İklim değişikliği-enerji ekonomisti ve performans sanatçısı Ayşe Ceren Sarı, çevrebilimci ve sanatçı Serkan Kaptan ve küratör Yasemin Ülgen’den oluşan birbuçuk, çalışmalarına 2017’deki Solunum adını taşıyan yarı-kapalı buluşmalarla başladı. birbuçuk yeni tasarımı Sindirim buluşmaları ile ilk kez halka açılacak ve bu yıl İstanbul Bienali’nin konuğu olacak. birbuçuk ekibi ile kolektiflerinin çalışmalarını, Sindirim’i, insanlık olarak aştığımız sınırları ve mikro anlatıların ekolojik değişim için neden önemli olduğunu konuştuk.
SANATÇILAR VE AKADEMİSYENLER BİR ARADA
birbuçuk olarak yola çıkarken hedefiniz neydi? Kolektifin ilk büyük projesi olan Solunum’dan biraz bahseder misiniz?
Ayşe Ceren Sarı: Biz ortak geçmişi ve paralel yolları olan arkadaşlarız. Üçümüz de farklı alanlarda, özellikle sanat ve toplumsal hareketlerde politik ekoloji yaklaşımı üzerine çalışıyoruz.Bir gün bu ortaklık üzerine sohbet ederken ortaya birbuçuk fikri çıktı. Akademi ve toplumsal hareketlerle sanat alanında tartışılan konuların eş zamanlılığı ve benzer yaklaşımları çok ilgimizi çekiyordu. Bu durumu ve ilişkilenmeleri anlamak için bir haritalandırma çalışması yapmaya başladık ve gördük ki politik ekolojinin kapsadığı konuları çalışan, bu alanda üreten, eylemde bulunan kişilerle, yine bu konuları çalışan sanatçılar çok benzer yaklaşımlarda işler üretiyor ama tanışmıyor ve dolayısıyla ortak üretimlerde bulunmuyor. Bahsettiğimiz alanların bilgi, yöntem ve duygusunun bir arada olması fikri bizi çok heyecanlandırdı ve Solunum programını hazırlamaya karar verdik. Solunum programı kapsamında yaptığımız toplantılarda, her toplantı için ortaya bir metin çıkarıyoruz. Müşterek dil ve bilgi birlikteliği üzerinde önemle durduğumuz konular. Bu sebeple toplantılarda söylenen sözlerin bir araya geldiği, katılımcıların belli, sözlerin anonim olduğu bir metin oluşturuyoruz ve ardından web sitemizde (birbucuk.org) metni herkesin kullanımına açık bir şekilde paylaşıyoruz.
birbuçuk SİNDİRİM’LE HALKA AÇILIYOR
Solunum, belli sayıda davetlinin katılımıyla kapalı toplantılar şeklinde yürütüldü. Peki halka açık olan bir dizi toplantı yapma fikrine, yani Sindirim’e nasıl karar verdiniz?
Yasemin Ülgen: Solunum’da sosyo-ekolojik metabolizma kavramını merkeze alarak su, biyoçeşitlilik, kültür, metabolizma, sınırlar, gıda, iklim, maden, toplumsal cinsiyet, enerji gibi başlıklarda yarı-kapalı toplantılar yaptık. Solunum programının bundan sonraki toplantıları toprak, atık, kent, müşterekler ve gelecek gibi başlıklar altında yine aynı formatta olacak.
Serkan Kaptan: Öte yandan çalışmalarımız devam ederken, Ekim 2018-Haziran 2019 arasında araştırma yöntemlerimizi geliştirmek ve farklı kişilerle çalışmalarımızı paylaşmak için İstanbul Bienali Çalışma ve Araştırma Programı’na dahil olduk. Sindirim programı fikri bu süreçte ortaya çıktı. Akabinde bienalin kavramsal çerçevesi belirlendiğinde, kamusal programları oluşturmamız için İKSV’den davet aldık ve katılımcılarımızla içeriği oluşturmaya başladık.Sindirim’de değindiğimiz odak konularımızla ilişkilenen çeşitli disiplinlerden katılımcıların sunum ve performansları, Solunum’un aksine halka açık etkinlikler olarak gerçekleşecek.
SİNDİRİM GÜNCELDEN BESLENİYOR
Sindirim toplantılarının içeriğine karar verme sürecinden bahsedebilir misiniz? İçeriğiniz güncel olaylarla paralellik taşıyor mu ya da onlardan ne oranda etkileniyor?
