1987’de ilk kez düzenlendiğinden bu yana İstanbul Bienali, kentin yalnızca sanat haritasını değil, toplumsal belleğini de dönüştüren bir güç oldu. İstanbul’un kültürel ekosisteminde tartışmaları tetikleyen, yeni ilişkiler ve düşünce biçimleri öneren, yerel ile uluslararasıyı sürekli diyalog halinde buluşturan bir platform olarak bienal, bugün hâlâ aynı sorumlulukla yoluna devam ediyor. Ancak 18. İstanbul Bienali, geçmiş edisyonlardan farklı olarak alışıldık sergi takvimini kökten dönüştüren bir yapıyla karşımıza çıkıyor. İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından, 2007–2036 Bienal Sponsoru Koç Holding’in desteğiyle düzenlenen bienal, Christine Tohmé küratörlüğünde üç yıla yayılan bir program olarak tasarlandı.
İstanbul Bienali Akademisi
2027’de sona erecek olan 18. İstanbul Bienali, bu yıl, üretim süreçlerini, kamusal tartışmaları, akademik araştırmaları ve kolektif karşılaşmaları da merkeze alıyor. Bu çok yıllı yapı üç ayaktan oluşuyor: İlk bölüm 20 Eylül–23 Kasım 2025 tarihleri arasında Karaköy ve Beyoğlu’ndaki mekânlarda düzenlenecek sergiler ve kamusal programlarla izleyiciyle buluşacak. 2026’da ise İstanbul Bienali Akademisi kurulacak; bu yeni ve kalıcı girişim, sanatçıların uzun soluklu araştırmalarına destek olacak, yerel inisiyatiflerle işbirlikleri geliştirecek ve kamusal programlarla tartışmaları süreklileştirecek. Son aşamada, 18 Eylül–14 Kasım 2027’de gerçekleşecek sergiler, yayınlar, performanslar ve buluşmalarla bienal, üç yıla yayılan tüm bu süreci bir araya getirecek.
Süreci Zamana Yaymak
Bienalin bu edisyonunun başlığı, aynı zamanda temasını da oluşturan “Üç Ayaklı Kedi”. Kırılganlıkla direncin, aksaklıkla zarafetin, travmalarla hayatta kalma gücünün bir arada bulunabileceğini düşündüren bu metafor, hem toplumların yaşadığı sarsıntılara hem de sanatın direnç, dayanışma ve yeni yollar bulma kapasitesine işaret ediyor. Bienal Direktörü Kevser Güler’in de vurguladığı gibi, bu tema bienalin işleyişine dair iki önemli ipucu barındırıyor: süreci zamana yaymak ve sanatı toplumsal, kültürel ve politik krizler içinde bir direnç, sorumluluk ve dayanışma pratiği olarak konumlandırmak. İstanbul’un mekânsal dönüşümlerini de tartışmaya açan bu edisyon, sergi mekânlarını Karaköy ve Beyoğlu bölgelerine yoğunlaştırıyor. Böylece izleyiciler tüm sergileri birbirine yürüme mesafesinde gezebilecek; birden fazla ziyaretle eserler arasındaki diyalogları keşfedebilecek. Aynı zamanda bu mekân seçimi, dönüşen kentsel politikaları ve kamusal hafızayı da gündeme taşıyor. Türkiye’den davet edilen sanatçıların işleri, yerel sahnenin uluslararası bağlamla kurduğu güçlü ilişkileri görünür kılarken, bienal genç kuşak izleyicilere de farklı bakış açılarıyla karşılaşma ve tartışmaya katılma imkânı sunuyor. İşte biz de bu kapsamlı dönüşümü, temaları ve hedefleri İstanbul Bienali Direktörü Kevser Güler ile konuştuk.
İstanbul Bienali bugüne kadar şehri dönüştüren önemli bir rol oynadı. Sizce bugün İstanbul’un kültürel ve toplumsal atmosferinde bienalin rolü nasıl değişiyor?
