Ayfer Tunç’tan “Memleket Hikâyeleri” - ArtDog Istanbul
Akşehir Sanatkârlar ve İdman Yurdu’nda Bıçakçı Gümüş Ahmet’in kurduğu bando.

Ayfer Tunç’tan “Memleket Hikâyeleri”

Ayfer Tunç’un kitabı “Memleket Hikâyeleri” bir toplumun ulus devlete evrilirken çağdaşlaşma adı altında kaybettiği değerlerin hem eleştirisi hem de olana ve kaybolana has bir güzelleme.

/

Türkiye her geçen gün yeni bir memleket hikâyesinden geçiyor. Açık Radyo’nun karasal yayınına son verildiği, faili malûm cinayetlerin üzerinin kapatıldığı, çocuk katliamlarının at başı gittiği memleketimizde insan, tarihin tekerrürünü kırmanın umuduyla yaşıyor. Bu sorunlar; yaşananların aslında toplumun kollektif belleğinden kaynaklanan davranış bozuklukları olduğunu anımsatıyor; çünkü “evlatlar” ana-babalarını tekrar eder ve toplumun [geçmişindeki] kollektif davranış kalıpları sonraki üyelerine geçer. Bu döngüyü kırmak için “evladın” bilinçli bir şekilde çabalaması, “tarihi tekerrür ettirmemesi” gerekiyor.

Memleket Nedir?

Ayfer Tunç’un Can Yayınları’ndan çıkan Memleket Hikâyeleri, memleketimizin özürlü döngüsünü denemeler, fotoğraflar ve hikâyeler eşliğinde kurgularla örüyor. Eser, İstanbul ve İstanbulluluk, taşra ve taşralılık; hatırlama ve unutma, travma ve sağaltma; batılılaşma, alışkanlıklar, zihin haritaları, önyargı, köken gibi kavramlar eşliğinde o kavramların yansısı olan imgelerden yola çıkarak şu soruları soruyor: Memleket nedir? “Ne”ye millet denir? Şehir nedir? Şehirli kimdir? Taşra nedir? Taşralı kimdir? İstanbul neden sevilir? İstanbul’dan neden kaçılır? Görgü nedir? Görgüsüz kime göredir? Hatıralara neden itibar edilmez? Yeni, nasıl yoz olur; eski, neden gözden yiter? Milliyet[çilik] insanın sadece “kendi milleti ile” mi sınırlıdır?

Zor sorulardır bunlar; Türkiye gibi geçmişiyle helalleşemeyen hem birbirini kucaklayan hem de birbirinin gözünü çıkaran bir toplumun davranış bozuklukları sağaltılmadan cevapları pek de verilebilir gibi görünmez. Gün geçmesin, yeni bir felaket haberiyle karşılaşmayalım. Öyleyse tarih nasıl tekerrür etmez?

Memleket Hikâyeleri’nin ilk bölümü bu konuda pek umutlu değil; bu nedenle insanı daha ilk satırdan itibaren çarpıyor. Ana babalarının önyargılarını tekrar eden evlatların, yeni bir kimlik arayışındaki milletin aslında kendini yok ettiğinin farkında olmayan sakinlerinin, şehirlilerin ve dışarlıklıların, “görgülülerin” ve “görgüsüzlerin”, para sevdalılarının, yitip giden İstanbul ağlayışlarının ve samimi dindarların hüznü okurun yüreğine çörekleniyor.

Ayfer Tunç Fotoğraf: Canan Aşık

Memleket Yazıları

Memleket Yazıları; Memleket Hikâyeleri’nin ilk bölümü ve deneme olarak da adlandırılabilecek anlatılardan mürekkep. “Büyük Siyah Lekeler” adlı ilk deneme, kitabın bütününe yayılan ve meselelerini oluşturan kavramlara bir giriş niteliğinde: Türkiye’de “eskinin tozlu, kirli, aşınmış” sayıldığını, “hatıraların sadece zihinlerde taşındığını”, “yeninin, yeni evin, eşyanın, mahallenin sevildiğini”, “yıkımların heyecanlandırdığını” ve yıkımlarla “geçmişin nesneleri ve belgelerinin yok edildiğinin sanıldığını.”

Taşralılığın ve taşranın şehir karşısındaki ezikliği; taşraya, taşralılığa dair sözcüklere ve taşranın Türk edebiyatındaki akislerine yer veren bir kavram okumasıyla Memleket Yazıları’nın ikinci denemesini oluşturuyor. Taşra; Ayfer Tunç’a göre, şehirlinin zihin haritasında “boğuntulu, gülünç” bir alan; çünkü bir birim İstanbul’a ne kadar uzaksa o kadar taşra. İstanbul’dan ne kadar uzaktaysan o kadar taşralısın. Türkiyelinin ortak algısında şehirli aslında İstanbullu, “şehir” de hep Poli, yani İstanbul. İstanbul; “dışarlıklı” olanın, içinden bir kere bile olsa “en te poli”ye [şehre] yerleşmenin hayalini geçirdiği ulaşılması güç bir aşk.

