Evde Kalmak Ya Da Evden Kaçmak - ArtDog Istanbul
Zafer Aracagök

Evde Kalmak Ya Da Evden Kaçmak

/

Giriş

1995’te İletişim ve 2014’te Kült Neşriyat tarafından yeniden yayınlanan Eve Dönmek İstemiyorum adlı ilk kitabımda insanlık denen şeyin kaderini belirlemiş “ev” düşüncesini Antik Yunan edebiyatının ilk yapıtından, yani Odysseus’tan itibaren izini sürmüş, günümüzdeki kimlik politikaları ile ilişkilendirerek imkânsız bir aşk hikâyesinin içine fragmanlar aracılığıyla yerleştirmeye çalışmıştım. Tarihsel açıdan bakıldığında Homer’in Odyssey epiğinde derleyip toparladığı fragmanlar aslında M.Ö. 12. yüzyıldan beri sözlü edebiyatçıların Ege Bölgesi’nde dillendirdiği “eve dönüş” (Nostoi) hikâyelerinin yaklaşık M.Ö. 6. yüzyılda ardışık bir anlatıya dönüştürülmesinden ibaretti. Truva Savaşı sona ermiş ve eve dönen kahramanlardan biri olan Odysseus nasıl eve dönecekti? 6 yüzyıl boyunca evine, Ithaka’ya dönüşünü kim ya da ne engellemişti? Adorno ve Horkheimer’ın Aydınlanmanın Diyalektiği’nde sözettiği gibi Odysseus, ilk burjuva bireyi ya da öznesi olarak, eve dönüş hikâyesini ancak ve ancak doğayı, kendisini ve ötekileri baskı altına almayı becerirse başarıyla tamamlayacaktı. Buna ek olarak, Nostoi anlatılarının Homer tarafından epik yazının ilk örneği Odyssey’de düzenlenmesi ile Yunan kentlerinin kuruluşunun aşağı yukarı aynı zamanlara denk gelmesi, yani yurttaş ya da yeni tip özne dediğimiz kişilerin Devlet eliyle Plato tarafından düzenlenmesi tesadüf olabilir miydi?

Peki bunun aşk ile olan ilgisi neydi? Aşk, sosyal bağlamda kurulabilecek ilişkilerin en tehlikelisi olup, isteyerek ya da istemeyerek, insanı bir bütünlük, yapay bir bağ aracılığıyla zorlanan bir kimlik içine oturtmaya çalışan kimlik politikalarının insana kurduğu en büyük tuzaktı. Adorno ve Horkheimer’ın Odysseus’un “eve dönme” koşullarına aşkı eklemiş ve devletlerin devlet olması için gereksinim duydukları o bireyin (individual) kuruluşunda bugün TV dizilerinde en basit formlarıyla karşımıza çıkan “aşk olmazsa insan da olmaz” düşüncesinin günümüzün “eve dönüş” hikâyelerinin olmazsa olmaz ögesi olduğunu anlatmaya çalışmıştım. Sonuç olarak, ev, özne ve devlet birbirinden ayrı düşünülebilir kavramlar değildi.

Bu açıdan bakıldığında her anlatının, her büyük anlatı’nın temelinde bir eve dönüş hikâyesi vardı. Odysseus’tan günümüze her sanat yapıtı Penelope’nin Odysseus’u ayağındaki yara izinden tanımasına benzer şekilde, bir hatırlama anıyla bağlantılıydı. İnsanın ya da insanı insan yapan kimliğin merkezine yerleştirilen böyle bir hatırlama anı, örneğin, Truva Savaşı’nda Odysseus’un bacağı kopmuş olsa gerçekleşebilir miydi? Metinsel açıdan bakıldığında Odysseus’un ayağındaki yara izi, metinler tarihinde bir metine eklenmiş ilk dipnottu (footnote). Dipnot iz bırakmış bir yara aracılığıyla ve dolayısıyla kapanmayan bir yara olma doğasıyla, hem bize eve dönmenin tehlikelerini, tuzaklarını, hem de eve dönmenin ana metini tamamlayarak bize mutluluğa ulaşmanın yollarını hatırlatacak temel unsurlardandı. Peki ama bir kişi çıkıp da ana metin ve dipnot arasındaki hiyerarşiyi tanımayacak olsa, yani dipnotun ana metini kurmanın bir aracısı olarak kullanıldığını farkedecek olsa ve dolayısıyla dipnotların ana metinlerden sonra değil de, ana metinleri kurmak için yaratılan ve böylelikle ana metinleri öncelleyen, öncellemekten de öte ana metinlerin kurulmasında merkezi bir pozisyona sahip olduğunu iddia etse ne olurdu? Hep açık kalan bu yara görünürlük kazandığında, bütün metinlerimiz mikadonun çöpleri gibi darmadağın olmaz mıydı?

