Nevzat Bey, Sanatorium’un Karaköy’deki mevcut yapısı ardından, burada, yine Karaköy’de, bu sefer Perşembe Pazarı’nda inşa olunan yeni yapısı için aldığınız notlarda, ilgili mevkii hakkında “Bir akupunktur noktası,” ifadesi kullanmışsınız. Bu mesele, bir şikayete, bir ağrıya delâlet olsa gerek. Dilerseniz biraz bu gidişat ve neticeden bahsedelim. Neden buradasınız, neticede ne yaşandı?
Nevzat Sayın: Bu proje gerçekten tam bir akupunktur noktası oldu. Ağrısıyla da iyileştiriciliğiyle de. Bu durumun bir kısmı rastlantılardan bir kısmı düşünülüp tasarlanmışlardan oluştu. Rastlantılar Adnan’ın beni Sanatorium’un yeni yeri için davet etmesi, yeni yerin aileden gelen bir yapının yerine yapılacak olmasıydı. Adnan beni çağırırken, burasının gelecekte nasıl bir yer olacağına dair kendince bir projeksiyonu vardı.
Rivayet muhtelif ama, bu bölgeyi de içeren çeşitli görüşler var. Benim için de, Adnan’ın bu isteğinin şöyle bir karşılığı vardı: ‘Olmadık yerde’ bir şey yapmak. Yani, beklenmedik bir yerde beklenmedik bir şey yapmak ve burada en azından, Arap Camii kadar abartısız ama farklı bir biçimde durabilmek.
1960’larda bütün dünyada, her şeyi planlanacağına inanılan bir şehircilik anlayışı vardı, fakat bu tutmadı. Yanılmıyorsam, Bob Dylan’ın bir parçasında, “Biz içeride hayat hakkında planlar yaparken, o dışarıda bildiği gibi, akıp gidiyor…” der. Hayat masa başında planlandığı gibi gitmeyince panzehirmiş gibi, hiç bir şeyi planlamamak ve işi oluruna, kendiliğinden gelişmelere bırakmak üzerine tezler geliştirildi. Fakat, bu da nüfusu giderek artan, patlarcasına büyüyen şehirlerde olacak iş değildi.

Benim de, kendimi çok yakın hissettiğim bir ara çözüme varıldı, ‘Kentin içinde akupunktur noktaları’ oluşturup, aralarındaki mesafeleri iyi hesaplayarak, etraflarındaki örüntüyü iyi kurguladığımızda, her biri kendi örüntüsünün diğeri ile kesiştiği noktalardan da beslenerek, şehrin belli bölgelerini iyileştirir mi?’ diye bir düşünceyle planlamalar yapıldı. Bu tezi destekleyen biri olarak, kişisel hayatımda da bu teze çok yakın duruyorum.
Bütün şehri planlamak yerine, adam olup şehrin sadece ‘artık’ alanlarını planlayıp yapabilsek, bütün hayatı değiştirebiliriz. Ama, ne yazık ki ‘çok büyük’ projeler yapmaktan sıra bu küçük projelere gelemiyor. Onun için, Adnan’ın daveti ile başlayan ve onun zaten sahip olduğu bir şeyin dönüştürülmesi ile gerçekleşecek olan ve benim de, öteden beri kafamı karıştıran bir sürü şeyin üst üste gelmesi ile gerçekleşti bu rastlantıyla kurgu arasındaki durum. Bu yüzden bütünüyle sahip çıktığım bir projedir: Konumu, yeri, işlevi ve bütün bu çevrenin içerisindeki varlık nedeni, rengi, tüm bunlar düşüne taşına yapılmış şeylerdir.
Adnan Yerebakan: Bu mekânın hikâyesi “Dolapdere’de mi bir yer yapmalıyız?” sorusuna kadar uzanıyor. O dönemde henüz Arter yoktu, gündemde de değildi. Oradaki küçük binaların dönüştürülmesinin daha kolay olacağını düşünüyordum. Sonra bir gün görüşmelere başladık ve dedemizden kalma, o zamana kadar atıl durumda olan bu eski bina aklıma geldi. Ancak binanın boyutundan emin değildik. Nevzat burayı görünce, “Sen başka neyi düşünüyorsun? Lokasyon olarak burası mükemmel, yer burasıdır” dedi. Böylece Dolapdere konusu kapandı. Bugün de bu kararın ne kadar doğru olduğunu net bir şekilde görüyorum. Çünkü Dolapdere’nin kamusal yapısı ve toplu taşımayla ulaşımı her geçen gün daha da sorunlu hale geliyor.
Sanat galerileri için mekân çok önemli. Biz de uzun yıllar aynı mekânda tutunmaya çalıştık. İlk olarak 2011’de Asmalımescit’te bir mekânımız vardı. 2017’ye kadar orada kaldık; bina kentsel dönüşüm nedeniyle yıkılacağı için ayrıldık. Sonra daha önce ArtSümer’in kullandığı Mumhane Caddesi’ndeki eski mekâna geçtik. Orada da sekiz yıl kaldık. Sonuçta galerilerin mekânları, kimliklerinin bir parçası haline geliyor. Biz de kalıcı bir mekânımız olsun istedik.
Tabii ‘akupunktur’, şırınga demişken, Nevzat Hocam’ın YKY’den tekrar basımı yapılan eski kitaplarına baktığımda, çok kıymetli projelerinden biri olan ‘Göksu’daki Ev’ akla geliyor. Hem bu kadar ‘ortalıkta’ olup, hem de bu kadar örtük olmak gibi bir derdinizin hep olduğunu düşünüyorum. Malzemeyi, sadece işlevle değil, kendi ‘kozmetiği ile’ de tekrar keşfettiğiniz söylenebilir. Bu tutumunuz neye dalâlettir ?
Nevzat Sayın: Güzel yorum… Şöyle: Malzemeyle düşünmeye yatkın biriyim. Bu yüzden malzeme işin içine en başında giriyor. Diyelim ki, ‘Göksu’daki Yapı’, bir derenin kenarında. Korunması gereken bir ahşap yapıyla 50’lerde yapılmış berbat bir betonarme yapı bitişik ve aynı kişinin. O ahşabı, bugünkü dünyada anlamlı bir karşılığı olabilecek biçimde kullanabilir miyiz? diye başlıyoruz. Biçimin de bir işlevi var. Derenin kenarındayız, ahşap tekneler, kayıklar… Derken, tam da herşeyi kurgulamadan, rastlantı ile tasarlanmış arasında bir yerde, eğrisi doğrusuna denk gelen bir takım örtük ya da açık kararlarla yürüyoruz.
Kendinizi biraz rahat bırakıp, aklınızdakileri oraya çakmaya uğraşmaz ve ‘yer’e teslim olursanız, ‘yer’, sizden önce yapılmış veya oluşmuş olan şeylerin irili ufaklı işaretleriyle, sizden istediği şeyleri söylüyor. Oraya neler yapabileceğiniz konusunda çok iyi ipuçları veriyor.
