu getiriyor. Bu yalnızca iklim değişikliğine bir tepki anlamında değil, aynı zamanda ortaya çıkan talebe bir tepki olarak da önemli bir soru. Bu doğrultuda geliştirilen veya en azından üzerinde çalışılan farklı modeller var ve bunlar daha fazlasını keşfetmek anlamında değerli. Örneğin bu modellerden biri, doğayı yani insan yaşamını korumanın yegane yolunun, dünyanın / yeryüzünün en azından yarısını doğa için muhafaza etmek olduğunu iddia ediyor. Bir diğer model, dünya ile ilişkimizi, daha ilkel uygulamalar üzerinden öğrenme yoluyla yeniden tanımlayıp, modern yaşamın doğa ile nasıl bir arada olabileceğini bulmak üzerine kurulu. Bunların hepsi bana göre içinde bulunduğumuz korona salgını üzerinden düşünebileceğimiz önemli gözlemler.
ALTI ADET RAMPA
Projelere ve anlatıma gelirsek, izleyicileri sergide ne bekliyor?
Guggenheim Müzesi zeminden yukarıya doğru kesintisiz bir spiral şeklinde yükselen altı rampadan meydana geliyor. Her bir rampa, kırsal bölge ile ilgili tarihsel, güncel veya geleceğe dair spekülatif bir anlatımdan oluşuyor.
Zemin katta Roma dönemindeki eski villaları dönüştürerek sunduğumuz bir görsel koleksiyonu var.
Müzenin dışında, 5th Avenue girişinde endüstriyel tarımda kullanılan kocaman traktör duruyor. Bu yerleştirmeyle, makinanın gerçek ölçeğini ve karmaşıklığını göstermiş oluyoruz. Sonuçta traktör hayli sofistike ve yüksek teknolojiye sahip bir cihaz.
SEBZELER YETİŞİYOR
Konteynır görünümünde, büyük, beyaz bir kutuysa salatalık gibi küçük boyutta sebzeleri, doğal koşullardan tamamen uzak bir şekilde yetiştirmek için kullanılıyor. Yani ideal koşullarda sebzeleri yetiştirebildiğiniz tamamen yapay kontrollü bir ortam söz konusu. Bunun arkasında, üreticilerin yeni organiğin ne olduğuna dair söylemi var. Yeni organik olarak tarif edilen şey, en iyi yiyeceği elde etmek üzerine kurulu, tamamen kontrol edilen, bir hayli yapay ve teknolojik bir süreci kapsıyor. Bu da bizim için ele almak üzere enteresan bir kavram.
RAMPALAR VE BÖLÜMLER
Müzeden içeri girdiğinizde, ilk rampada yer alan iş Rem’in, kendi anlatımıyla fiziki olarak büyüyen ancak nüfusu gittikçe azalan İsviçre’deki bir köyü konu alıyor.
Bunun dışında “Political Redesign” “Experimentations”, “Preservations and Nature”, “Cartesian” adlı bölümler var.
“Political Redesign / Yeniden Tasarımın Politikası” ibaresi ne anlama geliyor?
Tarihte nüfusun büyük çoğunluğu kırsal alanda yaşıyordu ve dolayısıyla politik güç de o taraftaydı. Dolayısıyla tümüyle üretim ve tarıma dayalı meseleler politik gündemin önemli bir parçasıydı. İnsanlar kentlere gitmeye başlayınca, siyasi güç de o yöne doğru kaydı. Bunun sonucu olarak da kırsal alanda kalan insanlar siyasi güçlerini kaybettiler.
LİDERLER VE KIRSAL
Tarih boyunca bazı siyasi liderlerin nasıl kırsalı, modernizasyonun veya değişimin antik bir formu olarak seçtikleri üzerinden bir anlatım var.
Burada gezegenin bu kadar geniş bir alanının, politik sebeplerle nasıl yeniden şekillenmek durumunda kaldığını çeşitli bölümlerle anlatıyoruz.
GÖZLER AFRİKA’DA
Bu bölümlerden biri 1920’ler, 30’larda Avrupa’nın, Asya ve Amerika ile rekabet için Afrika ile işbirliğine girilmesi gerektiğine dair geliştirdiği düşünceye dayanıyor. Bu düşüncenin arkasında, Avrupa nüfusunun var olabilmesi ve bir geleceğe sahip olması için, yalnızca kendisine güvenemeyeceği, yeterli alan ve kaynak olmadığı, dolayısıyla hayatta kalmak için yapılması gereken yegane şeyin Afrika ile birleşmek olduğu yatıyor. Bu doğrultuda yeni bir Akdeniz gölü üzerinde demiryollarının, köprülerin, enerji santralinin inşa edildiği bir şehir mühendisliği planı bile yapılmış.