Bütün bu kısıtlamalar karşısında, ya insanlar evden kaçmaya kalkışacak olsalar, eve dönmek istemeyecek olsalar ne olurdu?

Bu yazıda, yıllar önce önerdiğim bu sorgulamalardan yola çıkarak bugün Covid-19 virüsünün gelişimiyle hayatımıza sokulan evde kalma, hayatımızı evden çıkmadan idame ettirme, bazen zorunluluk, bazen de üstümüzde bir baskı aracı olarak kullanılan yaklaşımları gözden geçirmek istiyorum. Corona virüsünün ölümcül bir özelliğe sahip olduğunu göz ardı etmeden, bu ölümcül yapıyla birlikte üstümüze yüklenmeye çalışılan bazı ideolojik koşullandırmalardan, hayatı eve sığdırma koşullarından söz etmek istiyorum.

FELAKET

Dünyaya hükmeden bir felaket  ideolojisi var bugün hepimizi korku içinde felaketi bekler tutan. Covid-19 virüsü bunların en sonuncusu. Bütün gün medyada hayatımızın bir parçası olan bu felaket konusunda haberler, video konferanslar türlü türlü programlar yayınlanıyor. Nedendir bilinmez felaket hep başkalarının başına geliyor ve bize kurallara uyarsak felaketten kurtulacağımız söyleniyor. Oysa, kurallara her gün yeni kurallar eklendikçe hayatımız elimizden alınarak doğrudan kontrol mekanizmalarınına teslim ediliyor. Kurallar bir yandan hep gelecekten beklediğimiz felaketi aktüelize ederken, bir yandan da Neandertal kapitalizmin rüyasını gerçek kılıyor. Felaket zaten gelmiş, hayatta olduğumuza dair her belirtiyi bizden alarak kendisini gerçek ve yaşanılır kılınmış ancak virüs’ün gözle görülmez oluşu onun “sanal” (virtual) boyutunun kontrol aygıtları aracılığıyla kolayca manipüle edildiğini görmemizi engelliyor. Hayatlar eve sığdırılmış, tehlike kalmamış gibi. Oysa, kurallara uysak da uymasak da felaketten kaçış yok; gelecek bugün burada. Hepimiz çoktan öldük, haberimiz yok.

MUTLAK BARBARLIK

Bir söyleşi sırasında Adorno ve Horkheimer toplama kamplarında üretilen karşılıksız emek ile kapitalizme maruz kalmış emekçinin ürettiği ücretli emek arasındaki tek farkın ideoloji olduğunu söylemişlerdi. İlkinde emekçi (köle) emeği karşısında hiçbir ücret almazken ve bu yüzden “daha iyi bir hayat”a erişebileceği umudu tamamıyla elinden alınmışken; ikincisinde hiç bir zaman gerçekleşmeyecek olsa da emekçinin geleceğe olan yatırımı “daha iyi bir hayat” ideolojisini yaratıyordu. Bugün Neandertal kapitalizm altındaysa, ideolojinin, “daha iyi bir hayat”a ulaşabilme umudunun yerini hayatta kalabilme mücadelesi almıştır. İdeolojinin olmadığı yerde politika da yoktur; barbarlık mutlaktır.

STIEGLER

Bernard Stiegler de öldü ve bu muhteşem insanı hatırlayacağımız en temel ayrımlardan biri iş ve istihdam arasında geliştirdiği ayrımdı. İlki sadece para kazanmaktansa, örneğin bahçenize bir çiçek, bir bitki ektiğinizde, sonucunu alana kadar geçen süreçte bu gelişime kattığınız yaratıcı süreci, karşılıklı olarak doğa ve sizin kendinizin geçirdiği değişimleri göz önünde bulundurmak anlamına geliyorduysa, ikincisi sadece teknoloji aracılığıyla ücret karşılığı edineceğiniz sonucu gösteriyordu. İlki emek harcayarak, otomazisyon ve vahşi teknoloji öncesi, emek harcarken bilgi sahibi olmakla desteklenen bir emek gücünü gösteriyor, ikincisiyse son derece işlevsel, enstrümental, sadece emeğin değil bütün yaşam biçiminizin, arzu üretiminizin otomatize olmuş halini resmediyordu. Benim bu noktadaki naçizane katkım ise, Neandertal kapitalizm altında artık ne işin ne de istihdam’ın kalmadığı, insanların doğuştan, iş ve isthidamı dışlayan bir nano-faşist düzene doğmalarıyla ilgilidir. Bir başka deyişle, insanların artık, insanı kuran, zaman ve uzam kavramlarından uzak, Neandertal kapitalist, nano-faşist yönetimler aracılığıyla tamamıyla eve, ev teknolojisine hapsolmuş şekilde yaşamaları öngörülmektedir. Covid-19 virüsünün tam da böyle bir tarihsel dönemeçte ortaya çıkması tesadüf müdür?