Burada da (Sanatorium Perşembe Pazarı Yapısı) benzer bir yol izledik. Burada daha önce bir yapı vardı. Benim ilk refleksim, bu yapıyı koruyarak yeniden işlevlendirmek oldu. Döneminin ortalama mimarlığının hatlarını taşıyordu. Ama ‘yer’in çok kıymetli olduğu bir yerdeyiz. Belirli yükseklikte katlara ihtiyacımız var. Kat yükseklikleri istediğimiz noktada değil ve toprak altı katlarla kullanışlı katları arttırabiliriz. Bunları düşünerek mevcut yapıyı koruyamayacağımız noktasına vardık.
‘Peki yeni yapı nasıl olmalı?’ sorusunu işlevi, bulunduğu yer, etrafındaki uzak yakın yapılarla birlikte düşününce, Perşembe Pazarı’nda bir kısmı gerçek nesnelerden, bir kısmı da, bu gerçek nesnelerin oluşturduğu, ‘duyusal nesne’ diyebileceğimiz bir atmosferden oluşan bir yerin içinde olduğumuzu fark ettik.
Biliyorsun burası, taşındı taşınamadı ve ‘Yeni Perşembe Pazarı’ gibi durumları da yaşamasına rağmen ‘kırık dökük de olsa’ hâlâ çalışıyor ve İstanbul’un en önemli noktalarından bir tanesini oluşturuyor.
Buradaki Arap Camii Harcında, kulesinde kullanılmış olan ‘kiremit kırmızısı’ rengi ile, bölgede sessizce belirgin. Bütün bu ortama sinmiş kızıl kahve bir renk var. Buradaki ‘Mahkeme Lokantası’nda dışında olduğu kadar içerideki tonozlar, duvarlar, kubbeler de kızıl kahve, tuğlanın, toprağın kırmızısını taşıyor. Doğrudan bir gönderme yapma hevesine kapılmadan ama dolayımlı da olsa, pası hatırlatan bu kahverengi en başında belirdi. Biçimin de, biçimin ayrılmaz parçası olan rengin de bir işlevi var .
Hatta biraz dişil mi ?
Nevzat Sayın: Başlangıçta böyle düşünmemiştim ama bugün yapıya baktığımda, ben de epeyce dişil bir etkisinin olduğunu düşünüyorum. Bu etkiyi tül gibi görünen cephesi de yapıyor olabilir. Gece, dışarıdan baktığında gündüz halinden bambaşka görünüyor. Işık içinde bir ‘fener’e dönüşüyor.
Muhitin de ağırlıkla ‘aydınlatma’ sektörüne ev sahipliği yapması da ayrı bir yankı. Sayılır mı?
Bu ve bu gibi etkilerin sezgiyle geldiğini düşünüyorum. Arap Camii de, dişil bir yapı gibi görünüyor. Başka türlü bir yapı. Bildiğimiz camii yapısına hiç benzemiyor ki bu anlaşılır bir şey çünkü aslında bir ‘Basilica’. Pastı, kızıl kahveydi, dişildi, kapalıydı, açıktı, aydınlatmacılar vardı, yeni bir şey yoktu, birikmişlik vardı gibi etraftan gelen verileri bir araya koyduğumuzda, binanın neye benzeyeceği bütün ayrıntıları ile değil, ama, atmosferik olarak tanımlıydı.
Sanatorium’un çağdaş sanat sergilemek konusundaki ısrarlı tutumunu düşününce, içerisinin de olabildiğince sakin, yalın bir yer olacağı tanımlıydı. Bunun üstüne, yasaları, yönetmelikleri ve imar kurallarını da koyduğumuz zaman, içeride de dışarıda da yapabileceğimiz şeyler ve dolayısıyla yapı tanımlıydı. Bütün bunların ‘superpozisyon’undan, neredeyse kendiliğinden çıktı bu sonuç diyebiliriz.
Karaköy’deki bir önceki yapıyı işlettikten sonra buraya geçerken neler edindiniz ?
Adnan Yerebakan: Aslında Türkiye’de galericilik hâlâ yolun başında sayılır. Gelişim hızı yavaş ve tam olarak pozitif bir rekabet ortamı yok. Burada anlatmak istediğim konu için başka bir sektörden kısa bir örnek verebilirim: Yaklaşık 20 yıl önce Türkiye’de “Kahvenizi nasıl alırdınız?” diye sorulduğunda üç yanıt vardı: sade, orta ve şekerli. Sonra bugün her yerde şubeleşmiş olan, adını bildiğimiz o “S” markasıyla kahve içilmeye başlandı. Onlar “Bizde bu çeşitler var” dediler. Ardından bu markaya karşı pek çok üçüncü nesil kahveci çıktı ve “Biz daha kaliteli ve etkin standartlara uygun kahve satıyoruz” dedider. Bu pozitif rekabet sonucunda Türkiye’de bir kahve sektörü oluştu. Biri gelip bir hedef koyuyor, çıtayı yükseltiyor ve sonra siz onu yakalamaya, geçmeye çalışıyorsunuz.
Bizim sektörümüzde ise henüz böyle bir şey olmadı. Hatta zaman zaman Avrupa’daki eski ve büyük galerilerden biri kurumsal olarak buraya gelse, biz de ondan feyz alsak diye düşünmüşümdür. Biz bunu yavaş yavaş yapmaya çalışıyoruz. Yurt dışında çok gezdik, diyaloglar kurduk, başka galericilerle tanıştık. Geçtiğimiz sekiz on yılda bir galerinin sanatçısına sunduğu hizmet nedir ve bu hizmetler nasıl geliştirilir diye çok düşündük. Şimdi yavaş yavaş hedeflediğimizin yüzde 60’ına ulaştığımızı söyleyebilirim. Ayrıca sektörümüzün gelişimi için benzer çalışmaların önemine inanan galerici arkadaşlarım ile Uluslar arası sanat galeri derneğini kurduk.
Bu bina bu anlamda da bizim için çok önemli. Verdiğimiz hizmetin görünmeyen pek çok yönü var. Aslında şöyle sorulabilir: Bir galeri neden böyle “görünmeyen bir bina”ya ihtiyaç duysun? Zaten çoğu insan bir galerinin ne iş yaptığını bilmiyor. Bu başlı başına karmaşık bir durum. Belkide yaptıklarımızı görünür kılmak için böyle bir mekana ihtiyaç duyduk.
Bir yandan galerilerin verdiği hizmetleri bazen sanatçıları dahi fark etmez bu nedenle biz beş yıl önce bir “Sanatçı Sözleşmesi” hazırladık. Bizim sözleşmemiz 17 sayfa ve yaptığımız hizmetleri göstermek için hazırlandı. Sanatçılar da bu yüzden imzalar; çünkü güven ilişkisi olmadan böyle bir yapı kurulamazdı. Sözleşme, bizim sorumluluklarımızı açıkça ortaya koyacak şekilde düzenlendi.
Yapıya dışarıdan baktığımda aklıma gelen ilk üç unsur, ‘graffiti’, gündelik sarmaşık ‘bitkiler’in peydahlanması veya gündelik ilanlar yahut afişler oldu. Hayatın bu yapıya nasıl sahip çıkacağı veya onu iteceği konusundaki yorumlarınız nelerdir ?
