Uzun yıllardır üreten bir sanatçı olarak Sound of Silence bu çizgide nereye oturuyor sizce?
Sergilerimde bazen sadece kadını, bazen de kadın ana başlığında toplumu anlatan temaları kullanmayı seviyorum. Bu sergimin çizgisi ikinci temaya uyuyor bu durumda. Halen süregelmekte olan diğer sergimden görsel olarak çok farklı olsa da, içerik olarak bir önceki sergide üzerine çalıştığım temanın da devamı niteliğinde.
Sessizlik kişisel anlamda sizin için bir ifade ve direniş biçimi mi diye merak ediyorum?
Kendi adıma hayır değil, ben kendimi konuşarak ifade etme taraftarıyım. Reddetme ve hayır deme konusunda ustalaştım. Ama bulunduğum yerden bunu söylemek çok kolay farkındayım, oysa bu itiraz ve başkaldırı durumu, sergimde anlatmaya çalıştığım kadınlar için neredeyse olanaksız. Hayatları boyunca suskunluğa zorlanmışlardır mutlaka ama evet, uyum ve yenilgiyle başlayıp direnişe dönüşen bir ifade biçimi öneriyorum bu sergide. Uzun süren sessizlikler büyük patlamalara neden olabilir çünkü. Ancak kendi adıma; açık fikirli ortamda yetişip, böyle özgür bir mesleğe sahip olabilmenin lüksünü kullandığımı söyleyebilirim.
Sergideki siyah-beyaz hakimiyetini yalnızca seçili imgelerde beliren renkler kırıyor. Bu renk kullanımı sizin için neyin metaforu?
Birçok kadının suskun ve itaatkar olmak üzere yetiştirildikleri; sessiz olmanın, boyun eğmenin erdem olarak sayıldığı, sadece yüksek erkek seslerinin duyulduğu sessiz yaşamlardan hareketle yaptığım bir seçim oldu bu. Bu sergi; Monokrom bir boyama kitabının sayfaları arasında yaşamlarınızı sürdürürken, bu dünyanın, dış dünyadan yapılan ufak müdahalelerle bile renklenebileceğinin, renkler arttıkça da özgürleşebileceğinin ifadesi olarak anlaşılabilir ümidindeyim.
Kadın figürlerinin sessizlikle birlikte gürültülü bir ifade kazanması, feminist bir manifesto olarak okunabilir mi? Siz bu politik dili nasıl tanımlıyorsunuz?
Bence evet. Bu sergide, engellerin bizi yıldırmaması gerektiğini elimden geldiğince ifade edebilmek, işaret dili ile yazılmış sözcükler, megafon, saç, ağız gibi simgelerin tekrarlarıyla, bana ve sergiye özel bir alfabe oluşturarak görsel bir dil yaratmak istedim.
“Çünkü Ses Çıkarmayı Bilmiyoruz”
Doğa ile kadını ataerkil düzenin hükmettiği alanlar olarak konumlandırıyorsunuz, son derece haklısınız da… İkisini direniş çerçevesinde yan yana getiriyorsunuz. Bu görüşleriniz nasıl şekillendi?
Ekofeminizm Teorisi’ni, P-Antagonist serisi üzerine araştırma yaparken tanıdım. 60’larda ortaya atılan ve giderek güçlenen bu teoriyi fark etmekte çok geç kalmışım ne yazık ki ama çalışma sürecimde, temelini tam da isimlendiremediğim bir ikilemdeyken karşıma çıktı ve bir anda üzerinde çalışmakta olduğum temaya mükemmel bir altyapı oluşturduğunu fark ettim. Uzun süredir henüz bilmediğim bir teori üzerine çalışıyormuşum duygusuna kapıldığımı hatırlıyorum. Tarih boyunca, doğa gibi, her zaman tahrip edilen, ezilen, taraf biz kadınlar olmuşuz. Ve bu durum günümüzde de değişmedi. Çünkü ses çıkarmayı bilmiyoruz, elimize geçene şükredip oturuyoruz.
Sanki bu sergide daha sakin bir görsel diliniz var, daha sade. Bu gözleme katılır mısınız?
Aslında bence tam tersi. Görsel açıdan bu sergimdeki resimler önceki çalışmalarımdan çok daha yoğun. İlk kez resimlerimde doğayı, bitkileri, hayvanları kullanıyorum. Renklendirilmediği sürece kalabalıklar bile ne kadar monokrom görünüyor değil mi?… Koyun sürüsü gibi örneğin. Dile getirmeye çalıştığım kadın dünyaları da işte tam da anlatmak istediğim gibi o kadar renksiz, kısıtlı ve tekdüzeler ki, eklediğim renkler sadece, özgürlük ve yasakları ifade eden kırmızılar ve özgür kuşlarla anlam kazanıyor.
Sanat pratiğinizde farklı medyumları deneyimlediniz. Bugün resim sizin için nasıl bir ifade alanı?
Resim benim ilk göz ağrım, ama giriştiğim her farklı medyum beni farklı bir alana taşıdığı için kendimi çok daha özgür hissetmemi sağlıyor. Böylece her zaman bir kaçış noktam, bir B planım oluyor ve soluklanmak için ara vermem de gerekmiyor. Çalışmak beni çok mutlu ediyor çünkü. Ara vermek istediğimde yolculuğa çıkıyorum ki o da beni besleyen çok önemli bir faktör ya da her zaman çalışıyorum. Genellikle üzerinde çalıştığım seri neyse bitmesine yakın başka bir yöne doğru evrildiğini görüyor ve o rotayı takip ediyorum.
Sound of Silence’ın izleyicisine neyi hatırlatmasını, nasıl bir duyguyla galeriden ayrılmasını umuyorsunuz?