“Hayatlar eve sığdırılmış, tehlike kalmamış gibi. Oysa, kurallara uysak da uymasak da felaketten kaçış yok; gelecek bugün burada. Hepimiz çoktan öldük, haberimiz yok.”

RİTİM-HİÇ-HAYAT

Dün nerdeyse dört ay sonra ilk defa İstiklal’e gidelim dedik. Vapurda İstanbul her zaman olduğu gibi gözlerimi kamaştırdı, çektiği bunca eziyete rağmen. İkinci defa fethedilen Ayasofya bile uzaktan neşesini kaybetmemişti ama bilinmez o gün orada noldu. Neyse, vapurdan inildi – herşey sakin ama biraz tekinsiz bir sakin. İskelenin sağ tarafında balık avlayanların ya da deniz havası koklamak üzere oraya gelenlerin oturdukları eğreti bankları tekrar toplamışlar. Bunu şu an Corona yüzünden yapmış olabilirler ne ki daha önce de zırt pırt akıllarına estikçe bir koyar bir kaldırırlardı bu bankları. Burada oturmama yasağı var hep: oturmanın olumsuzlanmış hali. Durgunluk dönemi salgını. E diyeceksiniz, hep vardı. Yok, öyle değil. Çiğ köfteci yine aynı köşede. İtalyan binalar hep “bak yıkılacağız şimdi” derlerdi, şimdi onlar da susmuşlar, kara kara somurtuyorlar. Az ileride alt geçite inince Nurten çekiyor bizi boşluğuna. Dükkanlar kapanmış; sol duvarda kahramanlık kalıntıları yırtık pırtık. Değer miydi? Kedili dede yine o aynı köşede ne üdüğü belirsiz şeyleri satmaya devam ediyor. Aydınlatmaktan çok alt geçiti karartmaya yarayan ışıklar altında bunaltıcı sıcak, dedenin kafasını bir naylon torbaya sokmuş, hareketsiz, umutsuz. Tünel’e çıkan merdivenlerde alışık olduğumuz o cümbüş yok fakat yine de cılız bir müzik sesi geliyor. Yaklaştıkça pek fazla birşey değişmiyor. Çalınan bir enstrüman yok; olsa bile farketmez çünkü vicdanın kabul edemeyeceği yoksullukta bir delikanlı olağanüstü monoton bir sesle gökyüzünden aşağı çektiği karanlığı şarkı edinmiş kendine, söylüyor. Yerde tam ayırt edilmeyen bir karaltı var, hareket ediyor ve hareket ettikçe bir bedene hatta bedenlere dönüşen Bacon figürleri gibi boğuşma içinde olan iki çocuk olduğu ortaya çıkıyor. Sokak köpeklerinden bile ağır bir kir pas içinde yuvarlanıp duruyorlar yerde. Delikanlının şarkısında olmayan ritimi kurmaya çalışıyorlar bu ritim-hiç-hayat’ın ortasında.