Adnan Yerebakan: Bence bu, Nevzat Bey’in de üzerinde düşündüğü bir konuydu. Biz öncelikle bu tür şeylere açığız. Nasıl ki biz hayalimizi gerçekleştirip bu binayı inşaa ettiysek, bir başkası da eğer böyle bir hayali varsa gelip buraya istediğini yapabilir. Ama şu anda gördüğüm kadarıyla insanlar yapıya biraz mesafeli yaklaşıyor. Bu mesafeden rahatsız değiliz; çünkü bana göre sanat — o klişe “Sanat sanat için midir yoksa insan için mi?” sorusu akla gelecekse — sanatla ilgilenen insanlar içindir. İnsanlar ilgilenmiyorsa, onlara zorla “Neden sanatla ilgilenmiyorsunuz, neden evinizde sanat eseri yok ya da neden kültürel etkinliklere katılmıyorsunuz?” diyemezsiniz. Biz imkânlarımızı kapımızdan içeri girenlere sunmak istiyoruz. Bu nedenle şu anda dış dünyayla biraz kopuğuz ve bence binanın bugünkü şekli de tam olarak bu yüzden anlamlı.
Nevzat Sayın: Adnan’a ‘Bunun duvarları yazıyla, afişle dolar,’ dediğimde, çok güzel bir şey söylemişti: “Biz, gidip Perşembe Pazarı’nda sanat galerisi yazıyorsak, birisi de gelip, bizim duvarımıza yazı yazar, buyursun, yazsın.’ Ben bu düşünceyle önce, ‘Yazı yazılabilir bir duvar’ın olabilirliği üzerine gittim ama bu çabamın graffitinin ruhuna aykırı bir biçimde fazlasıyla düzenli, programatik ve giderek gereksiz bir çaba olduğunu düşündüm: ‘Biz bildiklerimizi yapalım, onlar da bildiklerini yapsınlar,’ diyerek daha rahat davrandık. Ayrıca Sanatorium’ın ‘Çağdaş sanat’ sergilediğini, sanatçıların da o grupta insanlar olduğunu düşünürsek, ilginç bir paradoksla karşılaşırız:
Sanatorium’un sanatçıları, bu çevredeki işlerle, malzemelerle, olan bitenle çok yakından ilgili. Hırdavatçı dükkânlarındaki her şey, buradaki sanatçıların ilgi alanına giriyor. Ama, çağdaş sanat o dükkânların sahiplerinin ilgi alanına girmiyor. Dolayısıyla, ilgi ve ilgisizlik meselesi ilginç bir yerde duruyor. Bir sanat galerisiyle burada olmayı biraz da bu yüzden bu kadar önemli buluyorum.
Hemen karşımızdaki binanın zemin katında ‘getir götür’ işlerini yapan, gelen arabayı yükleyip boşaltan çok hoş bir adam var. Bina artık görünür hale geldiğinde bana geldi, ‘Ben sizin sayenizde mimarlık programı seyretmeye başladım,’ dedi. ‘Sizin TV’deki programlarınıza bakıyorum, bu binaya da bayılıyorum. Önce ne yaptığınızı anlamamıştım, ama şimdi anladım ve gelen, gidene de bilgi veriyorum.’
Bu bence, kendiliğinden, her şeyiyle kurgulanmamış ama eski yerde kendine ayrıcalıklı bir yer edinebilmiş ‘yeni’nin, bildik bir çevre içinde ‘bilmedik bir nesne’ olarak, varlığını meşrulaştıran bir şey. ‘Harput’ta bir Amerikalı’ olabilecek iken, öyle olmadık. Harputlu bir melez olduk. Adnan yine çok güzel bir şey söyledi: Mesafe. Bence, mesafe uzaklığı değil, dikkati tanımlayan ve tadını kaçırmadan, hep korumamız gereken bir şey. Burada o mesafeyi koruyarak içten bir ilişkimiz var.
Nevzat Hoca’nın karakteristik aygıtları yine Sanatorium’da da işlemiş görünüyor. Tıpkı ‘GÖN 1 ve 2’ yapılarında gördüğümüz türden ‘kudretli bir sadelik’ burada da var. Yine, ‘mahrem ama çıplak’ bir hal bizi karşılıyor. Mumyaların sandukalarını da hatırlatan bir hal. Burada bir geçmiş vardı, ya da hâlâ var diyen bir durum. Hem dışarısı, hem içerisi ile mücadele ederken kitaplarınızdan hareketle soralım: Projelerinizde akıl ve duygu dengesini Türkiye gibi her alanda tektonik bir coğrafyada neye göre korumaktasınız ? Hatta bu durumlarda sürekli zikrettiğiniz bir tutum var: ‘Ad Hoc’.
Nevzat Sayın: Bence bu sıkı bir soru. Tam ben söyleyecektim, sen söyledin. ‘Ad Hoc’, benim için bir tasarımın temel prensibi. Bir şey, yere ve duruma göre uyum sağlayarak çözülmeli.
Az önce söylediğin ‘Mahrem ama çıplak’, ‘negatif diyalektik’ gibi tınlıyor. Tez ve antitez, bir sentez oluşturmadan da bir aradalıklarını sürdürebilir. İki şey, mutlaka kendilerinden vazgeçip, ikisinin de içinde olduğu ve artık ayrıştırılması mümkün olmayan bir bütün oluşturmak yerine, kendileri olmayı koruyarak, bir arada durmayı becerebilir mi?
Asıl yapılması gereken şey de bu belki: ‘Öteki’ dediğimiz şeyi kendimiz haline getirmek yerine, onun varlığını içselleştirerek o her ne ise onunla birlikte olabilmek. Bu, empatiden daha fazla bir şey. Onu kendi halinde bırakmak ve o kendi halindeliği ile baş etmeyi öğrenebilmek. Yaptığın bu irdeleme bana çok iyi geldi. Bu denli yabancı ama aynı zamanda bu denli oralı olmamı sağlayan şey, bu galiba: Kendimden vazgeçmiyorum ve orayı kendime benzetmeye çalışmıyorum. Ama orada oluyorum. Dolayısıyla bütün bunlar bir arada durmayı becerebiliyorlar diye düşünüyorum.
Yani dürüst bir huzursuzluk halindesiniz. Öyle mi?
Nevzat Sayın: Güzel tanım… Huzur en son aday olduğum şey zaten.
Şimdi, yeni yapıdaki Kerem Ozan Bayraktar ile projenin bu tür dertlerini metafora dönüştüren bir sergi açıldığına inanıyorum. Onun bugün organik ve yapay zekâ derdine düşmesi, ya da ‘güncel’ olanın bu denli hızla ‘yaşlandığı’ bir dönemde Sanatorium’un art arda seçtiği sanatçılara bakınca, bu problem de öne çıkıyor. Siz bir mimar olarak manzaraya nasıl bakıyorsunuz ?
