Edebiyat ve sanatın iç içe geçtiği noktaları keşfetmek, tarih ve kültürle yoğrulmuş bir şehrin derinliklerine inmek için eşsiz bir kapı aralar. Yüzyıllar boyunca sayısız edebî esere esin kaynağı olan İstanbul, sadece Doğu ile Batı’yı birleştiren bir köprü değil, aynı zamanda kültür ve sanat dünyasının çok yönlü anlatılarında başrolde yer almış bir sembol. İşte tam da bu noktada, Meşher’de kapılarını açan Hikâye İstanbul’da Geçiyor sergisi, İstanbul’un bu zengin ve çok katmanlı kültürel mirasını görünür kılmayı hedefleyen, etkileyici bir sanat projesi.
Edebiyat Sergisinin Ötesinde
Ömer Koç Koleksiyonu’ndan nadide kitapların merkezde olduğu sergide, ziyaretçileri İstanbul’un yüzyıllar boyu edebiyat, sanat ve popüler kültürdeki temsilini yeniden düşünmeye davet ediyor. Batı edebiyatındaki İstanbul temsilleri odağında hazırlanan sergide, farklı dönemlerde İstanbul’u konu alan ya da bu şehirden esinlenen edebî eserler, el yazmaları, nadir ilk baskılar, gravürler ve filmler bir araya getirilerek çok katmanlı bir hikâye anlatımı sunuyor. Sergi, yalnızca İstanbul’un edebiyat tarihîndeki derin izlerini gözler önüne sermekle kalmıyor, aynı zamanda bu büyülü şehrin dünya edebiyatındaki hayal gücüne nasıl dokunduğunu keşfetme imkânı sağlıyor.
Bu çarpıcı projenin küratörleri Ebru Esra Satıcı ve Şeyda Çetin’le, serginin hazırlanış sürecinde izledikleri yöntemleri ve tematik yaklaşımlarını konuştuk. Küratörlerin de söyleşide vurguladığı üzere, Hikâye İstanbul’da Geçiyor sergisi yalnızca bir edebiyat sergisi olmanın ötesine geçerek, sanat ve tarih disiplinlerinin iç içe geçtiği benzersiz bir anlatı sunuyor.
Hikâye İstanbul’da Geçiyor sergisinin konseptinin çıkış noktalarından başlayalım isterseniz…
Ömer Koç Koleksiyonu’nun Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili olağanüstü geniş kütüphanesinin küçük bir bölümünden alınan seçki, serginin başlangıç noktasını oluşturuyor. Müthiş çeşitlilik gösteren bu seçkiden kurguladığımız sergide, 16. yüzyıldan günümüze farklı edebî türlerin izleğinde İstanbul’un Batı edebiyatından kurmaca eserlerdeki konumuna dair bir inceleme sunuyoruz. Otograf elyazmaları, nadir ilk baskılar, yazarının açıklama notuyla imzalı ithaflı kitaplara eşlik eden gravür, resim, film ve çeşitli efemerayla çok yönlü bir anlatı kurmaya çalıştık.
Çok yönlü bu anlatıyı kurarken izlediğiniz kürasyon teknikleri nasıl oldu?
Kürasyon sürecine kitapları esnek çizgilerle türlerine ayırmakla başladık. Bu muazzam koleksiyondan halihazırda aynı odakla hazırlanmış antolojiyi, araştırma ve görselleştirme süzgecinden geçirerek sergiyi oluşturduk. Seçkideki 300 kitaptan 35’inin öne çıktığı kürasyon sürecinde başlangıç noktası, yani “tohum”, hep kitaplar oldu. Sahneye veya beyazperdeye uyarlanmış, görsel malzemelerine ulaştığımız kitaplar galeride açık şekilde dallanıp budaklanabildi. Organik gelişen yapıya bir dal daha ekledik, eserlerin varsa Türkçe çeviri ve uyarlamalarının Türkiye’de nasıl yankı bulduklarını arşiv arkeolojisiyle yerel bir katman olarak sergiye dahil ettik. Hikâye İstanbul’da Geçiyor, bu şekilde, kitaplardan köklenip sinema ve sahne uyarlamalarıyla, bunların Türkiye’de yarattığı tepkilerle ve efemerayla harmanlanarak serpildi.
Ömer M. Koç’un çok daha geniş olan kitap koleksiyonunun sadece bir bölümünün sergiye dâhil edilmesi, oldukça seçici bir yaklaşım gerektiriyor. Bu seçimleri yaparken edebî değerin yanı sıra, İstanbul’un kimliğini yansıtan hangi unsurları ön planda tuttunuz?