İzleyiciye, tam da serginin ismiyle eş değer bir duygu yaşatmak istiyorum. Bunun için MERKUR’ün galeri mekânını da; resimlerimde kullandığım gibi yer yer renkli, çokça monokrom bir dünyaya dönüştürmekle işe başladım. Öncelikle mekânın açık olan dış cephesini kapatarak dış dünyayla ilişkisini kestim. Ardından resimlerin iz düşümleri olan baskılar ve ses enstalasyonu da bu dünyayı tamamlayan medyumlar olarak yerlerini aldılar.
Sizin için bu sergi, kişisel ya da sanatsal anlamda bir dönüm noktası olma özelliğini taşıyor mu?
Tek başına hayır ama her bir sergimi kariyerimde, o anki dönüm noktası olarak düşünüp planladığım için; onları, binanın kendisi olan Kezban’ı oluşturan yapı taşları olarak görüyorum. Ve bu sergilerde, farklı kadınlar, benim çizgilerimle kendilerini anlatıyorlar.
Uzun yıllardır Türkiye sanat ortamında üretim yapan bir sanatçı olarak, günümüz sanat dünyasında kadın sanatçıların konumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tüm dünyada olduğu gibi, nitelikte olmasa da erkeklere oranla her zaman gelir düzeyi, satış ve sergiler bazında azınlıkta ve birkaç adım gerideyiz. Yurtdışından örnek vereyim; (Miktarları göz ardı edin, bizim para birimimize göre hesap bile edemiyorum). Örneğin Sotheby’s Müzayede Evi’nde 2025’te, satış tarihinde ilk kez Marlene Dumas yaşayan bir kadın sanatçı olarak 13.6 milyon Pound’a satıldı. Oysa bu rakamı, yaşayan ünlü erkek sanatçılar yıllardır kazanıyorlar. Yine Sotheby’s listesinden, 110 Milyon Dolar’a satılan Jasper Jons ile başlayıp 91.1 Milyon Dolar Jeff Koons ve ardından azalarak da olsa diğer erkek sanatçılar geliyor. Başka söze ne hacet!
İfşalar ve Türkiye’de Kadın Sanatçı Olmak
Sormadan edemeyeceğim son dönemde özellikle sosyal medyada geniş yankı bulan ifşa hareketi hakkında bir kadın sanatçı olarak ne düşünüyorsunuz?
Yakın zamanda Türkiye’de, taciz olayları önceden hiç yokmuş da ilk kez sanat dünyasında duyulmuş, yaşanıyormuş gibi bir algı oluşturuldu medyada. Her ortamda olduğu gibi sanat ortamında da erkekler varsa tacizciler de vardır şüphesiz. Her zaman da varlardı. Bunlar zaman zaman ifşa edildiler ve edilmeye de devam edilecekler. Ama bunu medyada, sadece sanatçılar arasında yeni başlayan bir taciz salgını varmış gibi yansıtmak bana at gözlüğü takmak gibi geliyor. Biz “Fortçuluk” kelimesini (Bkz. Google) yaşayarak üretmiş bir milletiz. Sokaklarda gün geçmiyor ki kadınlar tacize uğramasın. Olay setlerle sınırlı değil ki. Başkaldırıyı tümüne karşı yapmak gerekir. İşte Sound of Silence tüm bunları ifade etsin istiyorum.
Yine on yıllardır üreten bir sanatçı olarak şu anda toplumun içinden geçtiği siyasal krizi ve bunun kültür, sanat alanına olan etkilerini nasıl görüyorsunuz? Bu durum sizi endişelendiriyor mu?
Sözünü ettiğiniz 40 yıl süresince, sanatçı olarak varlığımı hâlâ sürdürebildiğim için öncelikle kendimi kutlamak istiyorum. Bir sanatçının varlığını sürdürebilmesinin en zor olduğu ülkelerden birinde yaşıyoruz çünkü. Gittikçe dozu artan bu krizler, sanat kariyerimin ilk 10 yılından itibaren, hiç bitmedi ki! Biri bitiyor zannederken, başka sorunlar çıkarılıyor karşımıza. Ancak belki de bu çalkantılı, yorucu ve bezdiren yaşam koşullarının, biz güncel sanatçılar üzerinde yaratıcı bir etki yaratabileceğini düşünmek, tek tesellimiz olmalı bu durumda. Düşünsenize, gelişmiş bir ülkede yaşayan sanatçılar olsaydık ne üzerine çalışacaktık ki değil mi ama, Bienal filan da olmazdı.
Sanatsal pratiğinize baktığımda çok kabaca söylemek gerekirse ağırlıklı olarak Pop-Art tarzında ürettiğinizi ve ana meselenizin “kadın” olduğunu düşünmüşümdür hep. Bu gözleme katılır mısınız? İçinde bulunduğunuz evreyi nasıl tanımlarsınız?
Grafik’ten Güncel Sanat’a geçişimin ilk yılında, (belki eğitim sistemimizin eksikliğinden ya da Grafik Sanatlar bölümünde eğitim gördüğümdendir) Pop-Art diye bir akım duymamıştım. Ve yurtdışında izleme fırsatı bulduğum bu akım, grafikerlikten gelen titiz çalışma sevgimi kullandığım resimlerimle o kadar örtüşüyordu ki ilk açtığım sergide, o yıllarda primitifler, modern ya da Alman soyut dışavurumculuklarında gezinen sanat kritikleri ve izleyiciler, uzun süre yaptığım türe bir isim uyduramadılar. Sonunda Pop-Art’ın bana uyabileceğini düşündüler sanırım. Anladığım ve ilgilendiğim konularsa, en iyi bildiğim yoldan, kendimden hareketle “Kadın” oldu her zaman, gözleminize katılıyorum.