Şehirliye göre taşra ve taşralı; yaban, tuhaf, öteki ve gülünç. Medeniyetten ırak. Memleket sorunlarına yabancı olan kimi Boğaz çocukları; taşraya sevecenlik ve samimiyet kisvesi altında saklamaya çalıştıkları bir alaycılıkla bakar. Onlara göre Bakırköy’den sonrası bile taşradır; oradaki “varoş” mahallelerde “varoşlar” oturur; ancak Ankara ve İzmir müstesnadır. Buralar taşradan sayılmaz, dolayısıyla Ankaralı ve İzmirli taşralı değildir. Sebebi; Ankara’nın üstlendiği kurtarıcı baba figürü, İzmir’inse “suyun öteki yakasındanlığı.”

Kurucu Baba Ankara

Ankara’nın kurucu baba figürü, kapsamlı olarak Yakup Kadri’nin Ankara romanında anlatılır. Ankara, Yakup Kadri’nin Ankara romanında bir masal iklimi, kurtuluş ve yeniden doğuş mekânı olarak resmedilir. “Orada bir köy var uzakta, o köy bizim köyümüzdür,” dizelerini anımsatırcasına Ankara; gerçekten de Millî Mücadele’nin simgesi, bir kurtuluş, nihayetinde kuruluş merkezidir. İstanbul’un dışlandığı, yerine Ankara’nın konulduğu yirmili ve otuzlu yıllarda İstanbul, geçmişi hatırlatır. Ankara ise çağdaşlaşmanın; yeninin, yeniliğin simgesidir. Viran bir ülkenin bereketidir; bu nedenle Ankara, toplumsal bellekte yavaş yavaş taşra olmaktan çıkar. Bununla birlikte; Cumhuriyet’in ilanından evvel Ankara, taşra olarak görülür. Halide Edip’ten Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na hemen hemen tüm erken Cumhuriyet Kuşağı yazarlarının romanlarında sezdirdiği gibi Ankara’nın yerlileri; Cumhuriyet’ten sonra bu şehre yerleşen İstanbullular için eğitilmesi, temizlenmesi ve terbiyeden geçirilmesi gereken ötekilerdir. Onları birbirine yakınlaştıran Cumhuriyet değerleridir. İstanbullu-yeni Ankaralı, pürist bir yaklaşımla yerliyi Cumhuriyet kavramları doğrultusunda ehlileştirmeye çalışır. Yerli de buna gönüllüdür; ancak ulus devlet hatırlamak kadar unutmayı da içerir. Hafızasızlık Ankara’nın yeni alışkanlıklarına yansır. İstanbul’u bırakıp Anadolu’nun içinde bir kasabayı ülkenin merkezi yapan Cumhuriyet, her ne kadar köylü, milletin efendisidir dese de ulus devlet ideolojisini milletin efendisi kılmış ve Batılılaşma çabasının getirdiği alışkanlıklara uyum gösteremeyenleri geleneksel kültürle yeni kültür arasında sıkıştırmıştır. Belki de taşralılık [varoşluk] aslında bu sıkışmışlıktır ve bu sıkışmışlığın taşrayla ya da “dışarıda kalmayla” hiç ilgisi yoktur.

İlginizi çekebilir:  "Saraydan Kız Kaçırma"

ArtDog Istanbul 25. Sayı200,00Kasım – Aralık 2024

“Semiha Berksoy Berlin’de” Sayısı

ArtDog Istanbul basılı dergi satış noktalarını görmek için tıklayın.

Kapak: Semiha Berksoy, Sound, sunta üzerine yağlıboya, 1970. ©️ Semiha Berksoy ve GALERIST’in izniyle. Hamburger Bahnhof – Uluslararası Çağdaş Sanat Müzesi.

Başarılı

Ayfer Tunç ikinci denemesinin son paragrafında “taşra” kelimesinin “varoş” sözcüğüne göre daha masum olduğunu, “varoş”un birine kibarca hakaret etmenin en nazik biçimi sayıldığını söylüyor. Erken Cumhuriyet kuşağının İstanbullu ailelerinin sıklıkla kullandığı, şimdilerde pek rağbet görmeyen “dışarlıklı” sözcüğü de “taşralı” ifadesinde olduğu gibi “varoş” kelimesine göre daha masum sayılıyor.

Memleket Yazıları’nın üçüncü anlatısı, taşra ve şehirden çok memleket kavramını köken, aidiyet, hemşerilik kavramları çerçevesinde, memleketi “yurt” olarak görmeyi tercih eden bir bakışla yorumluyor. Bunu yaparken sonraki anlatıların, İstanbul’a Güzelleme’nin ve İstanbul’a Ağıt’ın bir bakıma giriş cümlelerini kuruyor. İstanbul’u tutkuyla sevmenin, bir şehri terk edememenin, bir şehre âşık olmanın, âşık olunan tarafından gözden çıkarılmanın platonik aşkını dile getiriyor. Yazı tekniği bakımından ise kitabının her üç bölümünde olduğu gibi, yazar, anlatısına uygun bir kurgu biçiyor, bilinç akışının esrikliğine uğramadan okuru düşüncelerine davet ediyor.

