Yapıtlarında toplum, kültürel kimlik ve tarihi referansları özgün tarzıyla ele alarak, mizahi bir bakış açısıyla sunan Mevlüt Akyıldız, Ekavart Gallery‘deki son sergisi Casanova’nın Gönül Defteri ile insanı yine merkeze yerleştiriyor. Sergi, Casanova Kazım’ın hızlı ve baş döndürücü aşk trafiğinde yer alan çapkınlık serüvenlerine tanıklık ediyor. Bu serüvende Akyıldız’ın resimlerinin yanı sıra kendi sanatsal pratiği ile özdeşleşen camaltı çalışmalarından paravanlarla birlikte sergiye özel hazırlanan çizim defterini de sunuyor.
“Tüm düzen insan üzerine kurulu” diyen sanatçı ile Casanova’nın Gönül Defteri” adlı sergisini ve sanatsal üretiminin merkezine yerleştirdiği insan ilişkilerini konuştuk.
Günümüzün kuşkusuz en çok dile getirilen ve tartışılan konusu insan ilişkileri… Sizin sanatınızın ve bu serginin de merkezine yerleşen bir konu… Biraz bunu konuşalım istiyorum. Sanat pratiğinizin merkezine “insan”ı yerleştirme fikri nasıl gelişti?
Ben 1973 yılında 17 yaşındayken akademiye girdim. Ertesi yıl hemen atölyelere dağıldık ve Neşet Günal atölyesine geçtim. Neşe Erdok atölyede asistan hocamızdı. Daha sonra Paris’ten Mehmet Güleryüz geldi. Dolayısıyla hepsinin üretimleri figür ve insan ilişkileri üzerineydi. Ben de akademiye girdiğimden beri -belki bir atölye geleneği olarak- hep figür resmi yaptım.
Tabii insan üzerine yoğunlaşmamda çevremin, mahalleden arkadaşlarımın da üzerimde etkisi vardır. 20 yaşlarımda mahalle arkadaşlarımla birlikte Beyoğlu’nun gece hayatıyla iç içeydim. Musevi bir arkadaşım vardı, çok meraklıydı bu işlere… Arkadaşlarımla pavyonlara, randevu evlerine, batakhanelere girip çıktım. Bu mekanlara girdiğiniz zaman insan ilişkileri kendiliğinden tüm gerçekliğiyle ortaya çıkmaya başlıyor. Yine 1977’de söz ettiğim arkadaşımın Mahmutpaşa’da bir mefruşatçı dükkânı vardı; orada 3 ay boyunca eşarp sattım. Burada da aylarca insanlarla iç içeydim… Sürekli insanlarla ilişki kurduğunuz zaman ister istemez resminiz de insan ilişkileri üzerine şekilleniyor. Kısaca tüm düzen insan üzerine kurulu… Dolayısıyla insan ilişkileri üzerine düşünme ve üretmeye böyle başladım. Çünkü her şeyin başında insan var.
Sizi bu ortamlarda etkileyen nelerdi?
Ben o bulunduğum ortamlarda hep şunu gördüm; bütün bu insanlar dışarıdan baktığınız zaman son derece sefil bir hayatın, dramatik bir hayatın içinde gibi görünüyor. Ama içine girdiğiniz zaman o insanların da küçük mutluluklarla hayata tutunma motivasyonlarını görüyorsunuz. Kendi içlerinde bir hayat neşeleri var. Onların içerisinde bulunduğum zaman yaptığım tüm gözlemler hayatın neşeli yanını görmeme neden oldu. Bugün çok kaotik bir yaşam içindeyiz. Ama ben bütün o günlerden gelen alışkanlık mı diyeyim artık ya da terbiye mi onu da bilmiyorum; bu kaotik yaşamın içinde yine yaşanılabilir bir dünya olduğuna inanıyorum. Bu resimlerime de kendiliğinden yansıyor. Yani ben özellikle neşeli resimler yapayım diye yapmıyorum. Aslına bakarsanız ben de bir anlamda kendi resimlerimle hayata tutunmaya çalışıyorum.