Hikâye İstanbul’da Geçiyor, edebiyatın yolu İstanbul’dan geçen unutulmaz karakterlerini, diğer anlatılar ve ortaklıkları görünür kılan imgelerle buluşturarak yeni bağlamlar sunan bir sergi. Seçkiyi de şehre dair tahayyülleri dünya klasikleri arasında yer bulmuş eserlerin yanı sıra popüler kültüre uzanan bir temsil çeşitliliği içinde düşünerek oluşturduk. Bu kıymetli koleksiyondan seçim yapmak da oldukça zor. Kitapları sergiye dahil ederken edebiyatla birlikte diğer yaratıcı alanlara sağladığı katkı ve ilham, şehri temsil ederken sunduğu farklı yaklaşım veya yazarın şehirle kurduğu yakın ilişki gibi kriterleri göz önünde bulundurduk.
Eserlerin Türkçe çevirilerinin / uyarlamalarının Türkiye’deki yankılarını araştırmak, sizce sergiye nasıl bir derinlik kattı?
Sergi, kurmaca anlatıların Türkiye’deki okur ve takipçiler tarafından nasıl karşılandığını arşiv malzemeleri ve dönemin gazete kupürleri gibi belgeler aracılığıyla yansıtıyor. Örneğin, Eric Ambler’ın The Mask of Dimitiros (1939) başlıklı kitabının, Türkçe’ye ilk çevirilerinden bir tanesinin İzmirli Dimitrios’un Maskesi (1948) ismiyle yapılması ilginç bir detay. Kitaptaki başkarakter, azılı suçlu Dimitrios çok gizemli bir karakter, İzmirli olup olmadığı da meçhul. Buna rağmen, yayınevinin bu ihtimali başlığa taşıması, hedef kitlenin ilgisini çekecek unsurları ön plana çıkarmak gibi bir fikri olduğunu düşündürüyor. Bu da aslında eseri bir bakıma yerelleştirmek demek. Kitap, 1944 yılında sinemaya uyarlanıyor ve 1948 yılında, yayınevinin gazeteye verdiği bir ilanda kitap ve filmin tanıtımını bir arada görüyoruz. Sergiye, Türkiye’deki yankıları dahil ederek hem popüler kültüre dokunuyoruz, hem de edebiyatın başta sinema olmak üzere diğer sanat dallarıyla güçlü ilişkisini bir kez daha gözler önüne seriyoruz. Bir başka örnek olarak, İstanbul’da geçen ilk Bond filminin çekimlerinden başlayarak tamamlanma ve yıllar sonra sinemada vizyona girme sürecini gazete arşivlerinde takip etmek mümkün. İstanbul’daki çekimlerin ne kadar meşakkatli sürdüğünü de… Bu arşiv malzemeleri kitapların yayımlandığı ve adaptasyonlarının yapıldığı dönemsel koşullar hakkında bilgi sağlıyor.
Doğu ile Batı arasındaki “köprü” metaforu/temsili, İstanbul’un tarihî ve kültürel hikâyesinde sıkça karşımıza çıkar. Bu temsilin, şehrin karmaşıklığını ve çeşitliliğini tam anlamıyla yansıttığını düşünüyor musunuz? Sergide bu karşıtlığı dengelemek ya da eleştirmek adına bir yol izlediniz mi?
Seçkideki Diamonds Bid (1967) başlıklı kitapta, Türkiye’de üç yıl yaşayan İngiliz yazar Julian Rathbone şöyle der: “İstanbul, en fazlasıdır. Lawrence Durrell, Venedik’i iki veya üç sayfada yakalar […] çoğu kent bir haftada bitirilebilir: Ondan sonra kendilerini tekrara başlarlar […] çoğu bir bölümde betimlenebilir, en iyisi bir kitap gerektirir; ama İstanbul, yirmi dört ciltlik bir ansiklopediyi doldurur […].”
Bu alıntının da vurguladığı gibi, İstanbul’u anlamak, anlatmak, kalıplara sokmak, çeşitli metaforlarla yansıtabilmek neredeyse imkânsız.
