Sözcük anlamı, yer sarsıntısı. Eskiler, zelzele derdi. 1999 yılındaki Adapazarı depreminden sonra Türkiye’nin gündeminden hiç çıkmadı. Hatta, devletimizin ‘deprem vergisi’ diye bir gelir kaynağı da oldu, o tarihten sonra.
6 Şubat’ta Maraş merkezli deprem, Türkiye ile birlikte tüm dünyanın gündemini oluşturdu. Şu satırların yazıldığı gün, deprem üçüncü haftasını devirmiş durumda… Hâlâ depremin acısını yaşıyoruz toplum olarak! Hâlâ toprak altında insanlarımız, evcil hayvanlarımız var. Enkaz tümüyle kaldırılmış değil.
Binlerce insanımız, yaşadığı kenti terk edip daha güvenli illere sığındı! Yıkıntıların çevresinde sızlanarak, aç biilaç, üşüyerek bekleşen on binlerce insanımız var hâlâ!
Sorumlu haber kanalları gün yirmi dört saat deprem bölgelerinden haber iletiyor dünyaya… 11 ilden gelen ölüm haberleri, geride kalanların yüreğini yakmayı sürdürüyor!
Deprem konusunda uzman bilim adamları yıllardır her fırsatta toplumu uyarıyor… Önlem olarak yalnızca deprem vergisi toplamayı hızlandırıyoruz! Anadolu kentlerinde sulak tarım alanları yerel yönetimlerce imara açılıp buralardan göz kamaştıran vergiler toplanıyor. Yöneten kurumların geliri artırılıyor. İmar cenneti topraklar üzerinde her önüne gelen müteahhitlik üstleniyor! Yapılan yeni binalar, siteler, rezidanslar hakkıyla denetleniyor mu? Kullanılan yapı malzemeleri kurallara uygun mu? Bunu kimselerin kendine dert edinmediği yaşanan felaket sonucunda anlaşıldı! Dahası var: ‘İmar Barışı’ adı altında, kurallara aykırı olarak yükselen yapılara, para karşılığında ‘kurala uygunluk’ yaftası asıldı defalarca…
Para karşılığında, sorumsuz yapsatçılara alan açıldı! Onlar da parayı bastırıp insanımıza ölüm tuzakları kurmuş oldular! Hem de, sattıkları binaların özellikle depreme dayanıklı olduğu yalanıyla reklam yaparak… Kendi yurttaşını yüksek bedeller karşılığında ölüm tuzaklarına yönlendirmeyi hangi sorumlu yöneticiler yapar?
Güneydoğu illerinin içine itildiği bu trajedinin yarattığı acıları, travmayı birkaç kuşak ömrünün sonuna kadar yüreğinin derinliklerinde taşıyacak… Toplum, özellikle de deprem trajedisini yaşamış insanlarımız, ömrünün kalanını bu acının acısı anılarıyla geçirecek.
Bizim çocukluğumuzda, çevremizdeki yaşlı kuşak, İkinci Dünya Savaşı’nın neden olduğu kıtlık yıllarının içinden geçip gelmişti. Konu açıldıkça, savaş ve kıtlık döneminde yaşadıkları dramları dile getirirlerdi. Bolluk içinde yaşattıkları biz çocukları, halimize şükredelim isterlerdi. Evlerin geçimini üstlenen genç erkekler askere alınmış, dört yıl boyunca terhis edilmemişler.
Hayatı omuzlamak geride kalan yaşlılara ve kadınlara kalmış. Tarlalar ekilip biçilememiş. Üretim olmayınca, çarşı pazarda fiyatlar yükseldikçe yükselmiş… Gıda ürünlerinin yanına yaklaşılmaz olmuş… Beslenemeyen çocuklar hastalıklarla boğuşmaya başlamış. Evinde bir ineği olan bir aile bütün geçimini o hayvanın üzerine yüklemiş; yazı yabandan ot toplayıp hayvana yediriyor, onun sütüyle hem kendileri besleniyor, hem de birazını satıp ekmek alıyorlarmış! Ekmeği de her isteyene satmıyormuş fırıncılar, karneyle veriyorlarmış.
Merhum babam, yaşamı boyunca tarla, bahçe sahibi olmaya çalıştı. Elinde biriken parayla toprak satın almak onu pek mutlu ediyordu. Hep şunu söylerdi:
“Bir kıtlık olsa, toprağımızı eker biçer, kimselere muhtaç olmadan kendi ayaklarımızın üstünde dururuz!” Toprak, bir güvenceydi babamın kuşağı için… Çocukluk çağımızda masal gibi dinlediğimiz o savaş döneminin kıtlık hikâyelerini, meğer gün gelecek bizler de yaşayacakmışız!