Bir Fotoğraf Ne Çok Şey Söyler…

Hayat anılardan oluşur; ancak anılar kaçamak ve uçucudur, maddi dünyanın katmanlarına gizlenmiştir. Bu “dünya” kimi zaman bir fotoğraf, bir iç mekân ya da sevilen bir şehir olabilir.

Roland Barthes; Camera Lucida isimli makalesinde fotoğraf imgesinin “dehasının” ya da “özünün” fotoğraflanan nesnede saklı olduğunu; belirli bir fotografik anlatıda, geçmiş ve şimdinin mutlak bir kesişiminin söz konusu olduğunu öne sürer.

Roland Barthes’a göre her fotoğraf anlamın bir ipucudur. Öyledir de. Fotoğraflanan kişi veya nesne bir göndergedir. Barthes, göndergenin kimliğinin “poz verme” sırasında başka bir şekle, bir imgeye dönüştüğünü, fotoğrafı çeken ile izleyici arasında ortak hayal gücünün meydana geldiğini dile getirir. Burada; aslında imgenin niyeti izleyicinin niyetiyle bir araya gelir, yeni anlamlara yelken açar ve imgede gizli “zamanın ruhu” [zeitgeist] görünürleşir. Bıçakçı Gümüş Ahmet ve Bir Bando Hikâyesi; imgeye işte böyle bir yaklaşımla bakar ve zamanın ruhunu dönemin sosyopolitik zemininde değerlendirir. Altının üzerinde fotoğraf eşliğinde yorumlanan Bıçakçı Gümüş Ahmet’in bando macerası; “Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında Anadolu’nun her yerinde devlet eliyle veya eşrafın ön ayak olmasıyla Batılılaşmanın ve modernleşmenin yerleştiriciler eliyle yeşermesinin” [s. 57] bir yansımasıdır. “Akşehir Sanatkârlar İdman Yurdu’nun sivil faaliyetleri dönemin milli ruhu ve cumhuriyet projesinin gereği olarak bandonun kurulmasıyla taçlanır. Böylece sivil bir toplum kuruluşu bir anlamda devlete eklemlenir; askerî bir disiplin, ciddiyet kazanır.” [s. 57]. Bıçakçı Ahmet’in “büyük paralar harcayarak şahsi bandosunu kurmuş bir adam olması, elli yıldan fazla bir süre boyunca bando ve klasik Batı müziği aşkından vazgeçmemesi onu bu hikâyenin kahramanı” [s. 58] yapar.

Memleket Hikâyeleri

Metropolde yaşayan birey, kent yaşamının kaosundan, uyaranlarından ve değişkenliğinden korunmak için mesafe kavramını geliştirmiş ve böylece kendini korumuştur. Ancak geleneksel ortamlarda sosyal gerçekler farklıdır. İnsanlar birbirleriyle daha yakın ilişki içindedir. Dış ve iç uyaranlar metropoldeki kadar fazla değildir. Dolayısıyla; metropolün bilişsel yapısı, daha küçük ikâmetlerin tersine “daha çok duygulara ve duygusal ilişkilere” hitap eder. Şehirli-taşralı; Batılı-Doğulu, yerli-yabancı, yeni-eski, biz-öteki, arasındaki gerilim metropol ile kasabanın bu farklı bilişsel yapılarında aranabilir. Ayfer Tunç’un, eserinin ismiyle aynı başlığı taşıyan ve anlatısının üçüncü bölümünü içeren Memleket Hikâyeleri; Türkiye toplumun çeşitli kesimlerinden gelen bireylerin, adeta birer “fotoğrafını” çekiyor ve onları şehirli-taşra, Batılı-Doğulu, yerli-yabancı, yeni-eski, biz-öteki, alışkanlıklar, zihin haritaları ve meslek seçimleri üzerinden okuyor. Böylece, Türkiye’nin yüz yılını bireyler üzerinden değerlendiriyor. Kişilerin, yaşadıkları coğrafyaya göre dış dünyayla geliştirdikleri ilişkileri, kendilerini korumak üzere kurdukları mesafeleri, değer yargılarını, yeniliğe ve geleneğe bakışlarını inceden inceye laf kalabalığı yapmadan aktarıyor.

Bu memlekette köken meselesi her zaman karışıktır, Todi musikisi, Pontus, Zanaatkarlar gibi kısalı uzunlu hikâyeler, “millet” kavramını katmanlı ancak sınırlar ötesi ve yekpare bir kavram olarak alımlıyor ve Memleket Hikâyeleri’nin temel cümlesini kuruyor.

Previous Story

“Bir Varış Bir Yokuş” Üzerine

Next Story

Fotoğrafçı Avni Lifij

0 0,00
02_ArtDog_CD_Logo_RGB_Black

BÜLTEN

Türkiye ve dünyadan haftalık kültür-sanat haberleri, inceleme yazıları, sergiler ve etkinlikleri takip et.

Bülten aboneliğinde ArtDog Istanbul’un gizlilik sözleşmesini kabul etmiş olursunuz.