İlginizi çekebilir:  Bildiğimiz Dünyanın Sonuna Gelirken

İstiklal’e çıkınca alt geçitte başlayan boşluk genişliyor ve Tünel’den Taksim’e doğru uğulduyarak gürül gürül akar hale geliyor. Bu öyle duyulacak, işitilebilecek bir boşluk değil. Ancak daha önce yaşanmışlıkların artık iyice silinmeye yüz tuttuğu bir mekânın içi boşaltılmış poetikasının sinsice bellek çeperlerine dokunuşunda hissesidilir oluyor. Bellek senden nefret ediyorum! Hoş, nefrete de gerek yok aslında. Ahmet Hamdi Tanpınar yazmadı ki o kitapları. Hele hele, Aliye Berger hiç ama hiç-hayat. Kediler gitmiş. Gereksiz bir çaba var, bir parkur var dört nala koşulmalı ve göğüslenecek ipi olmayan o yarışma, o çekişme hep devam etmeli. Taksim’e gitmeden Taksim’e gitmenin bir yolu var mıdır? Bir natürmort merkezkaç kuvveti olmadığı için mi natürmort’tur? Rota belli. Eskiden de yürünmezdi bu caddede. Yine yürünmüyor ama bu sefer insan kalabalığından değil, olumsuzlanmış insandan, insanlıktan. Anılar terbiye edilmeli, hiç biri, bir ötekinin önüne geçmemeli: yani, bir zamanlar şurada duran o kitapçının anısı asla geri gelmemeli, derhal sillinmeli. Yoksa Diriliş Ertuğrul gelir, halleder sizin yerinize herşeyi. Uğul uğul yürürken caddede sonunda Taksim’e gitmeden Taksim’e gitmenin bir yolu olduğu anlaşılıyor. En çok sevdiğiniz Zombie kimdir? Ya da buralarda yola artık hayaletsiz çıkılmıyor. Onlar yanında olunca, insan bir nebze daha iyi anlıyor bilhassa tercih ettiği zeminsizliğin şimdi hiç tahmin edemeyeceği bir şekilde ayaklarının dibine serildiğini. Bir zamanlar zeminsizlik. Tersinden zeminsizlik. Balçık. Saplandığımız ritim-hiç-hayat’ın içine.

Max Siedentopf’un “How-To Survive A Deadly Global Virus” adlı projesinden.

ANCAK EVDEN KAÇILAMIYORSA EVDE HAYAT VARDIR

Hepimiz şok içinde evlerimize hapsolmuşken hayret içinde bu durumun bir zamanlar Lucretius’un ve yüzyıllar sonra Deleuze’ün sözünü ettiği tekinsiz hareketin, daha doğrusu “clinamen” adı verilen atomik yapının hareketinin tam tersi olduğuna şahit oluyoruz. Sadece Corona’yı değil tüm virütik birimleri tehlikeli kılan işte bu hareketin rhuthmos gibi öngörülemeyen, tekinsiz bir akış içinde olmasıydı. O yüzden insanlar yerleşik hayata geçmeli, doğum ve ölüm arasında geçen hayatları ev kavramı aracılığıyla belli bir ritime, hareket içindeymiş gibi görünen, ölçülebilir bir ritime, hareketsiz bir harekete oturtulmalıydı. Corona virüsü ortaya çıkmadan önce zaten Neandertal kapitalizmin tüketim kültürünün yol kesen uzamına ve çalışma hayatının budalalaştıran statik ritimine hapsolmuştuk. Şimdiyse gidecek hiç bir yerimiz kalmadı, ritim-hiç-hayata zincirlenmiş biçimde, tekinsiz hareketi düşümüzde bile göremeyecek haldeyiz. Ancak evden kaçılamıyorsa evde hayat vardır. Ölü de olsa hayat.

BİYOLOJİK / POLİTİK

Dünya çapında müthiş bir proje yürürlüğe konmuş durumda. Virüs’ün gerçekliğini aktüel/virtüel ekseninde düşündüğümüzde karşımıza biyolojik/politik ikilemi çıkıyor. Kuşkusuz karşıtlıklar arasında bir denklik kurmak değil amacım. Söylemek istediğim şu ki ilk karşıtlıkta olduğu gibi biyolojik ve politik’i birbirinden tamamıyla ayrıymış gibi düşünmemiz imkânsız. Proje tam da bu noktada yürürlüğe giriyor. Bizleri evlere tıkmanın sadece ve sadece biyolojik zorunluluk olduğuna inanmamızı istiyorlar. Bu zorlamanın ardında yatan, dünyayı paylaşma, sömürme, tüketme hırsları sona ermiş değil. Şöyle emir buyuruyorlar: Biyolojik olan politik değil ama politik olan sonuna kadar biyolojik.