İstanbul Bienali, 1987’den bu yana yalnızca büyük ölçekli uluslararası bir periyodik sergi değil, aynı zamanda kentin kültürel ekosisteminde tartışmaları besleyen, yeni ilişkiler öneren ve toplulukları buluşturan bir platform oldu. İstanbul’un hızlı dönüşümü, kültürel ve toplumsal kırılmalarla iç içe ilerliyor; bienal de bu hareketi birlikte düşünmeye, eleştirmeye ve tahayyül etmeye alanlar açma konusunda sorumluluklar üstleniyor. Sergiler ve programlarıyla şehrin hafızasında ve kültürel belleğinde süreklilik, eleştiri, üretim ve sergileme olanaklarını gündemine alıyor.
“Üç Ayaklı Kedi” temasını nasıl yorumluyorsunuz? Sizin açınızdan bienalin işleyişine dair hangi ipuçlarını taşıyor?
“Üç Ayaklı Kedi”, bir yandan üç yıla yayılan yapıyı işaret ederken diğer yandan kırılganlık, direnç ve devinim halinde kalabilme hâlini düşündürüyor. Bizim açımızdan bu başlık, bienalin işleyişine dair iki önemli ipucu sunuyor: Birincisi, bienali ve bienalin üretim sürecindeki tüm karşılaşmaları zamana yaymak; ikincisi ise toplumsal, kültürel ve politik krizlerin içinde var olmanın ve yaşama sahip çıkmanın yollarıyla sanatı bir direnç, sorumluluk ve dayanışma pratiği olarak düşünmek.
Kedinin aksak ama zarif yürüyüşü, travmaların izlerini taşıyan bir toplum imgesiyle de okunabilir. Bienalin kurumsal bakış açısından bu metafor, izleyiciye nasıl bir okuma öneriyor?
Bu metafor, bir toplumun yaşadığı travmaların izlerini taşırken aynı anda hayatta kalma, yeni yollar bulma ve dayanışma gücünü de hatırlatıyor. Bienalin kurumsal bakış açısından bu, izleyiciye hem kırılganlığın hem de direncin bir arada yaşanabileceğini gösteren bir okuma öneriyor diyebiliriz.

Sanatçılardan gelen dosyaları değerlendirirken nelere dikkat edildi? Siz direktör olarak bu süreçte hangi ilkelerin öne çıkmasını önemsediniz?
Açık çağrı süreci, 18. İstanbul Bienali’nin küratoryal araştırma sürecinin en önemli adımlarından biriydi. 105 ülkeden yaklaşık 1.500 başvuru geldi. Küratör Christine Tohmé, açık çağrımıza ilgi gösteren ve dosya gönderen sanatçıların dosyalarını üç ay boyunca inceledi, ardından serginin kavramsal çerçevesiyle örtüştüğünü düşündüğü isimlerle görüşmeler yaptı. Biz de İstanbul Bienali ekibi olarak bu süreçte kolaylaştırıcı rol üstlendik.
Türkiye’den davet edilen altı sanatçının bienalde yer alması, yerel sahneyle kurulan ilişki açısından ne ifade ediyor?
İstanbul Bienali, Türkiye’den sanatçıların üretimlerini uluslararası bağlamda görünür kılan en önemli platformlardan biri. Her edisyonda olduğu gibi bu edisyonda da her sanatçı en başta kendi üretimi dolayısıyla davet edildi. Davetli sanatçıların sayıdan ziyade içerik ve bağlam üzerinden değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu sanatçıların işleri, Türkiye’deki güncel sanat üretiminin küresel meselelerle nasıl kesiştiğini, yerel eleştirinin ve deneyimlerin başka coğrafyalardaki sorularla nasıl ilişkilendiğini güçlü bir şekilde ortaya koyuyor. Dolayısıyla bu seçki, Türkiye kültür ortamının radikal önerilerini, uluslararası sanat ortamıyla kurduğu özgün ve kuvvetli bağları görünür kılıyor.