Doğu-Batı ayrımı, oryantalizm, Türk algısı gibi değerlendirmeler bu serginin doğrudan konusu olmamakla birlikte, sunulan malzemeler bu okumalara açık ve pek çok açıdan temsil analizi yapmak mümkün. Ancak bu sergi, İstanbul’un çağrıştırdığı karşıtlıkları eleştirmekten ziyade edebî eserleri bir arada gösterirken şehrin bu seçkiyle sınırlı olmayan yaratıcı alanlardaki izlerini bulmaya bir davet.
“Kadın Yazarların Sayısı Erkeklere Kıyasla Az”
Kadınların yazılarında öne çıkan temalar ve bakış açıları hakkında ne söyleyebilirsiniz? Erkek yazarların İstanbul temsilleriyle kıyasladığınızda, kadınların yaklaşımı nasıl farklılaşıyor?
Ebru Esra Satıcı: Her ne kadar edebiyat, kadınların diğer sanat mecralarına göre daha görünür olduğu bir üretim alanı olsa da kadın yazarların sayısı erkek yazarlara kıyasla oldukça az. Genelleyecek olursak, kadın yazarların daha çok şehre dair izlenimlerini hikâyeleştirdiklerini ya da şiir formatında kaleme aldıklarını görüyoruz. Örnek olarak, seçkide öne çıkan, art arda yüzyıllarda edebî üretimler yapan İngiliz yazarlar Lady Montagu, Violet Fane (Lady Mary Montgomerie Currie’nin müstear ismi) ve Victoria (Vita) Sackville-West’i verebiliriz. Üçü de edebî eserleriyle kitlesel turizm öncesi şehir deneyimlerini kaydederler. Mesela Violet Fane, seçkideki iki kitabının yayıncısı ile Pera adresinden mektuplaşır; şiirlerinin altına Beykoz, Büyükdere gibi yazıldıkları yerleri not düşer.
İstanbul’un tüm yazarlarda her zaman olumlu izlenimler bırakmadığını Lady Montagu’nun şiirlerinde görebiliyoruz. Şair, 18. yüzyıl İstanbul’unun ‘harap güzelliği’ne ve yitip giden Hıristiyan zaferlerine bazı şiirlerinde neredeyse ağıt yakar. Kimi kadın yazar ve şairlerin, Osmanlı İmparatorluğu döneminde harem ve hamam gibi kadınlara mahsus alanlara erişimlerinin olması onlara avantaj sağlar. Özellikle Lady Montagu’nun, Turquerie’nin yükselişte olduğu dönemde, hareme dair ilk elden izlenimleriyle edebiyat dünyasında ayrıcalıklı bir konum edindiğini söylemek mümkün.
“Tarihî Olayları Kurmacayla Değerlendirmek Mümkün”
Tarihî romanlar, seçkide en geniş yer kaplayanlar arasında. İstanbul’un bu türdeki etkileyici rolü, şehrin tarihî olaylarla dolu geçmişiyle mi yoksa edebiyatın bu olayları işleme biçimiyle mi daha çok ilgili sizce?
Şeyda Çetin: İstanbul’u Batı’nın gündemine dahil eden önemli dönüm noktaları tarihî romanların kaçınılmaz konuları oluyor: İstanbul’un fethi, Viyana Kuşatması, Osmanlı-Rus gerilimleri, Kırım Savaşı, Birinci Dünya Savaşı, İstanbul’un işgal yılları, İkinci Dünya Savaşı, Cumhuriyet’in kuruluşu, modern Türkiye, 1970’lerdeki siyasî olaylar… Sergide bu konuları işleyen kitaplar yer alıyor.
Yazarların hikâyelerini “gerçeğe benzer” kılmak nedeniyle tarihî olayları konu etmeleri ya da yerinden gözlemler paylaşmaları kurmaca yapıtlarda sıklıkla görülüyor. Sergideki yazarlardan Madeleine de Scudéry 17. yüzyılda yayımlanan Ibrahim ou l’illustre Bassa (1641) adlı kitabının önsözünde kurmaca ve gerçeğin romanlardaki gerilimli ilişkisine değiniyor. Scudéry, “gerçeğe benzerlik” (vray-semblance) kelimesini seçmiş ve şöyle devam ediyor: “[…] gerçeğe benzerlik […] bu binanın temel taşıdır.” Tarihî romanlarda konu edilen olaylar ile kurmaca ve gerçeği ayırmak giderek zorlaşıyor. Bu aslında edebiyat alanının daha geniş bir tartışma konusu. Ancak sergideki yapıtlarla yorumlamaya çalıştığımda İstanbul’un kimi tarihî olaylardaki rolünü kurmaca kitaplar aracılığıyla da değerlendirmek mümkün.