Ülkemizdeki sulak tarım toprakları, aç gözlü bir iştahla imara açıldı! Bu süreçte tarım alanında üretim düştü… O, yemyeşil ağaçlarla süslü bağlarda, bahçelerde apartmanlar yükselmeye başladı! Atadan dededen kalma toprağına karşılık birkaç daire sahibi olan kimseler, kendilerini zengin olarak görüyordu artık… Evet, belki kişi olarak zenginleşiyorduk, çalışmadan rahat yaşıyorduk ama ülkenin ekonomisi gittikçe zayıflıyor, her şeyi dışarıdan satın almaya başlıyorduk… Bu tür bir yaşam, dövize bağlıydı. Yabancı paralar, Türk Lirası karşısında yükseldikçe, bizler de fakirleşmeye başladık. Tarım alanında yeterince buğday üretemez durumlara düştük… Son iki yıl içinde, fırınlarda iki liradan alınan ekmeğin ederi on kat arttı! Daha da ne kadar artacağı belli değil…
Ülkemizdeki inşaat sektörü doymak bilmeyen bir canavar gibi saldırıyor topraklara. Boş alan bulamadığı yerlerde, zeytinliklere, ormanlara göz dikiyor!
Binalar yükseldikçe yükseliyor, ayaklarımız yerden kesildiği için, fay kırıklarının üzerinde yaşadığımızı bile göz ardı ediyorduk. Kurallara uygun yapılmamış yapılar için ‘İmar Barışı’ adı altında af çıkarılıyor; para karşılığında ev görünümündeki ölüm tuzaklarına ‘yasallık’ kazandırılıyordu.
Ta ki, Şubat ayının 6. gününe kadar.
O gün bütün Türkiye, felaket haberleriyle uyandı! Merkezi Maraş olan büyük bir sarsıntı, çevresindeki on ili de kapsayacak biçimde yıkımlara, ölümlere neden olmuştu! Doğup büyüdüğüm kent, Malatya da bu sarsıntının içindeydi!
Aile yakınım olarak yeğenlerim yaşıyordu halen Malatya’da. Tevfik Temelli Caddesi üzerinde uzun yıllar kuaförlük yaparak yaşama tutunan, kendi çabalarıyla ailesini ayakta tutan Nurhayat da yeğenlerimden biriydi. Hemen telefonuna mesaj yollayıp durumunu sordum. Nurhayat’tan gelen haber, hayatta olduklarıydı… Evleri sarsıntıda zarar görmüş, ailece aşağı inip arabalarının içine sığınmışlardı.
Gelen haber her ne kadar insanın içini biraz rahatlatmış olsa da, bu kez başka kaygılara yerini bırakmıştı. Yarım saat içinde yeniden mesaj attım: Paraya gereksinim duyarlarsa haberim olsun diye… Yanıt gelmiyordu. Arabada üşümüş olmalılar ki, bir zaman sonra yukarı çıkıp bir şeyler almak istemişler. Tam o sırada ikinci büyük sarsıntıya yakalanmışlar! Hasarlı ev üzerlerine çökmüş! Karı koca kapıya, merdivenlere yönelmişler. İki erkek çocukları da kendine balkona atmış… Çocuklar kurtulurken yeğenim Nurhayat ve eşi, enkaz altında kalakalmışlar!
İkinci mesajımın yanıtsız kalmasının nedeni buydu.
Onlar enkaz altında ölümle boğuşurken, İstanbul’dan, Ankara’dan ve Kıbrıs’tan birer yeğenim Malatya’da hareket etti. Enkazın altından canlı çıkabilirler umudu içindeydik hâlâ… Malatya’dan gelen haber, umudumuzun boş olduğunu haykırıyordu oysa… Öteki yeğenlerimin evleri yıkılmış olsa da, canlarını kurtaracak fırsatı bulmuşlardı hiç olmazsa…
O gün bugün Malatya acısıyla yatıp kalkıyorum. Nurhayat’ın o şakacı, hep gülen yüzü gözlerimin önünden silinmiyor. Yeni emekli olmuştu. Bir çocuğu üniversiteye henüz girmiş, öteki lise son sınıftaydı.
Bir yazgı mıydı bu deprem? Kesinlikle, hayır! Göz göre göre gelmişti…