Casonova’nın Gönül Defteri, serginizdeki Casonova Kazım karakterini de aslında günümüz toplumunun hiciv ve çelişkilerinin büyütüldüğü bir mercek gibi… Biraz bu karakterin yaratım sürecini anlatır mısınız?
Casonova Kazım hikayesinin çıkış noktası meşhur İtalyan Casonova… Hikâye oradan başlıyor. Bir de ben yıllar önce Ankara’da Amerikalı bir diplomatın evinde duvarda asılı resim gibi bir görsel görmüştüm. Buraya gelirken eski ofis kadın arkadaşlarının hepsi dudak izlerini koymuşlar ve imzalamışlardı. Bunu gördükten sonra böyle bir fikir geldi aklıma… Daha sonra bir arkadaşım Yeşilçam’dan birisine ait sahaflarda ya da eskicide bir defter bulmuştu. Defterin sahibi yapraklarına birlikte olduğu kadınların fotoğraflarını yapıştırmış, onlarla ilgili küçük notlar düşmüştü. Şu anda belki çok komik geliyor ama, bizim çocukluğumuzda böyle bir gelenek vardı. Kızlar artist fotoğrafları, erkekler futbolcuların fotoğraflarını yapıştırırlardı. Sergideki defter hikayesi de buradan geliyor. Bu sergidekilerin hepsi yaşanmış hikayeler.
Neden Casonova Kazım?
Kazım ismi çok fazla piyasada olmayan bir isim tabii… Şimdi Ahmet deseniz o kadar çok Ahmet var ki, herkes kendi üstüne alınırdı. Çünkü maalesef toplum olarak böyle bir süreçten geçiyoruz. Burada bir mart ayı boyunca Casonova Kazım, bu desen defterine takvim yaprağı gibi her gün birlikte olduğu kadın hikayesini işliyor. Aslında bakıldığı zaman sanki Kazım çok çapkınlık yapıyor gibi ama sergiyi dikkatli gezdiğinizde aynı zamanda kadınların bir oyuncağı pozisyonunda olduğunu görürsünüz. Genelde erkekler çok çapkın gibi görünür ama asıl çapkın olan kadındır. Kadın istemezse adam çapkınlık falan yapamaz. Bir de toplumumuzda erkeklerin yaptığı çapkınlıklar sanki çok matah bir şeymiş gibi anlatılır. Kadınların yaptığı çapkınlık ise rezil, rüsva bir şey olarak nitelendirilir. Halbuki çapkınlık çapkınlıktır. Eğer her iki taraf bekar ya da özgürse bu çapkınlık hikayesidir… Ama öbür türlüsü ihanet olmaya başlıyor. Ben burada bir çapkınlık hikayesi olarak ele aldım. İşin keyifli yanını almaya çalıştım.
Kazım karakterinin birlikte olduğu kadınların isimleri de çok ilginç..
Evet, hikâye mart ayıyla beraber çiçek isimleriyle başlıyor. Gül, Songül, Karanfil, Lale, Nergis, Sümbül, Menekşe… Bunlar görsel olarak daha resimsel olabiliyor ama bir noktadan sonra mine çiçeğinin çok fazla bilinirliği yok… Dolayısıyla onu biraz daha genişletmek için görselliği olan Meltem, Mehtap, Hilal, Deniz, Saadet, Sevda gibi isimlerle devam ettim… Bir de daha müzikalitesi olan isimler seçtim… Bu ironiyi daha da güçlendiriyor. Resimleri burada yazıyla da destekliyorum. Böylece izleyiciyle resim arasında daha iyi bir iyi bağ kurduğuma inanıyorum.
Sergide paravanlar ve çizim defteri gibi farklı formatlarını da sergiliyorsunuz.
Paravan malum şimdilerde pek kullanılmıyor ama eskiden daha çok arkasında kadınların soyunduğu bir eşyaydı. Ben bu sergide biraz paravanın arkasındaki gizlilik hikayesinden yola çıktım. İşin adı ZIPÇIKTI. Aniden adam kafasını uzatmış arkadaki kadına, çıplak kadına bakıyormuş gibi… Yani o paravanı kendi fonksiyonelliğinin dışında biraz hikayeyle anlatmaya çalıştım.