Nevzat Sayın: Çağdaş sanatçıların yaptıkları çoğu zaman beni aşıyor ve ben çağdaş değil, çağ dışı mıyım diye düşünüyorum ama bu sergide dinlediğim açıklamalardan sonra Kerem’in bizim de derdimiz olan şeyleri metafora dönüştürdüğü söylenebilir galiba. Aydınlatma konusu önemli. Yapılar dışarıdan aydınlatılmaya çalışılıyor. İmkân olsa irili ufaklı, güzel çirkin bütün yapılar aydınlatılacak. Kıytırık bir Genel Müdürlük binasını da, Dolmabahçe Sarayı’nı da, hep dışarıdan ve aynı dozda aydınlatmaya çalışıyorlar. Oysa bu yapı, dışarıdan aydınlatılmıyor içerideki ışığını dışarı çıkarmanın bir yolunu buluyor. Dışarıdaki ışığın içeri girebilmesinin de bir yolunu bulduğu gibi. Bu, güzel ve tansiyonlu bir ilişki gibi geliyor bana; ki evet, bunu SantralİSTANBUL’da da denemiştik, burada da denedik ve bulunduğumuz çevreyle zorlamadan, zorlanmadan, iyi bir ilişki kurabildik.
Yapılarınıza baktığımızda, fanî dünyada kiralık birer nesne oldukları hissini de iletiyorsunuz. İmza, gösteriş yok. Süs, neredeyse yok. Ama tarihi geçip, arkeolojiyle çok ciddi bir hesaplaşma derdi var. Zaten kitaplarınızdan birinde, sanırım Nezih Eldem Hoca’dan bir emanet duruyor: “…Akışa bırakılana müdahale ânının o kırılgan dengesi.” Yani şımar ama, hayatın sana müsaade ettiği yere kadar gibisinden, garip bir ilkeniz, disiplininiz var. Ne dersiniz ?
Nevzat Sayın: Aslında bu, sınırları tanımak demek. Onları ihlâl edebilmek için, sınırların olması gerekiyor. Sınırların varlığı, bizim ihlâl yeteneğimizi artırıyor. İhsan Bilgin bunu ‘Kurallar ve İhlaller’ diyerek çok güzel özetlemiştir; beni her zaman çok çeken şey oldu bu ikili. Yani, tümüyle kuralsızlık da bütünüyle kuralların içinde kalmak da doğru dürüst bir şey yapamaz hâle getiriyor insanı. Ama, kurallar ile ihlâllerin ara kesitinde seyredince, bence ‘tasarlanmışlık ile rastlantısallık arasındaki anlamlı yeri’ de buluyorsunuz.
Kızıl geçmişinizi de hatırlayarak soralım: Projelerinizde, yapılarınıza sınıf atlama, atlatma veya indirme gibi meselelere, yine Türkiye özelinde nasıl yaklaşmaktasınız ? Zira kitabınızda da defaten değindiğiniz ‘Kuştepe-Dolapdere-Silahtarağa’ ile Bilgi tecrübesi son derece mühim, sınıfsal bir deneyim alanıydı. Ne dersiniz ?
Nevzat Sayın: Toplum mühendisliği yapmadan, insanın bulunduğu yeri dürtmeye/düzeltmeye cesaret edebilmesi, sihirli noktayı oluşturuyor. Bunu, başkalarını taciz etmeden ama, başkalarına göstermekten de geri durmadan yapmak bir tür içtenlik gerektiriyor. Bunu da başka insanlar anlıyor ve alıyorlar. Bu çaba yabana gitmiyor ve yaptığınız şey oranın malı olmayı başarıyor. Bu yüzden de İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin (İBÜ) ilk evrelerinde yaptığı aykırılıkları çok önemsiyorum. Kentin üç ‘çöküntü’ alanında, üç büyük proje ile o bölgelerin yapısını değiştirdi. Eğer, yerel yönetimler ve merkezî otorite ‘adam gibi adamlar’dan oluşsaydı, bu faaliyetlere kendi güçleri ile içtenlikle katılabilselerdi inanılmaz şeyler olabilirdi. Ama, böyle bir alt yapı kurulmadığı için, ne yazık ki onlar Bilgi’nin gücü kadar olarak kaldı.
Zaten bu meseleye YKY’den çıkan Nasıl Yapmalı? kitabınızda da bire bir değinerek, bir anlamda onunla hesaplaştınız, değil mi ?
Kesinlikle, mimar olarak, özellikle -senin deyiminle- ‘kızıl’ geçmişi olan bir mimar olarak düşünmeye başladığınızda, neler yapılabileceğini de biliyorsunuz ve bu yüzden de yapıl(a)mayanlar içinizi acıtıyor.
Öte yandan ‘sınıf’ demişken, Bilgi’de kurulan Mimarlık Bölümü / Fakültesi üzerinden, orada Han Tümertekin, Emre Arolat, İhsan Bilgin, Serhan Ada, Tansel Korkmaz,Sibel Bozdoğan, Günkut Akın, Atilla Yücel, Mehmet Kütükçüoğlu gibi isimlerle, yine ‘sınıf’la birlikte, ekol, usta, çırak, atölye gibi bir çok meseleyle de baş başa kalıyorsunuz. Bunu dert ediyorsunuz. Dert ortaklığı yaşıyorsunuz.
Okul meselesi çok önemli. Çünkü bütün bunların gelip, düğümlendiği yer orası. Benim, okullarla her zaman başım dertte oldu ama, tuhaftır, okulun gerekli olduğuna da, hep inandım. O zaman çözüm şuydu: Okullar olmalı ama, ‘böyle’ olmamalı. Peki, nasıl olmalı? Sorunun cevabı İBÜ’de yaptığımız bu proje sırasında, benim gibi, bu endişeleri taşıyan insanlarla oturup, konuşmalarımızın sonucunda çıktı. ‘Okul olmalı, ama eğer bildik şekilde olmamalıysa nasıl olmalı? diye başladık. Yeri, yapısı nasıl olmalı? Bunlar birbirlerini tetikleyerek ve birbirlerini geliştirip, güçlendirerek çok iyi bir yere getirdi çözüm önerimizi. Bu ilkeler burada Sanatorium’u tasarlarken de ilkelerimin arasındaydı. Sanatorium’da da yine Santralistanbul gibi hava kararınca aydınlanan, derdini muhitinden ve kendi içinden alan bir yapıdayız.
Bu meslekî ‘yaramazlık’ların, kalkışmaların bir diğer örneği de, Fethiye Camii ve Cemevi ikilisi olsa gerek. Öte yandan ‘taşra’daki yapılarınızda, sözgelimi Ege ve Akdeniz projelerinizde İkinci Dünya Savaşı’nın bıraktığı ‘korugan’ları andırır bir mahremiyet ve malzeme kudreti dikkat çekiyor. Bölge halkıyla yapı ve onun nüfusu arasına koyduğunuz bu iradi mesafeyi coğrafya mı, sosyoloji mi belirliyor ? Ama buna mukabil, Nevzat Sayın yapıları karakteristik biçimde sürekli ‘rasyonel geometri veya perspektif’ doğuruyor. Bunu konuşabilir miyiz ?
‘Kalkışma’. Tehlikeli bir kelime biliyorsun ama bence bu soru, mimarlığımı ve ne yapmaya çalıştığımı anlamak için çok güzel bir soru.