YÜ: birbuçuk olarak temel meselemiz ekoloji mücadelesinin politik ilişkilenme biçimleri. Türkiye’de özellikle 2000 sonrası yaşanan çevre sorunlarının her biri oluşturduğumuz içeriğin belirleyicileri oluyor elbette. Sindirim’de, çalışmalarında politik ekoloji, çevre ihtilafları, üretim-tüketim süreçleri, meta-sınırların genişlemesi gibi odakları olan kişilerin sunumları ve sanatçıların üretimleriyle tüm bu politik süreçlere olabildiğince temas etmeyi umuyoruz.
A.C.S: Mayıs ve Haziran aylarında, kamusal programın katılımcılarıyla odakları belirlemek ve ortak bir dil üretmek için atölyeler yaptık. Sindirim programı da bu buluşmaların ardından, gündelik ve sıradan beş nesneyi merkeze alıp o nesnelerin ekoloji bağlamında süreçlerini ve temaslarını irdeleyen veya onları yer yer kavramsallaştıran, her birinin kendine özgü formatı olan sunumlardan oluşuyor.
SANATÇILAR EKOLOJİYİ ES GEÇMİYOR
Ekolojik sanat 1960’lı yıllardan beri bazı sanatçıların sanat pratiklerinde yer alıyor. Şimdiyse İstanbul Bienali’nin kavramsal çerçevesi oldu. Bunun sebebini gerçekten kaynakların sınırına dayanmamıza bağlayabilir miyiz?
Y.Ü: Toplumsal mücadele ve sanatı ilişkisiz alanlar olarak düşünmemek gerekiyor. Sanatçılar, insan ve insan olmayan arasındaki ilişkiyi sorguladıkları, çevre meselelerine dikkat çeken çok güçlü işler üretiyor ve izleyicilere önerdikleri yeni bakış açılarıyla sanat alanında yeni tartışma alanları yaratıyorlar. Türkiye’de 2000 sonrası yükselişe geçen ekoloji mücadelesinin kırsalın yanı sıra kentte de artış göstermesinin elbette birçok sebebi var. Soframızdaki gıdadan içtiğimiz suya ya da büyük AVM’lerin enerji ihtiyaçlarından inşaatlarda kullanılan hammaddeye kadar kenti büyüten tüm kaynaklar kentin sınırlarının dışında bulunuyor. Birçok anlamda sınıra dayanmaktan da öte, aslında sınırı aştık. Bienal gibi uluslararası ve farklı kesimlerden ziyaretçilere ev sahipliği yapan sanat etkinliklerinde bu denli kritik meselelerin tartışmaya açılmasını çok önemli buluyoruz.
GEZEGENİMİZİN LİMİTLERİNİ AŞTIK
“Sosyo-ekolojik metabolizma” kavramını merkeze aldığınızdan bahsediyorsunuz? Bu kavramı biraz açabilir misiniz?
SK: Var olan sosyo-ekonomik yapı ve süreçlerin tıpkı bir beden gibi metabolizması var. Bu yapı ve süreçlerin kendini yenilemek ve işlevlerini yerine getirmek için iki şeye ihtiyacı var: Enerji ve madde. İhtiyaç duyulan enerji ve madde miktarı artık gezegenin taşıma kapasitesinin çok üzerinde. Bu durum özellikle gelişmiş ülkeler için geçerli.Enerji ve madde ihtiyaçlarının karşılanması için çaba gösteren insan ve insan olmayan tüm varlıklar, ekosistemler, topluluklar, kültürler ve ilişkiler giderek artan bir hız ve şiddetle tahrip ediliyor. Bu süreçte çok katmanlı güç ilişkilerinin ve üretim-tüketim süreçlerinin merkeze oturduğunu görüyoruz.Bu nedenle bu karmaşık yapı ve ilişkilere bakarken, beşeri ve doğal bilimlerin farklı alanlarındaki bilgiyi toplumsal hareketlerin deneyimleriyle bir araya getiren bir yaklaşıma ihtiyaç duyuyoruz. Politi- ekolojik bakış açısıyla “sosyo-ekolojik metabolizma” kavramı bizim için bu ihtiyaca dair toparlayıcı bir çatı sunuyor.