Kaç resim izliyoruz sergide?
Sergide 31 resim var. Casonova ile 32 resim. Ama o anlamı daha da kuvvetlendirmek için bir de desen defterini çizdim. O defter zaten takvim yaprağı niteliğinde ve oradaki hikayeyi daha da etkin ve daha anlaşılır bir hale getiriyor. Sergi yaptığınız mekanlar da kimi zaman sizi yönlendiriyor. Burada da öyle oldu. Galerinin köşesindeki koyu renk cam altlarını bir anlamda çağırdı buraya. Kısacası sadece resimleri koysaydık belki bu kadar etkili ve renkli olmayacaktı sergi.
Pratiğinize öne çıkan cam altı tekniğini de biraz konuşalım istiyorum. Bu teknikle çalışmaya nasıl başladınız?
1978-1977 yılında bankalar için tersten yazı yazıyordum. Şimdi bunu serigraf baskılarla yapıyorlar. Bu camın arkasına ilgili bankanın ya da mağazanın ismini yazar bant yapıştırırdık. Sonra banttın içine keserdik harfleri. Siyaha boyardık. O siyah konturun içini tersten yaldızla boyardık. Yine o yıllarda memleketim Kemaliye Eğin’e gittiğimde dedemin evinde bir tepsi buldum. Sinop Cezaevi işi bir tepsiydi… O tepsiyle birlikte döndüm. Tepside iki tane çiçek ortasında Sinop yazıyor… İncelediğimde bilmeden tepsideki tekniği zaten yaptığımızı gördüm. Ben de o dönemde şu anda sokaklarda görmeyeceğimiz ama o yıllarda çok yaygın olan dansözleri, şarkıcıları, ayı oynatıcıları, çalgıcı aileler gibi tipleri bu teknikle yaptım. Mesela Kurtuluş’ta sokakta bir aile, baba klarnet çalar, anne darbuka çalar, kız oynar, şarkı söyler falan böyle tipler vardı. Sokak çalgıcıları vardı. Onları çizmeye başladım.
Daha sonraki süreçte de benim kendi resimlerime, hikayelerime de girmeye başladı bu teknik. Sadece cam altı tekniğini kullanarak kendi resimlerimi yaptım. Şimdi cam altı tekniği yağlı boyayla çok ters bir şey. Çünkü cama ilk vurduğunuz boya en önde görünüyor ama yağlı boyada ilk vurduğunuz şey en altta kalıyor. En son vurduğunuz tuşu görüyor biliyorsunuz. Ya da bir adamı sağ tarafa bakarken cama çevirdiğiniz zaman adam sol tarafa bakıyor. Yani tersten. Yazılar tersten yazılıyor. Bir anlamda her şey tersten kurgulanıyor.
Peki şu an üzerinde çalıştığınız bir konu, proje var mı?
Şu anda bir ilham defteri yapıyoruz tekrar. Bunu daha önce yapmıştık 2007’de. Böyle ufak tefek projeler var, yani yapıyoruz. Çalışıyoruz, hayat devam ediyor yani.
Peki siz, Türk toplumunun yaşadığı toplumsal çelişkileri görünür kılan bir sanatçısınız. Şu anki toplumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şu anda toplumda büyük bir akıl tutulması yaşanıyor. Ben tüm bunlardan kaçmak için daha çok köyde yaşıyorum. Orada daha doğal bir hayat içinde yaşıyorum. Yani ağaçlarla, köpeklerle, ormanla… Çünkü hayatın temeli doğa ve biz de doğanın bir yaratığıyız. Her şey bu kaos ortamı içinde hızla değişip dönüşüyor bir de İşte eskiden televizyon başına geçerdik yılbaşında dansöz seyrederken şu anda dansöz resmi yapmaya korkuyoruz.