Bir: Bulunduğum yer benim en önemli verim. Ben neredeyim? Burası neresi ve ben ne yapıyorum? İki: Benden önce burada ne ve kim var(-dı)? Bir kısmı hemen göremeyeceğimiz şeyler de olabilir bunlar. O sırada, orada yoktur, ama vardır. Bütün bunlarla birlikte düşününce, yapı, nasıl olması gerektiği konusunda ipuçlarını veriyor.
Koruganlık, korunaklılıkla ilgili ve benim için her zaman önemli bir şey. Yahşibey’deki geleneksel yapılarda, eğik bir arazide, bahçe duvarları, yapının korunaklılığını ve aynı zamanda yerle olan ilişkisini de kuruyor. O zaman da bu ilkeyi devam ettiriyorum. Dışadönük değil, kendine dönük bir yapı yapmak ve dışa dönük olarak da sokağı, bahçe duvarlarıyla oluşturmak benim için de bir ilkeye dönüşüyor. Buna karşılık, Mazı’da, zeytinlikler arasında, ‘sereserpe’ bir ev yapıyorum. Orada böylesi bir ‘korugan’a gerek yok, çünkü zaten çevrede zeytin ağaçlarından başka ‘kimse’ yok. Ama orası eski bir dere yatağı ve hafızası bir dere yatağı olduğunu hatırlatabilir. 50 cm. kazınca su çıkıyor. Bodrum’da bina yapıyorsanız, geleneksel izler sadece beyaz taş duvarlar değil. İskele de bir gelenek. O zaman bir ‘iskele yapı’ nasıl yapılır diye düşünerek zeytin ağaçlarına dokunmadan, onların arasına bir başka ‘ızgara plan’la girip, serbest planı onun içine yerleştirmeyi tercih ediyoruz.
Kitaplarınızda, Nezih Eldem’e çok sayıda göndermeniz bulunuyor. Bir yapınız hakkındaki ifadesi şu: “Yok oluşun anıtı olarak, onu kendi haline bırakın…’ Peki Mazı’daki Ev’i ya da SantralİSTANBUL’u bu ifadeyle yan yana getiriyor muyuz ?
Bildiğin gibi bu ifadeyi, Santralİstanbul için kullanmıştı Nezih Hoca. Eyüp Belediyesi’ndeki görüşmede ‘Siz Nezih Hoca’yı ikna edin, çünkü burasının koruma kararını o aldırmıştı, biz o ne derse izin veririz’ demişlerdi. İhsan Bilgin’in görevlendirmesi ile dosyayı toparladım, gittim. Bana ‘Dosyayı hiç açma,’ dedi. ‘Ben orada hiç bir şey yapılmasın istiyorum: Orayı bir yok oluşun anıtı olarak kendi haline bırakalım. Daha yüzyıllarca, kendisini koruyabilir’ dediğinde, kendisine üniversite, gençler, yapıların bizden uzun olan hayatları gibi şeylerden söz edince ‘Dediklerinin hiç birine inanmıyorum. Ama sana o kadar inanıyorum ki, iyi bir şey yapacağınızdan eminim,’ demişti. Bu inanılmazdı. Ve bütün hikâye buralardan başlamıştı. Nezih Hoca gerçekten de, bütün katılıkları ve keskinlikleriyle birlikte çok önemli bir karakterdi. Mimarlığının yanı sıra müthiş bir ressamdı ama resimleri hiç sergilenmedi.
Kitaplardaki projelerinize bakarken, bunların (işverene göre değişken) birer medeniyet portresi, tasviri de olduğunu düşündürdünüz. Yapılarınızda, ‘ince’ olanı kadar, ‘kaba’yı da sahiplenmek gibi bir tutumunuz var. Bu anlamda mimarinizde neyin kabalık, neyin incelik olduğunu da konuşmak ister misiniz ?
Sonunda geldiğim yer, bunların ayrımını olabildiğince ortadan kaldırmak ve kaba yapıyı, ince yapı gibi yapmak oldu. Buraya vardığınızda, meseleyi de çözmüş oluyorsunuz. ‘Yapı olarak insan’a gelirsek, ya da ‘insan olarak yapı’ya, bu aslında bir ‘Habitus’ üretimi. Her ne yaparsanız yapın zihinsel bir ‘yer’ kuruyorsunuz. Paul Valery’nin, ‘Eupalinos ve Öteki Söyleşimler’ kitabında (YKY) çok güzel anlatılır. Orada, Sokrates ile konuşmasında, ‘Yapıları kura kura, kendimi de kurduğuma inanıyorum,’ der Eupalinos. Bu benim için de böyle. Yapıları kurdukça kendimi de kuruyorum. Kendimi kurdukça, yapıları da kuruyorum. Bunlar, geriden ve birbirinden beslenen, çok kıymetli birikimler.
Eklenmek, ilişmek ve bağlanmak meselelerini kesiştiren ‘Görener Evi’ projenizden hareketle ‘Restorasyon’ konusunu da açabilir miyiz? Ben bu çaba için aldığım notlarda, sizin ‘maziyi tımar etmeye giriştiğinizi’ de ifade etmiştim. Yine bana göre Göksu Evi bunun en iyi örneklerinden. Uzun pozlanmış bir zaman fotoğrafı. Hareketli bir tablo.
Göksu yapısında olanı Bilgisayar diliyle ‘stretch etmek’ diye adlandırabiliriz. Eski yapıda, 100 yıl önce yapılmış olan eski evin ahşap kaplamalarının ölçüsünden hareket ederek onları yeni yapıya doğru çekip uzattık. Senin ifadenle ‘tımar etmek’, ilginç bir terim Ama mimar için ‘tımar edilmek’ de var işin içinde. Bir yer ya da bir yapı ile karşılaştığında, ‘Destur!’ diyerek başlama gerekliliği, elinin altındaki şeylere çok daha dikkatle bakmaya yönlendiriyor insanı. Bu yapı kimindir? Burası neresidir? Ne zaman ve niye böyle yapıldı? gibi sorular, aslında ne yapılacağının da ipuçlarını sağlıyor. Bu yüzden bana yeni bir yapıdan daha iyi gelen şey, eski bir yapıya eklemlenmiş yeni bir yapıyla uğraşmak. Bunu hâlâ çok seviyorum: Eskisinin izlerini kazımadan, onun varlığını da daha kıymetli bir hale getirerek yeni bir şey yapmak ve ikisi arasındaki tansiyonlu ilişkiyi, bir aradalıklarını okunaklı kılmak önemli bir tasarım problemi. Yine negatif diyalektiğe geliyoruz.

Projelerin dahil edildiği alanlara bakıyoruz. Hatta içe dönük bir Marksist proje olarak tabir ettiğiniz Evidea konutları için, bir tür bitimsiz sosyal deney olarak bakılabilir. Buradan sizin özellikle modernle probleminize gelelim isterim, nedir onunla probleminiz ?