Bienalin şehre yayılan mekân kurgusu, İstanbul’un güncel dönüşümleriyle nasıl bir ilişki kuracak?
Bu edisyonda bienal sergileri Karaköy-Beyoğlu bölgelerinde izleyici ile buluşacak. Sabit bir mekânımız olmadığı için, her edisyonda olduğu gibi bu yıl da küratoryal araştırmada mekân araştırması önemli bir yer edindi; yaptığımız araştırmalarla ve küratoryal çerçevenin öncelikleri doğrultusunda sergi alanlarını belirledik. Christine Tohmé için en önemli kriterlerden biri mekânların birbirine yürüme mesafesinde olmasıydı. Böylece izleyicilerin tüm sergiyi kolayca gezebilmesi, hatta birden fazla kez ziyaret edebilmesi mümkün olacak. Bu seçim aynı zamanda Beyoğlu ve Karaköy gibi bölgelerin güncel dönüşümlerini tartışmaya açıyor. Bienal, bu mekânları sergi alanı olarak kullanırken kentsel politikaları, dönüşen kültürel kimlikleri ve mekânların toplumsal hafızadaki yerini birlikte düşünmeye davet ediyor.
Bienali ilk kez ziyaret edecek genç kuşak için nasıl bir deneyim tahayyül ediyorsunuz?
Buluşmalarımızda dinlediğim kadarıyla, genç kuşak için alternatif mekânlarda sergi görmek hep çok heyecan verici oluyor. Bu edisyonda da yine öyle olacağını umuyorum. Bu büyük ölçekli uluslarası sergide, çeşitli coğrafyalardan ve kuşaklardan sanatçıların işleriyle karşılaşacaklar. Hem bugünün aciliyetlerini hem de farklı gelecek olasılıklarını gündeme getiren bu işlerin kendi kuşakları için önereceği sorular ve bakış açıları gündeme gelecek diye tahmin ediyorum. Beraberinde eserler arasındaki diyalogları keşfederken kendi deneyimlerini de serginin parçası haline getirecekler. Yalnızca izleyici olmak değil, aynı zamanda tartışmaya katılmak, farklı perspektiflerle karşılaşmak ve birlikte düşünmek için de bir davet.
2026’da kurulacak akademi ve kamusal program ayağı, bienalin kurumsal belleğine nasıl eklemlenecek? Sizce bu girişim bienali yalnızca geçici bir sergi olmaktan çıkarıp kalıcı bir öğrenme ve buluşma alanına dönüştürebilir mi?
Evet, tam da bu hedefle kurguluyoruz. İstanbul Bienali Akademisi, yalnızca 2026 yılı için değil, bundan sonraki edisyonlar için kalıcı bir yapı olmayı hedefliyor. Sanatçıların uzun süreli araştırma ve üretimlerini desteklemek, inisiyatiflerle işbirlikleri geliştirmek ve kamusal programlarla tartışmaları süreklileştirmek bu akademinin temel amaçları. Dolayısıyla bienali süreli bir sergi olmasının yanında kalıcı bir öğrenme ve buluşma alanına dönüştürme potansiyelini çok önemsiyoruz. Şüphesiz bu, bienalin kurumsal belleğine yeni bir katman ekleyecek.
Sizce 18. İstanbul Bienali, bienallerin küresel işleyişinde nasıl bir model tartışması başlatabilir?
Üç yıla yayılan yapısıyla 18. İstanbul Bienali, bienal formatının geleceğine dair güçlü bir tartışma açıyor. Dünyada pek çok bienal, sergi dışında kültür ortamına sürekli katkıda bulunacak yollar arıyor. İstanbul Bienali’nin bu adımı, yalnızca sergiye odaklanmayan, aynı zamanda altyapıyı beslemeyi, sanatçılar için yeni öğrenme alanları açmayı, izleyicilerle uzun vadeli ilişkiler kurmayı hedefleyen bir model öneriyor. Bu yaklaşımın, bienallerin küresel ölçekte işleyişine dair tartışmaları besleyeceğini düşünüyorum.