Nitekim Feshane’deki “Ortadan Başlamak” sergisinde benim resme saldırmışlardı “vay efendim bilmem ne falan” diye. Bir de bunun için soruşturma geçirdik. Yani şunu demek istiyorum toplum çok farklı bir şeye eviriliyor. Eskiden insanların daha fazla ortak değerleri vardı.. Fakat şimdi toplum tam bir karpuz gibi ikiye bölünmüş durumda. Eskiden futbol maçı vardı. Şimdi futbol için insanlar birbirlerine nefret kusuyor. Yani böyle tuhaf bir şeye dönüştü toplum. Eskiden Batı hayranlığımız vardı. Şimdi Doğu hayranlığımız var. Eskiden batılı anlamda resim yapardık. Şimdi Doğulu anlamda resim yapılıyor. Ama yine de ben hep daha umutluyum ya da daha iyimserim. Yani gelecek zamanda bütün bu yaşanılan sancılı süreç aslında yeni bir şeyleri çıkaracak kendiliğinden.
Sanat ortamını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben mesela kendi adıma buradan da uzak duruyorum diyebilirim. Hiç bu çalkantıların, kargaşanın içine girmiyorum. Yok çağdaş, modern bilmem ne fuarları olayına girmedim. Açıkçası kendi dünyamda gelecek zaman içinde inandığım şekilde hakiki olarak kalmak istiyorum. Yani böyle nabza göre şerbet veren, düzene göre uyum sağlamaya çalışan bir adam değilim. Kendi bildiğim çizgide bir kimlik oluşturdum. Daha sonraki süreçte insanlar yanlış, kötü bile bulsalar en azından hakiki olarak değerlendirsinler düşüncesindeyim.
Tarihten bir örnekle devam edeyim. 1876 ya da 1874 olmalı Empresyonistler sergi yapmak istiyorlar Paris’te. Devlet sergisi mi artık? bilmiyorum almıyorlar bunları. Onlar da karşıya gidip başka bir mekânda alternatif bir sergi yapıyorlar. Eleştirmenler geliyor sergiye, dalga geçiyor bunlarla. Sanatın öyküsünde Gombrich şöyle yazar bu olayla ilgili: o zaman alay edeceklerine bir resim alsalar torunları şu anda zengin olurdu. Yani şunu söylemek istiyorum toplumda her zaman anında ya da o zaman içinde alkışlanan birçok şey daha sonraki süreçte yok olmuş. Veya o zaman itilip kakılan bir şeyler daha sonra hep ortaya çıkmış. Yani bunun çok daha bariz bir örneği Igor Stravinsky’nin Bahar Ayini. İlk sahneye çıktığında adamı yuhalıyorlar. Oyun bitmiyor bile… Şu an ise modern müziğin babası olarak nitelendiriliyor.
Yine şey Çaykovski’nin Kuğu Gölü balesi hiç tepki almıyor. Öldükten bir yıl sonra diyorlar ki anısına bir oyun koyalım. Bunu koyuyorlar oyun patlıyor. Adam görmüyor bile yani. Şimdi sanat tarihi bu örneklerden dolu… Kendi sanatıma baktığımda ise bir kısım insan çok beğeniyor, bir kısım insan hiç beğenmiyor. Son derece demode bulanlar var. Ama ben inandığım şeyi yapıyorum. İleride ne olacak onu bilmiyorum. Yani belki bugün çok alkışlanan sanatçılar Türkiye’de yurt dışında yarın hiç anılmaya bilir. Şu anda mesela tamimiyle bir fuarlar hegemonyası var sanat dünyasında. Orada büyük bir Pazar var ama bizim çarşamba pazarı gibi bir pazar bu… Buralarda köpürtülen özellikle genç sanatçılar daha sonraki süreçte kalıcı olabilir mi şu anda bunu kestirmek çok zor. Kısaca ben sadece işimi iyi, namuslu ve dürüst yapmaya çalışıyorum. Benim sorumluluğum bu. Çünkü sanat çok uzun vadeli, uzun bir serüven.
*Casanova’nın Gönül Defteri, 27 Ocak’a dek görülebilir.