“İçe dönük Marksist bir proje” ilginç bir tanım ama oldu. Bence hâlâ modernin içindeyiz. Dolayısıyla çözümlerimizi de oradan üretiyoruz, problemlerimizi de. Postmodern bence bir gözden geçirme meselesi oldu hep. ‘-mı acaba?’ diye birtakım sorularla çevrili olan modernin içinde olduğumu düşünüyorum. Modernim ve dünyayı böyle anlamayı seviyorum. Zamanın ruhu denen şey benim için çok önemli ama, aynı zamanda iki ruh var; değişen şeylerin varlığıyla değişen şeylerin içinde, neredeyse hiç değişmeden duranların varlığı ayrılmaz bir ikili gibi. Bu iki niteliği aynı anda algılayıp içselleştirdiğimizde, konu kendiliğinden çözülüyor.
Bir projenizi, Lapis Han’ı da anlamaya çalışırken, ‘çağdaş bir kalıntı’ olduğunu not etmiştim.
Ooo.. Çok doğru. Özellikle güney tarafıyla. Lapishan’da iç avlulu yapı türünün bugünkü dünyada bir karşılığı olup olmadığının araştırması vardır. Bütün iş merkezlerinde olduğu gibi mutlaka ortaya alınmış, gün ışığı almayan, kapıların açıldığı, ruhsuz, mendebur bir asansör holünden geçmek zorunda mıyız? diye başlamış, açık koridorlardan da geçebilir miyiz ? diye devam etmiştik. Bu soruyla Kervansaray, han ve yakın dönemden eski işhanları kurgusunun, bugünkü dünyaya nasıl yansıyacağı konusunda eski izleri sürdürerek vardığımız yer bu şema olmuştu.
Akbük Konutları projeniz özelinde, yine Mimar Nevzat Sayın olarak yıllarca bizzat baş ettiğiniz bir ‘şeytan üçgeni’ daha var. Rant, ekoloji ve etik. Nasıl problematize edip, nasıl başa çıkıyorsunuz, nasıl tepki veriyorsunuz ?
Bunu benim inandığım mimarlık bana dayatıyor. İtalyan filozof, mimar Manrfedo Tafuri mealen şöyle söyler: “Mimarlık, doğası gereği sermaye ve iktidar ile o kadar yakından ilişkilidir ki, ondan ona asıl ihtiyaç duyan insanlar için anlamlı bir şey yapmasını bekleyemeyiz.” Haklı ama hâlâ mimarlıktan anlamlı bir şeyler bekleyebiliriz. Dolayısıyla, artık mimarlık olarak yaptığımız her şey, neresinden baktığımıza bağlı olarak, yasal olarak suç sayılabilir ama bu onun meşru da olabileceği gerçeğini değiştirmez. Yakalandığınızda ‘Açıklayabilirim!’ dersiniz…
Akbük, bunlar içinde en sert olanlarından bir tanesiydi. Ama, en azından benim çalıştığım bölgede yapılmak istenen şey için imar haklarının ihlal ediliyor olmaması, çalıştığım yapı adaları içinde, kendime karşı bir tür aklanma sağlamıştı.
Ama, projelerin toplamını düşündüğümde, o toplamın içerisinde ben bir mimar olarak aklanabilir miyim ? Emin değilim. Zaten olacaksa bile bu aklanmayı ben yapmasam iyi olur. Şimdi yapılmıyor ama nasıl olsa bir gün birileri yapar. Mimarlık öyle bir şey ki, hep topun ağzındasın. Ve üstelik zaman aşımına da uğramıyor bu durum. Bu değerlendirme 20 yıl sonra da yapılabilir.
Geç Osmanlı veya erken modern apartmanlarımızda, yapılarımızda mimarlık ve tarih için çok faydalı eser künyeleri görüyoruz. İsteseniz hangi projelere künye koyardınız ? Yoklar diye biliyoruz.
Kendi binalarımın hepsine künye koymak isterdim ama, hiç birinde yok. Bunu mimar kendisi yapamaz. Bunu başka birinin yapması gerekir.
Düğümleme – ve el işçiliği de – Sayın mimarisinde açık seviyede: Projelerde örgü var. Dikiş var. Örtü var. Hatta kabanlar var, yelekler var. ‘Texture’ / doku var, ‘text’ / yapı dili var; ki bunlar böyle art arda, katar gibi geliyor. Projelerde metinler arası meselesi cüsseleşiyor diyebiliriz. Ben işlerinize özellikle geometrik ikonografisi vesilesiyle, birer kilim gözüyle bakıyorum. Kullandığınız asgari iki, azami dört renk / metin / madde ile nitelikli, karakteristik bir tavır ortaya koyuyorsunuz. Bazı yapılar kilimi andırıyor. Konturları, odakları, simgecikleri var. Soru şu: Anadolu ‘texture’u / metni Nevzat Sayın için nedir ? Bunu sorarken bilhassa Bedri Rahmi ve ekolünü de analım isterseniz.
Etkileniyor olmalıyım. Çünkü, Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir, Bedri Rahmi, Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol, Azra Erhat, Cengiz Bektaş… bu tayfayı düşündüğümde, kadri bilinmemiş bir düşünce olduğunu düşündüğüm şeyi önemsiyorum: Mavi Yolcular konusu ‘Solcular’ için hafif kaldı. Onlar, daha ağır dünya meseleleri ile ilgiliydiler. Bu ise ‘fazla romantik’ bir şey idi. Sağcılar için ise zaten böyle bir gerçeklik yoktu. Tarih değil, coğrafya dedikleri için, zaten reddedilmişlerdi. Ben, kendimi bu ekibe, ‘Mavi Solcular’a çok yakın hissediyorum.
Dolayısıyla bulunduğum yerde, kilimdi, çanaktı, antikiteydi, tapınaktı, Milet’in şehir planıydı, Priene’nin tiyatrosuydu, Athena tapınağıydı gibi şeyler, beni ben yapan şeylere dönüşüyor… Öyle bir adam olduğum için de, böyle bir mimarlık yapıyorum. Ama bunlar ancak yapılarımızın içine girerek çıkarılıp, bulunabilecek, kuytularda duran, karanlık işaretler gibi. Bunlar neden değil, sonuç olarak belirip çıkan şeyler.
Projelere baktığımızda yine, aynı takvimden Kuzgun Acar’daki o ritim endişesi, İlhan Koman’daki optik kaygı bize göz kırpıyor. İşlerinizi kitaplarınızda okurken, yine şu notu alıyorum: Hem kamusal, hem özel adına yapılmış ‘ütopya tatbikatları’. Ama hiçbirinde gerçek mermi de kullanılmıyor, zira bana göre sizde herhangi bir projenin, proje olmaklığının da getirdiği o kurgusallığın karın ağrısı hep hissediliyor. Soru şu: Sınırınız olduğunu bilerek sınırsız olmaya çalışmak denebilir mi buna ?
Bence çok doğru. Çünkü o kadar cüsseli bir şey yapıyorsun ki, eğer konu senin dışında da öyle örülmemişse sadece bir proje olarak kalıyor. Onun hakikatine kavuşabilmesi için, kendisinden daha büyük bir şeyin içine girebilmesi, kendisinden daha büyük bir şeyin içinde durabilmesi gerekiyor. Ve bu her zaman büyük bir çaba gerektiriyor ve çoğu zaman da çok büyük bir sorun üretiyor.