NE KENT, NE KIRSAL
Bu başlıktaki diğer bir bölümde, kentin de kırsal alanın da yaşamak için ideal yerler olmadığını savunan bir teoriye yer veriliyor. Bu teori, yaklaşık iki bin kişilik komünal yapılar öneriyor. Bu yapıda, kişi sayısı iki bini geçtiğinde, mevcutun uzağında başka bir komün kurulması gerekiyor.
STALİN VE BENZERLERİ
Bunun yanında Stalin, Kruşçev, Brejnev gibi, nehirleri tersine çevirerek, yapay kemerler yaparak, iklim değişimi ile savaşmak ve mümkün olmayan arazilerde dahi tarım faaliyeti gerçekleştirmek üzere doğayı ve araziyi kelimenin tam anlamıyla yeniden tasarlamaya çalışan liderlere de yer veriyoruz. Bunun benzeri bir şekilde Amerika’da da yapılmaya çalışıldı ve sonuçta bu düşüncelerin hiçbiri hayata geçemedi. Çin ve Katar’da tarım endüstrisi için yapılanlar da bu zihniyetin bir parçası.
MANHATTAN BAĞLAMI
Guggenheim Müzesi ikonik kent mimarisi anlamında referans olabilecek yapılardan biri olarak kabul edilebilir. Bu bağlamda serginin burada olmasının içeriği ve bağlamı daha ilgi çekici bir hale getirdiğini düşünüyor musun?
Burada bağlamı Manhattan olarak almak gerekiyor. Manhattan adeta modern şehrin arketipi. Örneğin, Central Park’ın tarihine bakarsanız buranın bir zamanlar topraklarından kovulan insanların yaşadığı bir alan olduğunu düşünmek zor. Dolayısıyla bu bağlamın zıttı olarak kırsal bölgeyle ilgili bir sergiyi burada yapmanın çok enteresan olacağını düşündük, evet.
GÖRMEZDEN GELMEYE SON
Internet sitenizde sergiyle ilgili yer alan metinde, “serginin, küresel odağı kentsel alanlardan, kentsel olmayan alanlara kaydırmaya yönelik bir girişim olduğu” ifade ediliyor. Kentleri ne hale getirdiğimize bakınca, bu yönde bir küresel odak kaymasının, kırsal alanları da felakete sürükleme riski taşıdığını düşünüyor musun? Bizi bunu yapmaktan ne alıkoyacak?
Bu ilginç bir soru… Biz bu sergide herkesi kırsal bölgelere geri dönmeye çağırmıyoruz. Çünkü bu da bana gerçekçi gelmiyor. Şu anda görüyoruz ki kırsal bölgeler tek bir net fikir üzerinden çalışılmış, planlanmış, iyileştirilmiş, korunmuş alanlar değiller. Çeşitli şekillerde, son derece parçalanmış yerler. Bu bölgelerde dikkat vermemizi gerektiren çok fazla şey meydana geliyor. Araştırmalarımız sonucunda ulaştığımız gerçek şu ki; kırsal alanı, onu mahvetmeden, gerçek anlamda burayla ilgili çalışmalar yürüterek ve belki de doğru şekilde muhafaza ederek, korumak ve iyileştirmek için hala fırsatımız var. Bu anlamda doğa ile aramızdaki bağları onarmamız ve yeniden dengeli bir yere oturtmamız gerekiyor. Görmezden gelirsek asıl o zaman geri dönülmez bir hata yapmış olacağız. Bu anlamda preservation / koruma düşüncesi önem kazanacak çünkü hayatta kalmamız için korumamız zaruri. Belki de insan kaynaklı hareketin sınırlandırılması gereken yerler olacak.
KIRSAL ALAN POTANSİYELİ
Bu sergi kentsel gelişim üzerine eleştirel bir bakış açısı da ortaya koyuyor mu? Yoksa yalnızca kırsal bölgeyle ilgili odaklandıkları üzerinden mi değerlendirmeliyiz?
Bu da enteresan bir soru aslında. Doğrusunu istersen bu tam olarak şehirle ve şehircilikle ilgili bir eleştiri olmaktan ziyade “akıllı şehir” olarak adlandırdığımız şeyle ve bu büyük teknolojinin her şeyle sürekli bağlantı halinde olacağımız vaadi ile ilgili. Akıllı şehir düşüncesinin tüketim açısından çok fayda sağladığını söyleyebiliriz. Şehirdeki serveti artırmak yönünde pazar ekonomisi adına iyi bir fikirdi, ki bunun da çok küçük bir kısmı kentin sakinleriyle alakalı. Dolayısıyla bu sistemin kentteki yaşamı daha iyi bir hale getirip getirmediğini sorgulamalıyız.
