Alman kökenli İsviçreli ressam Paul Klee bu sözüyle, sanatçının tanık olduğu dehşeti ve karmaşayı anlamlandırma çabasının sonucu olarak soyut sanatın ortaya çıktığını iddia ediyordu. Yirminci yüzyılın başlarında iki dünya savaşı arasında dünyanın yaşadığı yoğun siyasi ve sosyal çalkantılara tanık olan ressamın, soyut sanatı, somut dünyayla başa çıkma yöntemi olarak görmesinin psikolojik bir çözümleme çabası olduğu da aşikar. Sanat, yalnızca toplumun, dolayısıyla da sanatçının acı ve korkularını en saf/içeriden duygularla aktarma yöntemi değil, izleyicinin de kendi deneyim ve duygularını yansıtmasının bir yoludur. Zaten, sanatı evrensel (evrende yalnız olduğumuz kibirini bir yana bırakarak küresel demeyi yeğlerim) bir dil haline getiren de budur muhtemelen. Sanat sadece acıyı ve korkuyu aktarmıyor elbette, bütün diğer duygularla birlikte hepimizin kendi hikâyemizi bulabildiğimiz ortak bir alan da yaratıyor. Doğal olarak teknoloji ve bilimin gelişimi de bu yeni anlatım biçimlerini şekillendiriyor. Öte yandan, bazıları, soyut sanatı modernizmin yükselişiyle de bağdaştırıyorlar.
Paul Klee üzerinden düşündüğümüzde acaba “skleroderma” adlı, ilerleyici otoimmün bağ dokusu hastalığının yarattığı güçlükler ve izolasyon, bunun yanı sıra Nazi Almanyası’nda “yozlaşmış sanatçı” olarak damgalanması, işsiz kalması ve dışlanmasının yarattığı stres etkenlerinin de böyle düşünmesinde ve sanatında etkisi olmuş mudur? 1930’larda bazı eleştirmenler Klee’nin sanatını “şizofrenik” olarak nitelendirmişse de, bunu bir hastalığa değil şizofreni ifadesinin önyargılı biçimde kötüye kullanımına bağlayabiliriz. Klee, tüm bu zorluklara ve beş yıl boyunca gittikçe ağırlaşan hastalığına rağmen, hayatını kaybettiği 60 yaşına kadar zihinsel kapasitesini ve üretkenliğini korumuş, her yıl binden fazla eser üretmiştir. Ancak, sanat tarihçileri hastalığının ilerlemesiyle beraber, hem fiziksel güç kaybının hem de içsel duygusal derinliğin bir yansıması olarak çizgilerinin kalınlaştığını, renk paletinin koyulaştığını, çalışmalarının daha soyut ve sembolik hale geldiğini söylüyorlar. Klee’nin hastalık sonrası eserleri modern sanatın içsel, duygusal ifadeye odaklanmasının öncüleri arasında kabul ediliyor. Bu dönemde, hastalık ve ölüm temalarını daha sık işlemesi ise oldukça anlaşılabilir bir durum.
Günümüz “hakikat sonrası” (post-truth) dünyasında acaba sanat nasıl etkilenmektedir? Her geçen gün medya ve bilgi kaynaklarının bireyler üzerindeki etkisinin arttığına, algı yönetimi ve bilgi sunumunun toplum psikoloji üzerinde büyük bir etki yarattığına tanık oluyoruz. Gerçeğin yerini duyguların ve kişisel inançların aldığı, her şeyin hızla tüketildiği, bilginin manipüle edilip gerçekliğin göreceli hale geldiği bu dünyada, sanatın da bundan nasibini alacağını düşünmek çok iddialı olmaz. Geçen yüzyılın başında, Klee’nin söz konusu aforizmasıyla altını çizdiği gibi, bilinçdışı kavramının keşfi ve ifade edilmesi ile gerçek üstücü sanat ve psikanaliz arasında güçlü bir bağ kurulmuştu. Bu hakikat sonrası çağında da, benzer bir ilişki belki “farkındalık” (mindfullness) ve “siber veya dijital sanat” arasında kurulabilir? Yani, izleyiciyi sanat eseriyle etkileşime geçiren siber ya da dijital sanat, onların kendi duygusal ve düşünsel süreçlerinin farkına varmalarına olanak sağlayabilir. Böylece, izleyiciler sanata katılarak kendi gerçekliklerini yaratıp deneyimleyebilir. Sanat, genel anlamda izleyenin “an”da kalmasına ve çevresel uyarılara bilinçli bir şekilde yanıt vermesine olanak tanıdığı için bireyin içsel deneyimlerine ve farkındalığına odaklanmasına olanak sağlar. Sanat estetik deneyimin yanısıra izleyenlerin kendi farkındalıklarını keşfetmelerine de olanak tanıdığı için bir nevi “farkındalık aynası” işlevi görebilir.
Sanatın eleştirel bakışı izleyicileri bilgi ve gerçeklik kavramlarını sorgulamaya teşvik edebilir. Üstelik bu etkileşim muhtemelen sadece dijital sanatla sınırlı kalmayacaktır. Bilginin manipülasyonu ve hakikatin göreceliliği, sanatın gerçeklik yerine algıyı -her zamankinden de daha fazla- yansıtmasına neden olabilir; böylece sanat, bireylerin dünyayı algılama biçimlerini sorgulayan bir platform haline de gelebilir. Böyle olursa, sanatçıların daha “provokatif” çalışmalara yönelmesi ve sanatın bu kez bir direniş aracı olarak öne çıkması beklenmez mi? Sanat, her zamankinden daha yoğun olmak üzere toplumsal eleştirinin bir aracı haline geleceği için sanatçılar, mevcut sistemlerin ve yapının sorgulanmasına öncülük edebilirler. Böylece, sanatçıların izleyicilere sunduğu yeni perspektif ve anlayışlar hem yaratıcılığın hem de algı özgürlüğünün bir ifadesi olabilir. Bu noktada Klee’nin sözünü günümüze uyarlama cüretini gösterirsem şöyle söyleyebilirim: “Bu dünyada gerçeğe ulaşmak ne kadar zorlaşırsa, sanat da o kadar algının aynası haline gelir.”
Günümüzde bilgi ve gerçekliğin giderek daha belirsiz hale geldiğini, gerçeklik manipüle edilebilir ve göreceli hale gelince de, sanatın bu bulanıklığı yansıtmak için farklı bir rol üstleneceğini ön görebiliriz. Sanatın güzelliği, hem kişisel duygularımızı, hem de toplum olarak bilinçdışımızda taşıdıklarımızı gözler önüne sermesinde değil mi aslında? Özellikle, neyin gerçek olduğunu bilemediğimiz şu dünyada, sanat bize içimizdeki karmaşayı göstererek adeta ruhumuza bir ayna tutuyor. Üstelik giderek küreselleşen, sınırların silikleştiği günümüz dünyasında sanat artık sadece estetik değil, farkındalık da yaratan, sistemi sorgulayan, direnen bir araç. Ve belki de her zamankinden daha küresel bir dil.