Ama bunun kutlamalarını da yapmıyor değilsiniz. Örneğin Umur Basım yapısı aslında tohumun problemin ta kendisi olmaktan yola çıkarak, projeye, çözüme dönüşüyor. Veya The Seed etkinlik yapısı da buna eklenebilir. Bilhassa kriz noktalarında yaratıcılık içinde olduğunuz düşünülebilir mi ?
Mimarlık, özünde bir tür bir kriz çözümü. Fakat, bütün krizler gibi, kısa süreli bir durumun uzun süreli çözümü. Çünkü kriz uzadığında bir kriz olmaktan çıkıp, kendine özgü bir duruma dönüşüyor. Çözüm kısa süreli olduğunda da başka sorunlar üretiyor. Dolayısıyla mimarlık gerçekten de bir kriz çözümü. Senin az önce tekrar üzerine söylediğin de çok doğru. Kendi projelerimde de, o projelerin bir öncekiyle ilişkisinde de şöyle ya da böyle bir tekrar davranışı bulunur. Eskiz yaparken de aynı tekrarı yapıyorsun. Aynı şeyi defalarca çiziyor, çiziyor, çiziyorsun. Etrafındakilerin canını sıkacak kadar. Oysa tekrar, doğası gereği -tekrar olmasına rağmen- yeni bir şeyi üretebilmenin kapısını da aralıyor. İşlerin birbirleriyle ilişkilerde tekrar eden şeyler yeninin potansiyelini de taşıyor.
İstanbul’da yine bir şeyler oluyor. Art arda devasa kültür yapıları, yatırımları var. Akla hemen ‘Tersane’nin akıbeti geliyor. Bunlar yeni şeytan üçgenleri midir ? Umutlu musunuz ?
Aslında o Bermuda Şeytan Üçgeni, bizde şeytan dörtgenine, beşgenine dönüşüyor. Tersane bölgesi ile, Taşkızak projesini kastettin sanıyorum. Öteki bölge ise Camialtı’dır. Orada ne yapıldığını şu anda pek bilmiyorum ama, Taşkızak, Camialtı veya Galataport projelerde, hatta İstanbul Modern gibi bir projede bile gördüğümüz bir anlamda gizli saklı yapılıyor olmaları.
Meselâ (İstanbul Modern’in imzası) Renzo Piano gibi bir mimar, İstanbul’da, bir yapı ortaya çıkarıyor ama, yapı ortaya çıkana kadar bir söylenti dışında hiç birimizin bundan haberi olmuyor. Ya da Eskişehir’e OMM yapılıyor. Aynı şey! Arter yapılıyor, aynı şey. Düşün, Arter için yarışma yapılıyor. Sonuçlanıyor. Dar bir çevre dışında duyan yok. Bu iletişim çağında, bunları duyurmanın bir yolu olabilmeli.
Aksi halde bu çabalar, burjuvazinin kendisine bulduğu eğlenceli işlere dönüşüyor ve o zaman da hakikatini yitiriyor. Onlar yapıldığıyla kalıyor.
Galataport yapıldı ama, güvenlikten geçmeden, AVM bariyerini aşmadan rıhtıma giremiyorsun. Ya da İstanbul Modern gibi bir yer yapıldı ama, güvenlikten geçmeden müzeye giremiyorsun. Dolayısıyla kendiliğindenliğin gerçekliğiyle ilgimiz kesiliyor. Bu bence başa çıkılması imkânsız olmayan ama, garip bir pis uzlaşmayla, güvenlikçilerin ve işverenlerin geliştirdiği bir tuhaflık.
Ateş Alpar adlı bir sanatçımız, Depo Tophane’deki kişisel sergisindeki işlerinden birinde, Mardin’in giderek unutkanlaştırılarak ucuzlatılan turistik geçmişini eleştiren bir yerleştirme ortaya koymuş ve çok sayıda turistik nesnenin kalıbını tekrar dökmüş, onları bir kat daha silmişti. Bu açıdan bakarsak, Türkiye’nin tarihi, turistik, kültürel noktaları için sizin umut ve endişeleriniz neler ?
Turizm için hiç iyi şeyler düşünmüyorum. Her şeyin cıcığını çıkarmak için yapılmış bir tahrip kalıbı gibi. Niyetiniz ne olursa olsun, dayanamıyorsunuz. Venedik de olsa, İstanbul veya Mardin de olsa fark etmiyor. Turizm denen zırıltı, hepsini yerle bir ediyor.
Projelerinizde sürekli bir tadilat hali olduğu iddia edilebilir mi? Anahtarı bu kaygı ile teslim ediyor musunuz ?
Tabii. Yapılarımızın, sadece bizim değil, belki Türkiye ve tüm dünyadaki yapıların bir süre sonra başka bir şeye dönüşebiliyor olmasının kapısının açık olması gerekiyor. Biz de başkalarının yapılarını dönüştürüyoruz. Önemli olan neye ve nasıl dönüştürdüğümüz. Yapıların ömrü bizim ömrümüzden daha uzun. Programların ömrü ise, bizim ömrümüzden daha kısa. Kendi hayatımız içinde bile bu yapılar değişebiliyor. Yapı değişebilme/değiştirilebilme güce sahip olmalı ve bunu becerebilmeli. Mimarın da yapısını buna göre kurmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Bu da tasarım kriterlerinden biri olmalı.
Kitaplardan birinin verdiği referanslardan biri İbn Haldun ve ‘Coğrafya, kaderdir’ fikri söz konusu. Bu kaderden nasıl sıyrılabiliyoruz ? Sürekli birer göçebeyiz. Ama günümüzde artık yazlık ve kışlıklar da birleşiyor ve giderek fakirleşen insanlar, iklimin de etkisiyle başka çözümler arıyor. İspanya bunun önde gelen vahim örneklerinden biri. Dünya giderek daha yukarı göçüyor. İklim ve siz, mimarlık adına nasıl yan yana geliyorsunuz ?
Göçerek ya da göçürerek coğrafya ile bir şekilde baş edebiliyorsunuz. Ama ne pahasına? İbn Haldun’a atfedilen o söz, benim için çok kışkırtıcı. Ona hemen bir şey ekleme ihtiyacı duyuyorum: Coğrafya kaderdir, ama kaderi değiştirebilirsiniz; göçerek ya da göçürerek… Bu bana insanın sürekli başa çıkması gereken bir sorunun aforizması gibi geliyor. Dediğin gibi, İspanya çok hunharca bir turizm ve ikinci konut meselesinden sonra biraz kendine geldi ve bunları kabul edilebilecek bir noktaya çekti. Dünya da oraya gelecek gibi görünüyor.