Ayrıca kentteki teknolojinin kırsal alan için de daha fazla bir hızlanma ve verimlilik anlamına geldiği söylenebilir mi ki? Neticede dünya nüfusunun %80-90’ının kentlerde yaşayacak olması, yalnızca %10-20’sinin tarım, enerji, doğanın korunması, iklim değişikliği gibi konularla ilgilenmesi anlamına geliyor. Bu da insanlığın yalnızca %10’unun ya da %20’sinin üstlenmesi için biraz fazla bir sorumluluk ve bunu başarılabilmesi için yeterli donanım yok. Bu, sonuçta küçük grupta kalan insanların marjinalleşmesi anlamına gelir ve bunun kolektif radarımızda olduğu söylenemez. Ne de olsa hepimiz kentlere doğru bu büyük harekete odaklanmış durumdayız ve geride ne kaldığıyla ilgilenmiyoruz.
Buradan bakınca sergi şu anki şehircilik ve kırsal alanın potansiyeli anlamında kritik bir okuma. Ve şu aşamada kırsal alanın potansiyeli daha önemli bir mesele.
GELECEK ÜZERİNE
Hepimizin iyimser olmasına ihtiyaç var. Bizi ancak bu daha iyi bir dünyaya doğru götürebilir. Bir yandan da umutluyum, çünkü yalnızca teknolojiye güvenip doğayı bir kenara bırakmak ya da teknolojiyi, doğayı yeniden keşfetmek, ondan öğrenmek, bu sayede doğa ile daha fazla iç içe olmak için kullanmak arasında seçim yapmak için çok iyi bir noktadayız. Bu da bize -umarım- üzerinde olduğumuz toprak parçasını daha iyi kullanma fırsatı veriyor.
Sergide bir grup bilim insanının üzerine çalıştığı “pixel farming” projesi buna iyi bir örnek. Günümüzde tarım çok büyük bir alanın tek bir ürüne ayrıldığı bir sisteme dayalı ve bu aslında toprak için bir tür yıkım yaratıyor. Buna karşılık geliştirilen yaklaşımlardan birisi yan yana birden fazla ürün olması ve bunların toprak üzerinde ve altında birbirinin varlığından faydalanması üzerine kurulu. “Pixel farming” çeşitliliği artırılmış bir yöntem. Pikseller 50×50 cm alanlardan oluşuyor ve şu aşamada yapılan denemeler toprağın çok daha iyi durumda kalabildiğini gösteriyor. Bundan kuşların, böceklerin olduğu daha geniş anlamdaki ekosistem de faydalanıyor. Bu yaklaşım ayrıca çeşitliliğin mono kültüre nazaran nasıl daha iyi koşullar sunabildiğini de ortaya koyuyor. Bu nedenle belki de teknolojinin bize bu anlamda düşündüğümüzden daha fazla yardımcı olabileceğini düşünebiliriz.
KEYİF VE KAÇIŞ
“‘Otium’, Romalıların kullandığı bir kavram. ‘Otium’, işten inzivaya çekilme anlamına geliyor. Diğer bir anlatımla, insanın, okuyarak, şiir yazarak, resim çizerek, beste yaparak zihnini geliştirmesi, kendi kendine kalması… Bunun yapıldığı yerse kırsal alan. Araştırmamız sırasında hemen hemen aynı dönemde Çin’lilerin de aynı şekilde bir yaklaşımları olduğunu keşfettik. Onlar için de kırsal bölgeler ilham almak, kendilerini yansıtmak, kendileriyle baş başa kalmak için bulunduğun yer. Kentte ise yoğun bir çalışma söz konusu. Dolayısıyla bu iki fiziksel alan arasında enteresan bir ilişki var. Zaman ilerledikçe boş zamanın nasıl geçireceğiyle ilgili yaşanan değişimi ortaya koymak istedik. Eskiden ifade ettiği şeyden nasıl uzaklaştığı, tatil köyleri, parklar, “ne yersen ye” tipi yeme-içme yerleri, yoga salonları gibi mekanlar tarafından nasıl bir tür toplu tüketim unsuru haline geldiği anlatılıyor. Sonuçta boş zaman trilyon dolarların döndüğü bir endüstri haline geldi ve aslında bir zamanlar kendini geliştirmek için kullanılan bu alan bir şekilde metalaştırıldı. Halen kendi kendine kaldığın bir zamandan bahsediyor olsak da, bu kez işin içine başka bir sürü insan ve unsur da dahil oluyor.”