SOKAĞA ÇIKAMAMA KRİZİ

Bu konuda söyleyeceklerim kolaylıkla komplo teorisi olarak nitelendirebilecek olsa da her türlü insan davranışının komplo-dışı düşünülemediği, paranoyanın hükümetler eliyle bilhassa insanlara empoze edildiği bir dünyada manipülasyon içermeyen bir düşünce üretmenin imkânsız olduğunu düşünüyorum. Gerçek yok olduğu için değil, ne söylersek söyleyelim söylenen herşeyin bir manipülasyon aracı olarak görüldüğü ve kullanıldığı bir dünyada yaşıyoruz. Benim şu an burada söyleyecek olduğum şeyler bile böylesi bir riski taşıyor. Ama yine de söyleyeceğim çünkü semiyotik koşullandırmaların, anlam üretememe hapishanesinden kaçış yolları yaratmanın mümkün olduğunu düşünüyorum.

En başta durum şöyle ki, Nazi toplama kampları ve Atom bombası felaketlerinden beri insanlık bu kadar yıkıcı bir olayla karşılaşmamıştı. Hatırlarsınız, Gezi’den önce ama bilhassa sonra kafamız gözümüz yarılarak, masum çocuklarımızı kurban vererek evlerimizde oturmayı zaten belletmişlerdi bizlere. Her türlü eleştiri, protesto, kınama bir suç sayılıyor, eve tıkılmadıysak her türlü eylemde hemen soruşturmalar başlıyor, içeri alınıyorduk. Ve durum hâlâ da böyle. Geçen yıl Punctum Books tarafından yayınlanan, Non-Conceptual Negativity: Damaged Reflections on Turkey adlı kitabımda Türkiye’nin uluslarası Neandertal lig tarafından bir laboratuvar olarak kullanıldığından söz etmiştim. Laboratuvarda test edilen şey şuydu: insanlar her türlü demokratik hakkın ellerinden alındığı, adalet kavramının yok edildiği, sadece işe gitmek ve kapitalin tekrar tekrar üretimine katkıda bulundukları sürece yaşamalarına izin verildiği bir düzene ne kadar dayanabilir, ne kadar uyum sağlayabilirlerdi? Biyolojik savaş olayı ister Çinli bokboğazların yarasa çorbasından ister Neandertal güçlerin Covid-19 virüsü icadıyla başlamış olsun, insanları evlerine tıkma yoluyla kapital üretimini şahlandırmak amacıyla başladı. Motto şuydu: Öldürelim, bunların hepsini, bize itaat etmeyen herkesi öldürelim! Ölmüyorlarsa evlerine tıkalım ve sokaklara çıkıp isyan etmenin ne olduğunu onlara gösterelim! Bu yüzden Covid-19 virüsü evlere kapanma krizi değil sokaklara çıkamama krizidir, sokaklara çıkma hakkimızın biyolojik silahlarla elimizden alınmasıdır.

Negativitenin gücünü tamamıyla elinde tutan Neandertal kapitalizmin insanları olumsuzlayarak olumlu kılabileceği nihai nokta bu olsa gerek. Komple izolasyon ve hayatta kalmanın tek umut olarak bırakıldığı bir kölelik sistemi. Corona bu noktada kuşkusuz sadece bir araç, icat edilmiş en berbat biyolojik silahlardan biri. Libidosu ya kıyamet ya da benim olursun, diyor.

SONUÇ

Şimdi Eve Dönmek İstemiyorum ile başlamış ve henüz yayınlanmamış son kitabım Ritim-Hiç-Hayat: Neandertal Kapitalizm Üstüne Notlar adlı kitabıma dönecek olursak, ev/özne/devlet ekseninde evlere kapatılma ritimine aşk ile bağlandığımız bu günlerde bizden beklenen nedir? Ya da bizden bekledikleri başka bir şey kalmış mıdır daha? Çağdaş Odysseus’lar olarak zorla eve döndürüldük mü? Evet döndürüldük! Covid-19’un ölümcül bir virüs olduğunu biliyor muyuz? Biliyoruz. Öte yandan, ikisi arasında, evde kalma ve ölüm arasında, her ne kadar koşullandırılmış olsa da, bir ritim içeren bir hayata sahip olmuş olduğumuzu hatırlıyor muyuz? Ana metinlere dipnot olarak kalmaya devam mı edeceğiz?

Previous Story

Yeni Dünyanın Sanatçıları

Next Story

Sergi Haberleri

0 0,00
02_ArtDog_CD_Logo_RGB_Black

BÜLTEN

Türkiye ve dünyadan haftalık kültür-sanat haberleri, inceleme yazıları, sergiler ve etkinlikleri takip et.

Bülten aboneliğinde ArtDog Istanbul’un gizlilik sözleşmesini kabul etmiş olursunuz.