Tam bu kabul edilebilirlik sınırına gelinirken, dünyada başka bir şey oluşturuluyor. New York’a, gittiğimde yakın zamana kadar etrafta hiç inşaat vinci görmezdim oysa şehir şu anda neredeyse yeniden inşa ediliyor. Hudson Nehri’nin kenarındaki eski sanayi yapıları dönüştürülüyor. Emlak geliştirme konusunda, sadece bizim değil dünyanın da tuhaf bir hali var. Bu kadar yapıya ihtiyacımız var mı gerçekten, bilemiyorum. Bunun için illa sahillere, turizm alanlarına gitmemiz de gerekmiyor. Şehrin içi de değiştiriliyor. Yıkıp yaparak…Yakın zamanda Brüksel’de idim. Çok sakin ama canlı, geçmişi olan, kendi halinde bir yer olduğunu düşündüm. Oysa şehircilikte “Brükselleştirme” diye bir terim varmış. Yıkıp yapmaktan, yerle bir etmekten hiç korkmamışlar. Bugün, ayılıp bayıldığımız Paris de III. Napoleon döneminde, Haussmann tarafından yapıldı, Ortaçağ Paris’inin yerle bir edilmesiyle, güvenlik güçlerinin ayaklanmaları bastırabilme olasılığına göre yapılmış bir kent planı. Şimdi bunları üst üste koyunca, imar faaliyetleri ile hayatımız arasında gergin, çelişkili bir ilişki olduğunu düşünüyorum.
Ev: Casa. Korunaklılık mı, yoksa her ev bir vaka / case sayılır mı?
Bence bildiğimiz anlamda Kasa. Ben de kendi evimi öyle görürüm. Sığınak gibi bir yer. Evin hala öyle bir yer olduğunu düşünürüm. Bütün hengâmeden sonra kendimizi attığımız yer. Kasa, castle, kale.
İzmir sahil düzenleme projesi de son kitabınızın önemli bir tartışma kaynağı. Mutlu musunuz?
Keşke çizdiğimiz gibi yapılsaydı. Çok azı yapıldı. Böyle şeyler nedense Türkiye’de yapılamıyor. İzmir gibi bir sahil şehrinde proje niye yarım kaldı? Bir sahil şehrindesin ama oraya yerel yönetim değil, bakanlık egemen. Denize doğru sadece 20 m boyunda bir iskele yapabiliyorsun. Ama sahile bağlanacak tekneler veya kıyıya müdahale, senin kararlarına bağlı değil. Türkiye’nin merkezi otorite merakı, şehirlerin canına okuyor. İzmir de ondan payını aldı ve yapılamadı.
Maya – Çekmeköy projeniz için de yine bir tür ‘içli dışlılık’ kaygısı mı güttünüz ?
O eski, 1990’lardan bir projedir. O sırada ormanın içerisinde, ama imarlı. Çeşitli büyüklükte boşluklar görüyorsunuz. Belli ki birileri ormanın içinden o arazileri açmış ve yasallaştırmış. Dolayısıyla içli dışlılık bunlarla başladı. Bir ormanın içindesiniz ve o ‘iç’e bir ev yapıyorsunuz. Evin içindesiniz ama, orada da çok harika bir ortamın içindesiniz. Dolayısıyla, bizim için içerisi dışarısı birbirine karışan bir proje oldu, öyle çalıştık. İçli dışlılık bu nedenle bence iyi bir tanım.
1990-2004 aralıklı ilk kitabınızda 29. sayfa: ‘Değişimi en kolay içerecek şey, boşluktur,’ diyorsunuz. Boşluk, bugün için olabilecek en büyük imkân haline geldi. Ama boşluğu doldurmakla mükellef bir mimar bize bunu söylüyor. Buradan boşluğun ve sosyolojinin sizin için ne kadar kıymetli olduğuna gelebiliriz. Zira tekrar yerine söylersek, yapılarınız içinde veya dışında sürekli bir perspektif üretme potansiyeli taşıyor. Bakış açılarıyla yüklüler. Aynı anda hem bir mikroskop ve teleskobu kullandırır gibi. Bu anlamda ‘fazla modern’ diye reddedilen bir camii projeniz için de, Bursa Ulucamii ve Mimar Sinan projeleri Selimiye + Süleymaniye ile yan yana geliyor; bunu yine kitaplarınızla tartışmaya sunuyorsunuz. Bu anlamda soralım: Çok manevi ve sosyal bir unsur olarak, boşluğu yeni mi keşfettiniz ?
Boşluğun çeşitli veçhelerini yeni keşfettim diyebilirim. Daha doğrusu boşluğun boş olmadığını fark ettim. O, ‘birşeyler’le dolu. Dolayısıyla onu boşluk olarak adlandırırken, eklemelere ve dolayısıyla değişime açık durduğunu söylemek istedim. İçinde ve çeperinde ‘olan’ gerçek veya duyusal nesnelerin yerlerini değiştirerek yapabileceğimiz çok şey olduğunu söylemeye çalışıyordum.
Etrafındaki şeyler tarafından örülmüş, içine girdiğimiz zaman bizi etkileyen ‘atmosferik’ boşluk gerçekte ‘boş’ olamaz. İçinde nesnel bir şey olmasa bile. Diyelim ki küçük bir meydan diyebileceğimiz bir boşluk etrafındaki yapılarla oluşuyor. O yapıların dışında, başka hiç bir şey yok. Meydanı o yapılar kuruyor ve o yapıları kaldırdığımız zaman, gerçek anlamda meydan da kalmıyor. Oysa, o yapılar varken, onların toplamından daha fazla olan bir şeyin içinde hissediyoruz kendimizi. İşte o hisle, boşluk bizi içinde tutan meydana dönüşüyor. Boşluk olmayan bir ‘boşluk’tan söz ediyorum.
Bursa Ulucamii, Süleymaniye ve bizim camii projesinin birlikteliğinden oluşan örneği vermen iyi bir değinme. Süleymaniye’nin içindeki boşluk ile Bursa Ulucamii içindeki boşluk arasında, birbirlerine hiç benzemeyen tamamen farklı iki ayrı ‘atmosfer’ var. Bursa Ulucamii’de, 12 filpaye ile yapının kendisi de sizinle birlikte boşluğunun içinde. Oysa, Süleymaniye’de, o devasa boşluk bir mühendislik harikası olarak, sizi belirli bir mesafede tutan, kandillere, bezemelere rağmen gerçek bir boşluk. Bursa Ulucamii’de mesafenizi yitirmeyi sağlayan şeyle Süleymaniye’de mesafenizi korumanızı sağlayan şey ikisinin arasındaki tamamen farklı olan boşluk tanımında. Birinin içinde kendisi de var, diğerinin içinde kendisi yok, sadece çeperler var. Biri bizimle ilişkisinde mesafemizi korumamızı bekliyor. Diğeri ise içinde mesafenizi yitirmenize ve neredeyse o olmanıza açık duruyor.
Türkiye’de ve sizin için mimarlıkta halen geçerli iki tabu nedir ? Zira tabu yok edilemez. Bir süre sonra kurum veya kişiler için ilke muamelesi de görebilir.
Bende galiba ikisi birleşiyor. Tabu ve ilke bir kavram çifti gibi. Giderek ikisinin de birbirine dönüşebildiğini düşünüyorum: Son zamanlarda ‘Rağmen’ böyle bir kelime oldu benim için. Giderek bir terim ve giderek bir kavram kıvamında, buna ‘rağmen’’ diye başlayan hiç bir şeyin iyi bir sonuç verdiğini görmedim. İnsanlar için de yapılar için de.